Marat/Sade





'67 yapımı aynı adlı oyundan uyarlanmış Peter Brook filmi..
Oyunun The Persecution and Assassination of Jean-Paul Marat as Performed by the Inmates of the Asylum at Charenton Under the Direction of the Marquis de Sade gibi, olağanüstü uzun bi isme sahip olduğunun farkında olsalar gerek, filme uyarlarken Marat/Sade gibi gayet kısa ve öz bi isim seçerek daha yerinde bi tercih yapmışlar ve ii de etmişler-
ki, başka bi uzun isim olarak da: "The Assassination of Jean-Paul Marat by the Narcoleptic Charlotte Corday.."'i önerebilirim: The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford-göndermeli..

Şimdi bi kere, ben aslında tiyatro/grand guignol/kabare filan sevmem, Marat'nın hakkında pek de bi bilgim yoktu (cahillik d/iz boyu..)
Fakat film, aşırı didaktik bikaç pasaj dışında kopmadan kendini izletiyor..
Kısa bi özet geçiym: Marat, Fransız Devrimi liderlerinden biri, birisi: Ancak yakalandığı cilt hastalığı yüzünden hidroterapi görmekte, Simone Evrard'sa onun bakıcısı, Charlotte Corday'se onu öldürme planları yapan ve fakat narkolepsiden mustarip.. Dupere'yse bu ablaya platonik aşık olan/olmuş bi seks bağımlısı-
ki, film boyu penisi erekte halde ve pantolonundaki meni ıslaklığı lekesiyle dolaşıyor, ahah: Süferdi..
Filmin girişinde çoğu kişi bu şekilde tanıtılıyo filan: Coulmier ailesi oyunu hastanenin koğuşunda izlerken (bi neviinden vip..), diğer insanlar koğuşun dışındaki amfide izliyorlar-
ki, bizzat izleyiciyi hedef alan sahnelerin bolluğu da, izlerken diken üstünde olmanıza sebep oluyor..
Ve film, Marat'nın öldürülmesiyle climaxi yaşadıktan sonra, muhteşem bi finalle kapanıyo..

Didaktik monologlar/diyaloglar filan gırla filmde aslında ve tempoyu düşürüyorlar: Özellikle de Sade ve Marat'nın fikirlerini çarpıştırdıkları sahnelerde.. Bunun dışında anlatıcı, olayı düz cümlelerle diil de, kafiyeyle yazılmış dizelerle anlatıyor ki: İç bayabiliyor (aslında müthiş Türk filmi klasiği Geçim Otobüsü'yle birlikte "2 kült film birden.." şeysi yapılabilir, ahah: Ciddiyim..) Üstelik, müzikal sahnelerle anlatı sürekli bölünüyor-
ama o kadar başarılı ki bu müzikal sahneler, hem teknik/görsel, hem de işitsel anlamda: "Bi sonraki şarkı ne zaman başlayacak??" diye düşünmeden edemiyor insan-
brechtian punk-cabaret kült/ür../ünü daha iki buçuk sene önce keşfeden ben (diyelim bi Dresden Dolls olsun, bi Humanwine..) şarkılarla orgazm oldum desem yeri..
Bi de, görece sakin (diyelim bi 2 Foot Yard'ın takipçisi olduğu..) avant-garde şarkılar var ki, mis.. Ötesi..

Bunun dışında, tüm ekip bilinçli bi şekilde overacting bi oyun çıkarıyor, ancak, öylesine şahane bi sinerjiye sahipler ki, izlemesi inanılmaz zevk veriyor-
cucurucu, Kokol, Polpoch ve Rossignol'dan mürekkep ekipse, ayrı bi güzellik: Ancak, Rossignol ışıl ışıl: Hem sesi, hem de groteskliği: Hastası oldum ablanın.. Oyuncağını istiyorum.. Ya da o kocaman gözlük çerçevelerini..

Filmin en güzel sahnelerinden biriyse, kesinlikle Corday (ki, Glenda Jackson süfer..) ve Dupere düeti.. Marat'nın kabus sahnesi de olağanüstü etkileyici: Sade'ın sırtına Corday'in saçlarını sürdüğü sahne ve kaotik final sahnesi: Uzun zamandır bi finalden bu kadar keyif aldığımı hatırlamıyorum..
Müthiş bi film.. Deneyim..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.