Madame Bovary


'91 yapımı Claude Chabrol filmi Madame Bovary, Gustave Flaubert'in klasik eserinden uyarlanmış, güçlü bi film.. Bunun tabii ki çeşitli sebepleri var: Isabelle Huppert ve hikayesi..

Emma Bovary, babasının çiftliğinde yaşıyor: Karşısına çıkan ilk erkek olan doktor Bovary'yle evlenip, kasabaya taşınıyor.. Ancak o kadar sıkılıyor ki, giderek kendini önce eşinden, sonra sevdiği şeylerden yalıtıyor.. Gittikleri bi balo, Bovary için adeta bi oksijen çadırı işlevi görüyor, orada mutlu olan Bovary, başka balo yapılmadığı için iice kötüleşiyor.. Ve eşi, durumu düzeltmek için, başka (ve daha büyük..) bi kasabaya taşınmayı teklif ediyor.. Yeni kasabaya gittiklerinde karşısına çıkan Leon Dupuis'den oldukça etkilenen Bovary, vaktini onunla geçirmeye başlıyor ve fakat aralarındaki çekimi inkar etmemekle birlikte, bişii yapmıyorlar.. Doğum yapıyor Bovary sonrasında, baloda duyduğu ismi kızına koyuyor-
bu ayrıntı bile çok şey anlatıyor aslında..
Dupuis'yle olan ilişkisinde zorlanan (fiziksel çekime karşı koymak..) Bovary, pederle konuşuyor, ancak hiçbi fayda sağlamıyor bu.. Ve Dupuis, gidiyor..
Kasaba şenliklerinde karşısına Rodolphe çıkıyor.. Ona karşı koyamayan Bovary, eşini de aldatmaya başlıyor.. Bu durum, semtin lüks ürünler satan kişisinin işine geliyor, zira Emma sürekli yeni (ve pahalı..) şeyler alıp, bi kısmını kendine, bi kısmını da Rodolphe'a hediye ediyor.. Ve fakat, tam da kaçacakları sırada terk ediliyor Emma..
Bununla başa çıkamayan Emma, çok kötüleşiyor ve eşi onu operaya götürüyor.. Orada Dupuis'yle karşılaşan Emma, yeni bi ilişkiye daha yelken açıyor.. Günleri güzel geçerken, lüks eşya satan adam Bovary'nin borçları için eve yazı gönderiyor ve bu, Bovary'nin sonunu hazırlıyor..

Aslında ben Madame Bovary'yi pek sevmem genel olarak: Hatta romanın sonunda Bovary intihar etmeseydi, nefret bile ederdim diye düşünüyorum: Zira, dünya edebiyatında da çokça örneği bulunan "toplumsal kuralların dışına çıkan kadının cezalandırılması.." ekolünden: Bu tür yapıtlardaki erkeklerin fecii "ii.." olmaları beni fena halde rahatsız eden bişiidir-
aslında bu kronik bi durum: Zira, "ilk insan.." öyküsünde bile "suçlu.." kadındır, "kutsal.." metinler bile kadının "yetinmez.." bi yapısı olduğunu söyler/öngörür: İşte bu anlayış, katıksız olarak Bovary'de de kendine yer bulur: Ve fakat, finalde Bovary toplum ya da başka bişiiyle cezalandırılmaz: Kendi sonunu kendini hazırlar.. Bu özelliğiyle biraz da olsa "normal.."leşmesi, görece ii olsa da, toplamda Bovary'yi sevmediğim gerçeğini değiştirmiyor..

Film, kendi yorumunu katmadan olanları anlatıyor: Oldukça ii kotarılmış bi şekilde hem de.. Filmin oyuncu kadrosu döktürse de, Isabelle Huppert'in oyunu ve oyun tercihleriyle kendisine -bi kez ve daha kim bilir kaçıncı kez, hayran bırakıyor: Rodolphe para vermeyi reddettiğinde tiradı olağanüstü.. Ayrıca oyun tercihleri de kendisine hayran bırakıyor: Dupuis'yle olan sahnelerinde gayet doğal bi oyun çıkaran Huppert, Rodolphe'la olan sahnelerinde bilinçli bi şekilde overactingi seçiyor.. Eşiyle olan sahnelerindeki yüzündeki buz gibi ifadeye hiçbişii diyemiyorum.. Nefes kesecek kadar olağanüstü çünkü..
Bi de ben de o bonelerden istiyorum..
Read more

8 Femmes


"Bi gün bi evde bi adam öldürülürse ve o adamın çevresindeki 8 kadın şimdiye kadar hep birbirlerinden bişii saklamışlarsa neler yaşanır??" sorusuna cevap arayanve Robert Thomas'ın aynı adlı oyunundan uyarlanan Ozon'un '02 yapımı 8 Femmes'ı final bölümüne kadar gayet ii giderken, finalde fecii kan kaybediyor..

8 Femmes, tüm gücünü oyuncularından aldığı için, olağanüstü bi cast karşılıyor bizi, Catherine Deneuve, Fanny Ardant (ki, ikisinin öpüştükleri sahne Ozon'un bi fantezisi bence..), Emmanuelle Beart, Danielle Darrieux ve tabii ki Isabelle Huppert.. Onun dışında ekipteki diğer kadın oyuncular da süfer.. Müzikal açıdan sadece şarkıların güzel olduğu filmde, koreografiler fecii-gelicem buna yeniden..

Film, erken-dönem polisiyeleri andırır bi şekilde "katil kim??"i soruyor ve cevabı ararken kadınların birbirlerinden gizlediklerini ortaya çıkarıyor: Ancak ben bu "sürpriz.."leri, polisiye türünün gerekleri olarak görmek yerine, Ozon'un başka bi filmi Sitcom'la ilişkilendirmek istiyorum: O filmde eve getirilen fare evdeki karakterlerin bilinçaltlarının açığa çıkması için bi katalizör görevi görürken, 8 Femmes'da buna bi cinayet sebep oluyor ve bu da iki filmi estetik açıdan olmasa bile, tematik olarak birbirine yakınlaştırıyor.. Bu bağlamda da 8 Femmes'ı bi cinayet filmi görmek yerine, kadın psikolojisi üzerine yüzeysel bi etüt olarak değerlendirmek mümkün hale geliyor.. Ancak, burada da karşımıza şöyle bi sorun çıkıyor: Tüm karakterleri kadın olan bu film seksist bi bakışa sahip midir?? Eö, açıkçası buna gönül rahatlığıyla "hayır.." diyemiyorum: Zira, tüm karakterlerini (bi yerden sonra rahatsız etmeye başlayacak kadar..) "sorunlu.." kuran ve bu sorunların neredeyse tamamının da kökenini kadın cinselliğine bağlayan film için bu soruyu sorabiliyorum, dahası bu, örtük bi misojiniye de kapı aralayabiliyor.. O yüzden film hakkında ağız tadıyla "eheh, süfer.." diyemiyorum: Çünkü "kadın psikolojisi.." bu filmdeki gibi kadar yüzeysel diil..

neysse,, diğer konu: Filmin görsel tercihleri: Kitsche olan yatkınlığı herkeslercek malum olan Ozon, kendi kitsch dibini Angel'la bulduktan sonra, görece daha "sade.." takılmaya başladı.. Ve fakat 8 Femmes da Angel kadar olmasa da kitsch bi film..

Oyunculuklar çok ii ancak, filmin komedi yönünü neredeyse tek başına sırtlanan Isabelle Huppert ve olağanüstü haliyle Fanny Ardant ikilisi daha da öne çıkıyorlar..

*: Bu yazıyı Rasputina - Tourniquet eşliğinde yazdım..
Read more

Superbad


'07 yapımı Superbad'in belki de en ironik yönü, filmde anlatılan hikaye kahramanlarıyla hemen hemen aynı yaşta olan izleyicilerin bu filmi bi yetişkinin eşliğinde izleyebilmiş olmaları.. Zira, R ile "ödüllendirilmiş.." Bu yaş mevzuundan konuya girme sebebim de, filmin eleştiri oklarını yönelttiği Amerika'daki 21 yaş sınırı..

Hikayesi şu: Seth fecii abazan bi lise öğrencisi.. Evan da kısmen öyle ve fakat ilişkilerinde her ne kadar Seth'in sesi daha çok çıksa da, Evan daha güçlü durumda: Zira, bağımlılık semptomlarını Seth gösteriyor.. Evan, porno sevmeyen, ii bi okul kazanan ve genel olarak "düzgün.." konuşmasına rağmen, Seth tam tersi: Gangbus benzeri bi siteye üye olmak istiyor, pornoda yeni deneyimlere açık, abazan ve Seth'e oranla daha kötü bi okul kazanıyor.. Eet, bu iki karakter ayrılacaklar..

Film bu ayrılma durumunu karakterlerinin büyümesinin bi sembolü olarak gördüğünden, birlikte uyudukları o son geceyi romantik bi ön-sevişme şeklinde sunarken, ertesi sabahını kötü geçmiş bi ons sabahı gibi kuruyor-
ki, filmin özellikle bu ve final sahnesi bu yönden hakkaten olağanüstü bi duyarlılık taşıyor..

Bi de Fogell, iki polis ve parti mevzuu var: Yaşları tutmadığından içki alamayan iki kafadar (ki, bu kelimeden tiksinirim ben..), Fogell (ve sahte kimliği..) devreye girince ve o da iki polisle karşılaşınca işler daha da karışıyor: O iki polis karakteri polis teşkilatına dokundursa da, açıkçası bunu düşünecek durumda olamıyorsunuz.. Ölesiye komikler, hatta bi noktadan sonra filmin tüm komedi yükünü üstleniyorlar..

Yüzeyde fazla sığ görünse de, derin(: derin..) bi film Superbad.. Uzun yıllar süren arkadaşlığın bitişine ağıt yakarken, bi yandan da onları yuvadan aşağı bırakıyor.. Ama bunu mendil ıslatacak bi şekilde diil de, ardında gülmekten ağrımış bi karın bırakarak yapıyor.. İi de oluyor/geliyor..
Read more

Zombieland


Ya aslında bi komedi filmine bu kadar duygusal yaklaşmak ne derece doğru bilmiyorum ve fakat, insanın içine kıymık gibi batıyor bu film..

Shaun Of The Dead'le tek ortak noktası zombi alt-yapılı bi romantik-komedi olması olan Zombieland, çok daha farklı bi film: En azından tematik anlamda.. Zira, Zombieland, zombi metaforunu sıçrama tahtası olarak kullanıyor, olağanüstü giriş bölümünün ardından çok başka sulara yelken açıyor ve finalinde geldiği yer çok farklı oluyor..

Çünkü Zombieland, bi zombi filmi diil, yol filmi ve her yol filminde işleyen kural bu filmde de işliyor: Bi arayışa odaklanıyor film.. Karakterlerine isim bile vermeyişi de bu arayışın bi sonucu bence.. Ve tıkır tıkır işliyor..

Hikayesi şöyle: Columbus, zombi istilası sonrasında kendine çeşitli kurallar koyup, bu sayede hayatta kalabilen biri, birisi: Hala bakir: İletişiminin neredeyse hiç olmadığı ailesine ulaşmaya çalışyıro.. Tallahassee'yse oğlunu kaybetmiş bi baba, o da hayatta.. İki de kızkardeş var: Wichita ve Little Rock: Sadece kendilerini düşünüyorlar.. Bu 4 kişinin hayatı bi şekilde kesişiyor ve yol boyunca birbirlerini tanıyıp, zombilerle savaşıp, sonunda (Columbus'un dediği gibi..) aile oluyorlar..

Film 4 karakterini dünyada yalnız bırakarak işe başlıyor.. Tesadüfen onları karşılaştırıp, yol boyunca birbirlerini tanımalarını sağlıyorlar.. Tallahassee'nin başta çocuunu diil de, köpeğini kaybettiğini söylemesi insanlara güvensizliğini yansıtıyor gibi görünse de, travmasını unutmak istediğine işaret ediyor.. Little Rock'ın eğlence parkına gitmek isteyişi orada zombilerin bulunmaması gibi görünse de, onun çocuk olmasından kaynaklanıyor.. Columbus'unsa (aralarındaki onca probleme rağmen..) ailesinin yanına gitmek isteyişi insanın içine oturuyor.. Ve karakterlerin Bill Murray'ın ölümünden sonra birbirini terk edişi, her ne kadar bi romantik-komedi trüğü olsa da, bu filmde insanı üzüyor, eet..

neysse,, hakkaten çok komik, özellikle de açılışta Columbus'un kurallarını anlattığı (ve bu kuralların film boyu kullanılışı..) ve Bill Murray'ın evindeki sahnelerde Zombieland zirve yapıyor.. Finaldeki twinkie ve saç okşama isteklerinin gerçekleşmesi, metaforun gücünü de ispatlıyor.. Cast süfer de, Woody Harrelson döktürüyor..
Read more

Shaun Of The Dead


'04 yapımı Shaun Of The Dead, olağanüstü bi film.. Bu ortada da, şu var: Komedi filmiyle ilgili bişii yazmak cidden zor.. "Güldük, hatta gül gül olduk.." bitti, bu kadar.. Aksi gibi, bugün de 3 tane komedi filmi şeyedicem..

Hikayesi şu: Shaun ve Ed, bi arkadaşlarıyla birlikte aynı evde yaşamaktalar.. Ve fakat, Ed'den Shaun'un ev arkadaşı da, kız arkadaşı da şikayetçi.. Shaun'sa ondan ayrılma konusunda pek de istekli diil.. Sevgilisinden ayrılıyor filan.. O sıralarda Shaun'un görmezden gelebildiği zombiler, artık her yerdeler.. Önlem alıyorlar.. Shaun, Ed, Shaun'un annesi, sevgilisi, ve sevgilisinin iki arkadaşı saklanıyorlar.. Zamanla kayıpları olsa da, finalde Shaun, sevgilisi ve zombi Ed yaşamlarına devam edebiliyorlar.. Mutlu son..

Film, zombi kültürünü tiye almıyor aslında.. Zombilerin üzerinden Romero'nun toplumsal eleştiri katmanını sıyırıyor sadece, ancak bunun dışında Braindead gibi tür klişelerini ters-yüz etmiyor.. Sadece romantik-komedi formatını zombi diyarında anlatıyor.. Ve bunda da fecii komik olabiliyor-
simon Pegg ve Nick Frost ikilisini bi arada görmek ve gülmeye hazır olmak Spaced'den kalan güzel bi alışkanlık :))

Fecii İngiliz olan film mizahının büyük bölümünü de bu durumdan damıtıyor.. Ahah, Shaun ve Ed'in bahçede karşılaştıkları kadın zombiye davranışları, arabayla çarptıkları zombinin ii olup olmadığını sormak için durmaları, Shaun ve Yvonne'un ekibindeki herkeslerin geçiş sırasında selamlaşması, David'in soğuk İngiliz duruşu vs.. süfer anlar.. Leitmotifler de oldukça işlevsel ve komikler ve tabii ki kriket sopasını da unutmamak gerekiyor..
- Kill the queen..
- What??
- The jukebox..
Read more

Sílení


Jan Svankmajer'in '05 yapımı filmi Sileni, deli ötesi muhteşem bi güzellik.. Filmin tek bi kusuru var, o da Svankmajer'in proloğu.. Filme g/ereksiz bi ciddiyet katan bu prolog olmasa, hayatımın filmleri listesine bile girebilirdi Sileni..

neysse,, senaryosunu iki Poe kısa-öyküsünden (The Premature Burial ve The System Of Doctor Tarr And Professor Fether..) çatan, üzerine de Marquis de Sade sosu bulayan filmin öyküsü şu şekilde: Akıl hastanesinde bulunan annesinin ölümüyle sarsılan Jean'ın geçirdiği bi paranoid atakla açılıyor film: Sonra Marquis'yle tanışıyor.. Marquis, gayet "hastalıklı.." bi mizah anlayışına sahip, sağanak yağmur altında Jean'ı arabadan indirip, bi süre sonra yeniden alıyor ve onu evine getiriyor.. Ertesi gece Marquis'nin önderliğinde gerçekleşen bi pagan ayinini röntgenleyen Jean, gitmek istiyor ve fakat buna izin vermek istemeyen Marquis, fake bi ölüm/gömülme hazırlıyor.. Marquis'nin anlattığı hayat hikayesi, Jean'ın durumuna yakın olduğundan onun tedavi önerisini kabul ediyor ve bi akıl hastanesine yatıyor.. Orada Charlotte'un tuzağına düşen Jean, bi gece hastanenin mahseninde tutulan eski ekibi serbest bırakıyor: Ve fakat yeni ekip "oldschool.." yöntemlerle çalıştığından durum daha kötü bi hale geliyor ve filmin açılışında Jean'ın gördüğü hayal gerçeğe dönüşüyor..

Film, olağanüstü.. Özellikle iki plan arasındaki sakatat animasyonları, bilinçaltınıza yeni imgeler hediye/tecavüz ediyor: Dil, göz, beyin, et, burun, kemik, domuz ve insan kafatası, kıyma vs.. etrafta gezinirken bi yandan büyülenirken, bi yandan rahatsız etmeyi başarıyor..
Film, Poe öykülerinden yararlanmasının yanı sıra, atıf Marquis de Sade'a da saygı duruşunda bulunuyor: Marquis karakteri Sade'ın vücut bulmuş hali: Sade'ın söylemleri eksiksiz bi biçimde yansıtmasının yanı sıra, filmdeki pagan ayini, eşine pek de rastlanmayacak bi güzelliğe sahip: Büyülüyor adeta-
özellikle de İsa'nın bedenine çivi çaktığı ve keçi maskını taktığı anlarda-
rosicrucianist görünme pahasına bile olsa :))

Filmin temel derdi psikolojik/psikiyatrik tedavi yöntemleri olmasına rağmen, bu temayı ancak ikinci yarısında işlemeye başlıyor: Bu noktada, hastanelerin uyguladıkları tedavi yöntemleri konusunda iki ekibi karşı karşıya getirirken, ikisine de herhangi bi s/empati duymamızı engelliyor: "Eski usul.." yöntemlerdeki şiddet ve sınırlama durumunu tabii ki kabul etmek mümkün diilken, "mutlak özgürlük.." kulağa hoş gelmesine rağmen, tedavilerde ilerleme kaydedilemesinin altını çiziyor film: Üçüncü bi yöntemden daha bahsediyor: Saydığı bu iki yöntemin en kötü yanlarını almasından..

Akıl hastanesinden toplum alegorisi çıkarmak yeni bişii diil: Bu türün gelmiş geçmiş en önemli filmlerinden Shock Corridor'un izlerini bulmanın mümkün olduğu filmin, asıl ilham aldığı yapıtsa Marat/Sade..
Marquis, zaten Sade.. Marat rolünüyse Jean üstleniyor Sileni'de.. Hatta Charlotte karakteri de, Marat/Sade'da Marat'ya suikast planlarken, burada da benzer bi işleve sahip.. Filmde Marat ve Sade arasında geçen tartışmalar, burada Marat ve Jean arasında geçiyor.. Sade, tüm o yıkıcılığı ve alaycılığıyla Marat'ya seslenirken, kendisi sakin bi şekilde karşı çıkmaya çalışıyordu.. İki filmi art arda izlemek Sade-overdoseuna sebep olma potansiyeli taşısa da, tavsiye edebilirim gönül rahatlığıyla..

Animasyonları, oyunculukları (ki, tüm karizmasıyla Pavel Novy de kadroda..), ele aldığı meselesi ve tabii ki Sade'ı kutsayan haliyle Sileni, Jan Svankmajer filmografisinin gözbebeği..
Read more

Perfume: The Story Of A Murderer


'07 yapımı Perfume (ki, uzun adını bi daha yazmayı denemiycem..) ii bi film: Bazı anlarda pek fazla tatmin etmese de..

Jean-Baptiste, kokusuz doğan ve fakat inanılmaz bi koku alma yeteneğine sahip biri, birisi.. Hayatı oldukça zor geçiyor: Annesi onu öldü diye bırakıyor, yetimhanede 13 yıl kaldıktan sonra satılıyor, uzun yıllar deri işçisi olarak çalışıyor (vücudundaki izlerin sebebi bu..), Paris'te çoktan çaptan düşmüş bi parfümcüye yeteneğini ispatladıktan sonra onun yanında çalışmaya başlıyor.. Ve fakat, asıl amacı parfüm yapmak diil Jean'ın: Kokuyu sonsuza kadar saklayabilmek.. Dustin Hoffman'ın şahane oyunuyla canlandırdığı Baldini ona mesleki "sır.."ları öğretse de, bu, Jean için yeterli olmuyor ve kokunun Roması Grasse'a gidiyor.. Orada da koku saklama deneyleri yapan Jean, sonunda başarıya ulaşıyor ve fakat, çoktan seri-katile dönüşmüş bi hale geliyor.. Başyapıtını tamamladığında yakalanıyor ve fakat, işler yöre halkının beklediği şekilde gitmiyor..

Patrick Süskind'in en ünlü romanından uyarlanan film, ana hikaye bağlamında romana oldukça sadık bi şekilde ilerliyor, Jean'ın kokusunun olmayışını erken diil de, sonradan seyirciye vermesi dramatik yapı düşünüldüğünde sırıtmıyor-
"aa, bak görüyo musun: Yazık, ondan böyleymiş zaar.."-
jean'ın koku sahibi olmak için üzerine boca ettiği "parfüm.." kısmının çıkarılmasının da sebebi bu..
Ayrıca dönemin toplumsal yapısı üzerine de pek söz etmiyor, ancak bunları anlatmaması filmin aleyhine işlemiyor..

Filmin, kokuyu konu ederken, atıf yaptığı efsane oldukça etkileyici: Mısır'daki bi mezarda açılan bi parfümün yaşattığı etkiden bahsediyor Baldini.. Jean da, "aynı.." parfümü sentezliyor: Çeşitli kadınları öldürdükten sonra onların esanslarını alıyor-
bu noktada, bi sahne oldukça ilginç: Çalıştığı yerde Jean'dan nefret eden adamın, onun hazırlamakta olduğu parfüm kokusunun etkisiyle aniden kibarlaşması, hoş bi anekdot-
da, işte hızını alamıyor film/roman: Jean'ın yakalandıktan sonraki infaz sahnesi, fecii abartılı bi boyut kazanmış bi halde servis ediliyor: Eet, koku yabana atılmayacak kadar önemli bi mesele de, "böylesi.." bi grotesklik (hayır, orgy sahnesinden bahsetmiyorum: Jean'ın arabadan indikten sonra başlayan ve orgy esnasına kadar olan bölüm..) filmden fecii uzaklaştırıyor: Eet, Mısır'daki mezarda bulunan parfüm gibi etki yapıyor yapmasına da, işler bu boyuta geldiğinde "e yani??" derken bulabiliyorsunuz kendinizi-
orgy sahnesinde de, sadece kadın-erkek ve kadın-kadın eşleşmesi görmekteyiz misal??
Ayrıca parfümün sadece kadınlardan elde edilmesi/-ebilmesi de düşündürüyor zaman zaman: Romanın kahramanının erkek olmasından kaynaklandığı ortada da, ne biliym, ayrıntılar da önem kazanabiliyor işte böyle durumlarda..
Aynı groteskliğe sahip final de fecii sıkıcı misal..
neysse,, genel olarak başarılı olmasına rağmen, sonlara doğru ivmesini yitiriyor Perfume..

*: Bu yazıyı Ran Danker - Ani Esh eşliğinde yazdım-
"ben de: ben de.."
Read more

Teeth


Mitchell Lichtenstein'ın '07 yapımı filmi Teeth, aslında gayet ii bi proje: Her ne kadar son kısmında saçmalasa da, ele aldığı konular hakkında bikaç laf edebiliyor..

Önce hikayesini şeyediym: Dawn, vagina dentatanın ete kemiğe (hatta dişe: oeh..) bürünmüş hali: Daha küçücükken, üvey kardeşi Brad'le havuzda oynarken, birbirlerine cinsel organlarını gösterme şeysi yapıyorlar.. Parmağını Dawn'ın kukusuna sokan Brad, yaralanıyor.. Ve bu travma onu vajinal seks yerine, anal seksi tercih eden biri, birisine dönüştürüyor..
Dawn'sa "Promise.." adındaki bi gruba üye: Grubun işleviyse, üyelerinin evlenene kadar bakir kalmalarını sağlamak şeklinde özetlenebilir.. İşte bu grubun ateşli s/avunucusu olan Dawn'ın "saf.."lığı Tobey adındaki elleri olan Edward Scissorhands'in daha genç hali gibi görünen yavrucağın gelişiyle değişiyor.. Onunla yakınlaşan Dawn, çocuun tecavüzüne uğruyor.. Ve fakat vagina dentatası yardımına koşuyor ve çocuk önce penisinden, sonra da hayatından oluyor.. Bu konu üzerine odaklanan Dawn, jinekoloğa gidiyor: Çat: Adam muayene esnasında 4 parmağından oluyor.. Sonrasında bi ilişki daha yaşayan ve onda dişleri devreye girmeyen Dawn'ın kendisi hakkında iddiaya girildiğini öğrendiği anda intikamı acı oluyor haliyle.. Ve son olarak da Brad'den intikam alan Dawn, artık bu noktadan sonra bildiğin seri-katile dönüşüyor..

Filmde de dendiği gibi, vagina dentata oldukça eski bi endişe: Böyle bi düşüncenin gelişmesine sebep olansa hadımlık endişesi haliyle.. Ve fakat, hadımlık endişesi sadece penis kopma (hatta kafa kesilme, diş/saç dökülmesi..) şeklinde kendini göstermez.. Birden fazla penise (fallik imge..) sahip olma şeklinde de karşılık bulabilir-
hentailerde bolca örneğini bulmak mümkünken, insanlık tarihindeki en popüler örnek Medusa'dır.. Saçları yerine yüzlerce yılan olan Medusa'nın hadımlık endişesinin vücut bulmuş hali olması fikrini, film de kısacık gösterdiği iki imgeyle (bi resim ve Clash Of The Titans'ın orijinal versiyonundan alınmış bi sahne..) destekliyor.. Bunun dışında -yine, orijinal Clash Of The Titans'tan aldığı bi kesmeyle (akrep kıskaçları..), Dawn'ın mastürbasyonunu bitiriyor-
bilinçaltı egemenliği..

Vagina dentatanın psikolojideki açıklamasıyla genital dönemle alakalı: Oedipus kompleksinde hadım edici figür olarak baba algılandığı için, anneyle ilişki kurma fikrinden uzaklaşıyor.. Ancak, babanın diil de annenin paranoyak bi biçimde hadım edici olarak algılandığı bi durum da var: Burada annenin babanın penisini "içine aldığı.." fikrini geliştiren çocuk, bu fallik anne imgesinden korkmaya başladığında, bu, vagina dentata olarak bilindışında kendisine yer buluyor: Annesiyle gireceği ilişkide annesinin kendisini hadım edeceğini fantazlayan çocuk, bu korkusunu diğer kadınlara da yansıtınca, cinsel ilişki deneyimleri sonradan oldukça sorunlu geçiyor haliyle..

Film, bu bilinçdışı durumu gerçek hayata taşıyarak oldukça başarılı bi sıçrama noktası yakalıyor, beden politikaları üzerine oldukça etkili cümleler de kuruyor:
Önce Promise'ten başlayalım: Bekaret olgusunun kaynağı oldukça eskilere dayanıyor.. Kadın bedeninin tahakküm altına alınmasının ilk adımlarından biri, birisi.. Filmde de, o tahakkümü devam ettiren bi grup var: Ve bu grup, bekareti tercih olmaktan çıkarıp, simgesi kırmızı bi yüzük olan grupsal bi sözleşmeyle kişinin söz hakkını elinden alıyor-
her ne kadar "gönüllülük.." esasına dayansa da, herhangi bi kişi, bu tercihini herhangi bi grubun şemsiyesi altına girmeden de yapabilir..
Dawn'ın yüzüğü atışı bu yönden olumlu..
Sonrasında film boyu karşımıza çıkan kadın-erkek ayrımı: Film, erkek bedenini, aynen kitaptaki erkek üreme sisteminin gösterilip, kadınlarınınkinin gösterilmemesi ironisiyle harmanlayıp servis ediyor.. İki "cins.." arasındaki farklılığı kör parmağım gözüne şeklinde gözümüze sokması da aynı ironinin bi parçası: Brad'i (True Romance'taki Brad Pitt gibi, eheh..) sadece yatakta değerlendiren ve "psycho.." olark kodlayan film, bi benzerini Tobey örneğinde de yapıyor: Gayet protagonist bi konumda filme başlayan ve "ideal.." bi profil çizen Tobey, Dawn'a tecavüze yelteniyor-
psycho'yu boşuna tırnak içine almadık..
Ve öbür "kahraman.." O da ne kadar naif bi profil çizse de, iddia uğruna Dawn'la birlikte oluyormuş meğer-
"erkek diil mi şekerim, hepsi aynı.."
Eet, film bu erkek imgelerini ironik bi biçimde servis ederken, toplumsal cinsiyet rollerini de sorguluyor: Dawn'ı onların arasında "yalnız.." ve "savunmasız.." bırakması, kendini korumak için de "vajinası.."ndan başka alternatif bırakmaması boşuna diil..

Çok dağıldım: Gayet keyifli bi iş Teeth..

*: Bu yazıyı Travis - Happy To Hang Around eşliğinde yazdım..
Read more

Mysterious Skin


İki gencm hayatından 10 yıllık bi kesit sunuyor Mysterious Skin.. Sene '81: Yerel beyzbol takımının iki oyuncusu Neil ve Brian henüz 8 yaşında.. Beyzbol takımının pedofil koçu, onları istismar ediyor.. Sonra ergenlik günlerine geliyor sıra: Neil, New York'a ruh-eşinin yanına giderken, Brian uzaylıların kendisini kaçırdığını araştırırken Neil'e ulaşıyor.. Ve onunla karşılaşıp, yaşananları "öğreniyor.."

Eet, filmde iki çocuk da istismara uğruyor ve fakat, Neil'in durumu biraz daha karışık aslında: Zira, 8 yaşındayken kendisinin eşcinsel olduğunun farkında Neil.. Hatta, annesinin o zamanki sevgilisinin hoşlandığı erkek tipinin de belirleyicisi olduğunu söylüyor filmin açılışında bi yerde.. Ve Neil, mutfakta koçla birlikte şekerlemeleri kafasından aşağı dökerken "mutlu.." Dahası, koçun onu sevdiğinden, kendisinin de koçu sevdiğinden emin.. Bu noktada, pedofili tartışmaya açıyor film: 8 yaşındaki bi çocuk kendisinden yaşça (çok..) büyük biri, birisiyle ilişkiye girdiğinde eet, bu, "suç.." teşkil ediyor ve fakat sadece kanunlar önünde.. Filmin açılışında ve Neil'in ergenlik dönemindeki ilk "iş.."inde o şekerleme yağmuru flashbacki kullanılması boşuna diil: Neil'in "en.." mutlu olduğu an o.. Ve böylesi bi durumda, Neil'in istismara uğradığından söz etmek, sınırları oldukça zorluyor.. Filmi bugün yeniden izlediğimde de aynı şeyi düşündüm: Neil'in durumunda istismardan bahsedemeyiz..

Filmde sadece Brian'ın durumu, istismar kelimesini karşılıyor.. Aniden bastıran "yağmur.." onun hayatındaki en büyük travmaya dönüşüyor.. Neil'le birlikte koçun evine giden Brian, orada koçun istismarına uğruyor, hatta fisting bile yapıyor koça.. Ancak, yaşadığı bu "deneyim..", onu mahvediyor.. O geceyi hatırlamak istemeyen Brian, onu bilinçaltının en gizli dehlizlerine hapsediyor: Ancak, bu yetmiyor: Psikojenik semptomlar göstermeye başlıyor: Yatağına işiyor, bayılıyor, burnu kanıyor vs.. S/avunma mekanizmalarından yer değiştirme devreye giriyor: Kendisini uzaylıların kaçırmış olduğu fantezisine inanmaya başlıyor-
gördüğü ufo sahnesi bu yönüyle ilginç olmakla beraber, filmin/romanın/belki de Brian'ın trüğü bence..
Hatta bu konuda, tvde izlediği bi program bu düşüncesinin daha da rasyonalize olmasını sağlıyor: Ta ki, programdaki kız ona bi hayvan cesedi gösterene kadar.. Bilinçaltında tuttuğu "gerçek..", bilince ulaştığında burnu kanıyor Brian'ın.. Ve Neil, noel arefesinde geldiğinde o geceyi hatırlıyor..

Neil'se ergenlik döneminde fahişelik yaparak para kazanıyor: Lsd emdirilmiş kağıtlar, kokain ve otla arası ii.. Ancak güvenli seks konusunda pek dikkatli diil: Hatta ilk prezervatifle tanışması da NY'de oluyor desek, abartmış olmam herhalde.. Kendisini beğeniyor, zira potansiyelinin farkında: Koçla yaşadığı aşkı unutamıyor ama.. Hatta New York'a gitmeden önceki gece, onun evinin önüne geliyor.. Neden "böyle.." bi tercih yaptığını sorgulamak istemiyorum Neil'in: Sadece şunu söyleyip başka bi yere geçicem: Fahişe olmak istemek, bpd ve narsisistik vakalarda gözlemlenebilen bişii..

Film, ele aldığı meseleye belki biraz yüzeysel yaklaşıyor, ancak karakterlerinin ve ortadaki durumun ne kadar "hassas.." olduğunun bilincinde: Bu yönüyle takdire değer yaklaşımı, özellikle Koç karakterinde fecii çuvallıyor: Zira, oldukça karikatürize bi şekilde çizdiği pedofil portresi film için fazlasıyla güdük kalıyor..

*: Bu yazıyı Ozzy Osbourne - Mr. Crowley eşliğinde yazdım..
Read more

Southland Tales


Richard Kelly'nin Southland Tales filmi, her anlamıyla "fazla.." bi film.. Upuzun, bitmiyor, bitmediği gibi fecii sıkıcı (ve saçma..) olabiliyor..

Açıkçası filmin sadece bikaç sahnesinde tavan yapan mizahını seviyorum, onun dışında söyledikleri, ya da söylemeye çalıştıklarıyla bi işim olmuyo.. Aslında bu noktada şöyle bi durum da var, filmin bu fecii plastik halinden tiksinip, söylemeye çalıştığını es geçmek de mümkün.. Ki, genel olarak yaptığım da bu.. Ancak, blog sorumluluğudur filan deyip, bi çaba, bişiiler yazmak lazım..

Lineer olarak hikayesini özetlemek oldukça zor olsa da, bikaç cümle: Amerika, tam da bağımsızlık gününde nükleer bi saldırıya uğrar.. Tabii ki, bununla baş etmek için çeşitli önlemler alan hükümet, eyaletler arası serbest dolaşımı kaldırıp, havalimanlarını trafiğe kapatıp, US-IDent adını verdiği yeni bi izleme birimi kuruyor.. Ortadoğu'da savaşlar devam ettiğinden petrole erişimi de kısıtlanınca alternatif enerji kaynaklarına yönelip okyanustaki gel-gitten faydalanarak yeni bi enerji ünitesi kuruyor..
Aksiyon filmlerinde oyunculuk yapan Boxer'sa hükümet güçleri tarafından aranıyor: Bunun sebebi, evli olduğu kişinin hükümet yetkililerinden biri, birisinin kızı olması, aynı zamanda yazdığı "Güç.." adlı film senaryosu: Bu senaryoda dünyanın sonunun nasıl olacağını tahmin eden Boxer, aslında uzay-zamanda meydana gelen bi çatlaktan geçtiği/-ebildiği için bunu yapabiliyor.. Ve fakat, o çatlaktan geçen sadece kendisi diil: Rolan da onunla birlikte çatlaktan geçmiş ve daha kötüsü, Boxer'ın diğeri ölürken, iki Roland da dünyada fink atmakta: İkisi tokalaşırsa uzay-zaman kendi üstüne çökecek..
Tabii, Amerika'nın aldığı güvenlik önlemleri de kendi direncini oluşturuyor, ve Neo-Marksistler, çeşitli eylemler yapıyorlar: Bu noktada özellikle porno oyuncusu Krysta aktif rol alıyor.. Boxer'la sevişme görüntülerini çekip, Neo-Marksistlerin bunu şantaj aracı olarak kullanmasına izin veriyor-
aslında tek düşündüğü kendi kariyeri: Ve fakat win-win prensipleri devrede..
İşte bu kaosun ortasında dünyayı kıyametten koruma görevini Boxer üstlenecek sanırken, aslında bunu Roland başarıyor ki, 2 buçuk saatlik bi süre sonunda böylesi bi twist, "Allah belanı versin Kelly.." dedirtiyor-
ha bi de, Justin Timberlake var, anlatıcı rolünde.. Ki, hiç giresim yok o konuya..

Anlaşıldığı gibi, film 11 Eylül trajedisine Kelly'nin gözünden bakıyor.. Ancak Kelly, ciddi olmak şöyle dursun, meseleyi öylesine kara-mizaha buluyor ve esprileri de zaman zaman öylesine 12'yi vuruyor ki, bu anlarda zirveye çıkıyor: Ancak, çok daha kısa sürede, çok daha damıtılmış ve ii bi film ortaya çıkabilirdi.. Bu açıdan, kötü olmuş..
Kelly'nin Neo-Marksist olarak imlediği grubu karikatürize edişi, bu tür konularda hassas olanları fecii rahatsız etme potansiyeli taşısa da, açıkçası eğlenceli olmuş: Yaşadıkları bölgedeki tüm dükkanlarda piercing ve dövme yapılması, feminist bakıştan ziyade misandrik bakışa sahip üyeleri (penis envy okumasına da gayet açık bu kısım..), uyuşturucuya yatkınlıkları ve Marx konusunda chihuahualardan bile daha cahil olmaları (ki, bu repliği duyduğumda kahkahalarla yarıldım..) filan filmi oldukça eğlenceli hale getiriyor.. İşin Amerika tarafında bikaç istisna hariç, böylesi bi eleştiri yok-
ve fakat, askere gitmektense intihar etmeyi tercih eden (ve finalde bunu başaran..) kişi aracılığıyla bikaç snde çok daha etkili bi mesaj veriyor..

Southland Tales'in aslında devasa bi proje olarak tasarlandığı herkeslercek malum: 6 serilik kitap dizisinin yanında, 3 bölümü anlatan film ve bi internet sitesinden müteşekkil proje, film ayağı gişede batınca, sadece 3 tane kitapla yetinmek zorunda kalmış-
açıkçası okumaya da pek istekli diilim..

Southland Tales, eet, kötü bi film ve fakat abartıldığı kadar kötü diil.. Kara-mizah severlerin en azından denemesinde fayda olacağını düşünüyorum..
Read more

The Box


Richard Kelly'nin son filmi The Box, nasıl desem, olmamış bi proje..

Gayet basit bi sorudan çıkış noktasını alıyor film: 1 milyon dolar karşılığında tanımadığın biri, birisini öldürmek için düğmeye basar mıydın?? Lewis çifti de bu soruya "eet.." diyerek düğmeye basıyorlar ve fakat, bu noktadan sonra parayı almalarına rağmen, işler çığrından çıkıyor..
Norma, engelli bi öğretmen: Bi gün sınıfındaki bi öğrenci neden yürürken topalladığını sorunca sebebini gösteriyor.. Norma'nın eşiyse NASA'da lens geliştirme işinde çalışıyor.. Astronot olmak istemesine rağmen, psikolojik testleri geçemediği için bu hayali de suya düşüyor..
Bi de Arlington var: Filmdeki en ii karakter, mizah anlayışı süfer bi kere: neysse,, insanların kapısına kutuyu bırakan, onlara anlaşmanın şartlarını izah eden, onları sürekli gözetleyen, ölümden dönüp, daha da güçlü bi halde yaşamına devam ediyo kendisi.. Çeşitli kurumlarla bağlantıları var filan..

Lewis çifti yaptıklarından pişman olunca, durumu düzeltmeye çalışıyorlar ancak hiçbi işe yaramıyo.. Bu noktadan sonra film (Donnie'yi andırır bi şekilde..) temasal bi sıçrama yaparak bilim-kurgu konularına kafa yormaya başlıyor ki, Donnie Darko'nun o kendine has dünyasını adeta taklit eden bi yapı kurulunca film itici bi hal alıyor.. Film olaya varoluşçu bi açıdan bak/maya çalış../tığından, Norma'nın başına gelenler, eyleminin sonucu oluyor-
da, Cameron Diaz, bu rol için ne kadar yerinde bi tercih, orası da ayrı bi parantezi hak ediyor..
Açıkçası filmde sadece Frank Langella müthiş bi performans veriyor.. Diğer oyuncular, özellikle de eş rolündeki James Marsden büyük bi inandırıcılık problemi çekiyorlar-
cameron görece daha ii tabii..

Fecii sıkıcı bi iş.. Öyle böyle diil.. "Bi insanı gerçekten tanımak mümkün mü??" ile başlayıp, "beni gerçekten tanıyor musun??", "senden bile çok..", "peki ya oğlumuzu??", "senden de çok.." gibisinden bi diyalog/sorgulama dahi var, pff..

*: Bu yazıyı A.K.A.C.O.D. - Spanish Fly eşliğinde yazdım..
Read more

Faust


Jan Svankmajer'in '94 tarihli filmi Faust, olağanüstü güzellikte haliyle.. Öyle böyle diil..

Hikayesi şöyle: Faust, metro istasyonundan çıktığında yolda broşür dağıtan iki adamdan biri, birisi ona (da..) bi kroki veriyor: Bi tiyatro salonuna çıkan krokiyi Faust, yere atıyor.. Evine giderken tuhaf bikaç olayla karşılaşıyor, anne ve kızı merdivenlerden iniyor, Faust kapısını açtığında evden bi siyah bi tavuk çıkıyor-
ki, daha bu imgeyle Svankmajer, açgözlülüğe vurgu yapıyor..
Evinde bişiiler atıştırırken hava kararıyor birden, yıldırım düşüyor, eşyalar hareket ediyor.. Faust, krokideki yere gitmeye karar veriyor.. O noktada, koşarak çıkan bi adam görüyoruz..
Çeşitli olaylar/büyüler birbirini izliyor ve Faust, Mephisto'yla anlaşıyor..
En sonundaysa Mephisto'ya direnen Faust, arabanın altında kalarak can veriyor-
film circle kurguya sahip olduğu için, "yeni.." Faust'umuz kim oluyor dersiniz?? Jan Svankmajer'in bi sonraki filmi Spiklenci Slasti'de başrollerden biri, birisini üstlenecek Petr Meissel-
ki, her gördüğümde "ehehe.." diye gevriyorum ister istemez..

neysse,, yabancılaşma dedik: Kukla ve kil animasyonlarının yanı sıra, oyuncu performansı ve kukla-oyuncu birleşimli performanslardan da bolca yararlanan Svankmajer, adeta gövde gösterisi yaparken, klostrofobik bi atmosferle ördüğü filminde bolca Brecht-vari yabancılaşma efektleri kullanıyor: Kuklaları oynatan eli, Mephisto'nun kükürt buharıyla ortaya çıkışı/yok oluşu, Mephisto'nun geldiğini haber veren bi el tarafından sallanan "metal levha..", kullanılan dekorlar ve bunları yıkıp yeniden inşa etmesiyle sürekli "yapay.." bişii izlediğimizi hatırlatıyor.. Ve fakat, bu tercih, filmi kesinlikle sıkıcı ya da itici yapmıyor, aksine büyülüyor.. Hatta benim gibi pek fazla Faust sevmeyen bünyeleri bile kendine bağlayabiliyor..

Tabii bi de, meselenin Okült ayağı var: İnsanın Şeytan'la anlaşma yapması yeni bişii diil.. Ghost-Rider gibi acayip popüler örnekleri bi yana, ödülünü "bu dünyada.." alma fikrinin eski çağlarda yaşayan insanları da kendine bağlaması normal.. Ve fakat, Faust, Lucifer'ı da "en az.." Tanrı kadar güçlü gören anti-teist öğretiye biraz da sekte vuruyor: Zira, kitapta bu iki güç Faust için iddiaya girerken, filmde Faust kendisi (açgözlülüğü sebebiyle..) Mephisto'yu çağırıyor.. Ayrıca kitapta Faust, kendi isteğiyle ölürken, filmde anlaşmadan vazgeçmek istiyor: Hatta bunun için Tanrı'ya dua bile edecekken, Mephisto devreye giriyor.. Bu noktada, Svankmajer, yine bi müdahalede bulunuyor, Faust'un Helen'le yaşadığı ilişkiyi Succubus olarak kodluyor..

Süfer bi iş..
Read more

The Cove


The Cove, Japonya, Taiji'de yunusların korkunç şekillerde öldürülmesini ve gösteri dünyasına satılmak için yakalanmasını anlatan adeta gore bi belgesel..

Flipper'ın eğitmeni Richard O'Barry'nin yunusları korumak için seferber olmasının bi hikayesi de aynı zamanda: Adı geçen dizide kullanılan 5 yunusun eğitmeni olan O'Barry, 7 sene bu işten gani gani para kaldırıp, her sene fecii paralar kazanıp, garajına Porsche dizerken, bi gün eğittiği Cathy'nin kollarında intihar etmesi dolayısıyla kendini yunuslara özgürlük sağlamaya adıyor.. Ve uzun yıllar bu şekilde yunusları kurtaran O'Barry, sonunda Taiji'de olanları da görüntülemeyi başarıyor..
Belgeselin birinci ayağı bu..

İkinci ayağıysa Japon hükümetinin IWC bünyesindeki rolü var: Balina avcılığında eli kolu kısmen bağlanan Japonya'nın yine de çeşitli boşluklardan faydalanması, balina avcılığından rotasını yunus avcılığına çevirmesi, fakir ülkelere para yardımıyla onlardan balina avcılığına getirilen yasakları kaldırmaları için oy istemesi, yunuslardaki civa miktarının fazla olmasına rağmen okullarda öğrencilere ücretsiz dağıtılması, marketlerde satılan balina etlerinin aslında yunus eti olması vs.. gibi şeyler birer birer faş ediliyor..

Üçüncü ayağıysa belgeselin beni en çok yabancılaştıran yönü: Tercih ettiği anlatım teknikleri: Adeta konvansiyonel bi aksiyon filmi gibi ilerleyen bu bölümlerde fecii şekilde olaydan kopmak mümkün: Hatta öyle ki, bi ara belgeselde en önemli şey yasak bölgeye girmek ve oraya ekipmanları yerleştirmek haline gelince "e ohaa ama.." derken bulabiliyorsunuz kendinizi-
ben buldum, ondan şeyettim..
Bu bölümler daha kısa tutulsaydı veya, heyecan unsurunu artırmak için gerilimli müzikler filan zırt-pırt patlamasaydı, daha ii olabilirdi, eminim.. neysse,,

Ve final bölümü: Korkunç bi katliamı, kanla kaplı koyu, çırpınan yunusları gördüğünüzde lanet ediyorsunuz..
Read more

Food, Inc.


'08 yapımı Food, Inc.. insanı fecii şekilde geren bi belgesel.. Konu yiyecek olunca, ister istemez endişeleniyorsunuz.. Film, her ne kadar Amerika'daki duruma odaklansa da, üç aşağı-beş yukarı dünyanın her yerinde benzer tabloların olduğunu biliyorsunuz..

Film, olağanüstü güzel bi tespitle açılıyor: Marketten aldığımız ürünlerin üzerinde çiftlik resimleri olmasına, "doğal.." vurgusu yapılmasına rağmen, günümüzde hala bunun böyle olup olmadığını merak ederek, araştırmaya başlıyor.. Ve tabii ki, korkunç sonuçlara ulaşıyor..

Kendi adıma, vejetaryen diilim.. Özellikle de deniz ürünlerine hastayım.. Kırmızı eti, sadece özel yemeklerde, beyaz etiyse arada bi tüketirim.. Her ne kadar bu etlerin berbat yöntemlerle üretildiklerini bilsem de, damak zevki filan, vazgeçemiyoruz işte.. İşte bu belgeselde de, preslenen domuzları, normal bi tavuktan 2 katı kadar büyüklüğe sahip tavukların 48 günde "yetiştirildiklerini..", ineklerin otla diil de mısırla beslendiğini öğrenmek, korkunç bi etki yapsa da bünyede, belgesel bittiğinde "bundan sonra kırmızı ve beyaz et tüketmiycem.."le, "e yani??" arasında salınırken bulunuyorsunuz kendinizi-
gelicem buraya yine..

Filmdeki anlatıcılar, iki önemli dönüşümden bahsediyorlar: McDonald's'ın sektörde yaptığı "devrim.." ve Amerika'daki mısır ve soya üretiminin abartı bi şekilde artması..
McDonald's'ın kar marjını artırmak ve giderlerini düşürmek için çeşitli önlemler almasının, gıda sektörünü (adeta geri döndürülemez..) bi dönüşüme uğratması çarpıcı bi şekilde ortaya konuyor belgeselde: İşçilerin sadece tek görevlerinin olmasının işgücü kaybını "önemsiz.." hale getirmesi ve bu sayede oldukça düşük ücretli işçi çalıştırabilmesi ve şirketin sürekli olarak artan et, patates, salata, domates (ve dahi elma: ohaa..) ihtiyacını karşılamak için üreticilerin çeşitli yöntemler geliştirmesi şu anki durumun asıl sebebi olarak göze çarpıyor.. Artan ihtiyacı karşılamak için hayvanlar sağlıksız koşullarda hızlıca "şişirilirken..", sebze ve meyveler de çeşitli katkı maddeleriyle menülerdeki yerlerini alıyorlar..

İkinci olaysa, Amerika'daki korkunç mısır ve soya üretimi: Mısır ve soyanın bu denli verimli ve fazla üretilmesi/-ebilmesi, ucuz olmasını da beraberinde getiriyor haliyle: Ve piyasadaki çoğu ürünün içeriğinde kendine yer bulabiliyor.. Ki, ürün skalası o kadar geniş ki, insan yediklerinden tiksiniyor.. Bu noktada özellikle Monsanto'nun soya patentini alması ve buna dayanarak "hak.."kını koruma çalışmalarına ayrılan bölüm oldukça doyurucu..

Bunun dışında film kapsamlı bi konuyu görece kısa bi sürede özetlemek zorunda kaldığından, episodik bi şekilde ilerliyor.. Arada bi, izleyeni ferahlatmak için eklendiğini düşündüğüm tablo gibi genel planlara başvuruyor: Ki, ii de yapıyor-
gerçi, belgeseli tökezlettiğini de iddia etmek mümkün olabilir..
Çeşitli dava örneklerine de yer veren Food, Inc., yiyeceklerin nasıl bu kadar "ucuz.." olabildiği konusunda yeterli bi içerik sağlıyor..

(Paranteze geri dönüş..)
Food, Inc. aynı zamanda aktivist bi film-
ki, bu yönüyle bile takdire değer: Finalinde seyirciyi bişiiler yapmaya davet ediyor.. Ancak, gıda sektöründeki (filmde dendiği gibi..) "tohumdan markete kadar.." olan süreç öylesine kapalı bi sistem ki, tüketicinin neler yapabileceği konusu muallakta kalmaya devam ediyor: Organik ürünleri öneren belgesel, eet, "ideal.." bi çözüm sunuyor ancak, marketten "pahalı.." sebze/meyve almak yerine, "ucuz.." olduğu için hamburgeri tercih eden aile gibi, sacın ekonomik ayağı konusunda pek laf etmiyor.. Bu bağlamda biraz ütopik kalsa da, olağanüstü bi girişim Food, Inc.. Amerika'da sadece 155 salonda gösterim şansı bulabilmesi bile büyük bi başarı..
Read more

Das Weisse Band - Eine Deutsche Kindergeschichte


Michael Haneke'nin şimdilik son filmi Das Weisse Band, olağanüstü olmasının yanı sıra, Haneke'nin sinemasında ikinci bi dönemin de başlangıcını işaret ediyor bana kalırsa..

Hikayesi şu: Almanya'nın bi köyünde önce bi doktor atından düşerek yaralanıyor, sonra türlü çeşitli "kötü.." olay meydana geliyor, halk (ve baron..) suçlu avına çıkıyor, olaylar kontrolden çıkınca başka dedektifler de geliyor ve fakat, kimse bu olayları kimin yaptığını bilmiyor.. Aslında çok da önemli diil bu.. Köydeki üç kişi oldukça iktidar sahibi: Baron zengin olduğu için, papaz din adamı olduğu için, doktorsa insanları tedavi ettiği için-
öğretmeninse bi iktidarı yok..
Baron'un ahırı ve oğlu bu "kötülük.."ten zarar görünce, ilişkisi de sekteye uğruyor..
Peder, kendi çocuklarını eve geç geldiği için fecii şekilde cezalandırırken, onların bu kadar "kötü.." olabileceğini inkar ediyor..
Doktorsa köyün ebesiyle "gizli.." bi ilişki yaşarken, aynı zamanda kızıyla ensest soslu bi ilişki deneyimliyor..

Film, iki kuşağı karşı karşıya getirirken, dönüşümü olağanüstü bi şekilde resmediyor.. Kendi kurallarını din ve sınıf bilinciyle oluşturmuş toplumun yaşlı bireyleri, imzaladıkları o görünmez sözleşmeye uygun davranır ve bu şekilde "düzenli.." bi hayat sürerken, yeni kuşak, açık açık olmasa da, gizli ancak olağanüstü güçlü bi dirence sahip bi şekilde buna karşı çıkıyor.. Çocukların hedef aldıkları "şey.."ler bu yönüyle oldukça sembolik anlamlar taşıyor: Olaylar doktorun geçeceği yola tel gerilmesiyle başlıyor.. Baronun oğlu kaçırılıp dövülüyor, ahırı kundaklanıyor, ebenin çocuu da dövülüyor, hatta neredeyse kör oluyor, papazın kuşu öldürülüyor-
çiftçinin eşinin ölümüne ve sonra yaşananlara ayrı bi parantez açıcam..

Aralarında güçlü bi iletişim olduğunu düşündüğüm çocuklar, çeşitli dürtülerle (kendilerini korumak, mesaj vermek, sınıf kini vs..) eyleme geçiyorlar: Olaylar kontrolden çıkmaya başladıklarında çocuklardan biri, birisi dayanamıyor ve öğretmenine anlatıyor bu olayı.. Ve fakat, iki çocuk ve iki sahne kilit öneme sahip..
Martin'in "Tanrı'ya beni öldürmesi için bi şans verdim.." repliği.. Martin'in inanılmayacak kadar soğukkanlı söylediği bu cümle, aslında onun için bi dönüm noktası: Tanrı'ya inanmaktan vazgeçiyor..
Diğer çocuksa, papazın küçük oğlu: Bulduğu yaralı serçeye bakmak için babasından izin isteyen ve olur alan çocuk (adını unuttum..) serçe eski haline geldiğinde onu öldürülen kuş yerine babasına takdim ediyor.. Babası tarafından hiç cezalandırılmamasının, beyaz kurdele takmamasının sebebi bu: Kurulu düzene itaat etmeyi "öğrenmiş.." olması..

Çiftçinin eşinin ölümü ve akabinde yaşananlarsa, klasik suç-intikam düzleminde ele alınabilir: Kadının oğlu buna karşı gelir ve kendince intikam alırken, her defasında babasının engellenmesiyle karşılaşıyor.. Sınıfsal farklılığı içselleştirmiş babaya karşılık, "çılgın.." bi oğul..

Haneke'nin küçük bi köyden Avrupa tarihine kendi gözünden baktığı bu çalışmayla, Haneke'nin filmografisindeki değişimleri de incelemek gerektiğini düşünüyorum: La Pianiste'e kadar, şiddeti göstermeyi tercih etmeyen Haneke, bu filmle birlikte şiddeti (özellikle de Cache'deki o olağanüstü intihar sahnesinde misal..) "saklı.." tutmak yerine, göstermeyi tercih etmeye başlamıştı-
ancak gösterdiği "porno.." sınırına hiç girmedi, o ayrı..

Das Weisse Band'sa, daha çok Le Temps Du Loup, Cache ve 71 Fragmente Einer Chronologie Des Zufalls'a yakın duruyor, ancak şu farkla: Haneke'nin şimdiye kadar hiç olmadığı kadar stilize.. Hikayesini klasik bi akışla sunması, voice-over kullanması da şimdiye kadar pek tercih etmediği anlatım teknikleriydi.. Ana-akım sinemaya göz kırpma olarak yorumlanabilecek (özellikle de Funny Games U.S. düşünüldüğünde daha bi anlam kazanıyor..) bu tercihi , "sakinleşmek.." olarak da yorumlamak mümkün-
olgunlaşmak diyecektim de, "ohaa.." dedim bi an kendime..

Haneke ne düşünüyordu bilmiyorum ama, bu tercihleriyle Das Weisse Band, hiç olmadığı kadar "klasik.." bi film olmuş.. Kendisinin başyapıtı bana göre hala La Pianiste ve fakat, filmografisindeki en "olgun.." (dedim..) ve başarılı filmi olmuş..
Olağanüstü teknik işçiliği, mükemmel görüntüleri ve müthiş oyuncu performansları da cabası..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.