Gremlins



Bitmesini istediğim bir yıl '11.. En son '08'in bitmesini bu denli istemiştim.. Yeni yıl, şu ankinden daha farklı gelmeyecek muhtemelen, ama işte: Kimi şeylerin değişmesini umutla bekliyorum.. Sene sonu/yeni yıl filmi için ilkin Breakfast At Tiffany's'i yazacaktım, sonra vazgeçip Gremlins'i seçtim.. Sebebi basit: Kate'in yeni yıl için hissettikleri..

Mucit babanın oğluna yeni yıl hediyesi olarak Mogwai almasıyla gelişen olayların, "Noel Gecesi Kabusu"na dönüşmesini konu eden Gremlins'in bir kuşağı etkilediğini yaşayarak/izleyerek öğrendik.. Gizmo'nun şirinliği, Gremlinlerin espri anlayışı vs.. Filmin arka planındaysa bir babanın çabaları var: Küçükkken hiç dikkatimi çekmeyen bu ayrıntı, her ne kadar komediye bulansa da, dramının naifliğiyle yeri geldiğinde gözyaşlarına boğabilme potansiyeline bile sahip-
moralim bozuk olsa ağlayabilirdim, evet..

Kate'in yaşadığı travma sonrası Noel'den hoşlanmaması her ne kadar senaryo açısından "kızın bir geçmişi olsun.." bağlamında olsa da, Noel hakkında söylediklerinin altını boşaltmıyor.. Ayrıca evet, sevmek zorunda değiliz..

Annenin mutfakta gremlinleri öldürdüğü sahneyle, Barda ve sinemada geçen sahneleri filmin zirvesi.. Gremlinlerin liderinin kaykay ve üç tekerlekli bisiklet üzerindeki sahneleri de müthiş.. Gizmo her ne kadar sevimliliğiyle çocukken kalbimizin bir numarası olsa da, büyüdük(ve kirlendik)çe gremlinleri daha bir sempatik bulmaya başlamış, hatta kimilerimiz işi Gizmo'dan nefret etmeye değin götürmüştü-
onlar kendilerini biliyorlar, ben hala o noktaya gelemedim.. Ama gremlinleri Gizmo'dan daha "şirin" bulduğumu belirteyim.. 

Göndermeleri, olağanüstü kimi sahneleriyle, yucinematek'in '11'i kapatan filmi oldu Gremlins.. Herkese iyi seneler..

Read more

La Piel Que Habito



'11 yapımı Pedro Almodovar filmi La Piel Que Habito, son derece rüküş bir film.. Almodovar'ın son dönemdeki çoğu filmi gibi benzer temaların iddialı kadrajlarla kolajlanmasından fazlasını bulamadım..

Filmin hikayesi lineer olarak şöyle: Marilia, iki farklı adamdan iki çocuk dünyaya getirmiş bir hizmetçi.. Oğullarından biri evin sahibinden, ki ünlü bir plastik cerraha dönüşüyor büyüdüğünde.. Diğeri ise başka bir adamdan ve "sorunlu.." Sorunlu çocuk Robert'in eşiyle yakınlaşıyor, birlikte kaçıyorlar, araba kaza yapınca Robert'in eşinin vücudu yanıyor, Robert onu tedavi etmeye çalışırken eşi intihar ediyor.. Bir süre sonra Robert'in kızı tecavüze uğruyor ve adamımız da intikam almaya karar veriyor..

Tim Burton Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street'i çekerken"kanlı" film çekmek istediğinden bahsetmiş ve ortaya ucube bir şey çıkmıştı.. Almodovar'ın filmindeki tıraş etme sahnesinde aklıma Tim Burton geldi.. Senaryosundaki intikam arzusu, psikopatlık ve twist bağlamında Oldboy'la yarışabilecek düzeyde olan La Piel Que Habito, ne yazık ki, görsel açıdan taşıdığı onca ihtişama rağmen, son derece vasat..

Filmde, çoğu Almodovar filmindeki gibi bir "her şeyden bahsetmeliyim.." tadı alıyorsunuz.. İşte bu her şeyden bahsetme arzusu, filme zarar veriyor: Hiperaktif bir çocuk gibi odaklanma sorunu yaşıyor film: Evet, hepsinden birer tutam var: Bir kadının trajedisi, bir genç kızın trajedisi, bir baba-cerrahın trajedisi, tecavüz eden gencin trajedisi, bir anne-hizmetçinin trajedisi, intikam arzusu, baba-cerrahın eserine olan tutkusunun intikam tutkusunu yenmesi, tecavüz edenin tecavüze uğrama trajedisi, yeni kimliğin kabul edilme süreci, esere olan tutkunun gözleri kör etmesi, geçmişe dönüş arzusu vs.. vs.. Film o kadar çok şeyi konu ediyor ki, hepsini anlatmaya çalışırken odaklanamıyor.. Odaklanamadığı gibi, kimi zaman kaş yapayım derken göz çıkarıyor..

Her şeyden önce bireysel adalet tarafında saf tutarak son derece yanlış yapıyor film: Üstüne üstlük bunu cinsel kimlik üzerinden işleyerek son derece cinsiyetçi okumalara kapı aralıyor: Tecavüz gibi bir suça öngörülen "ceza", bir insanın cinsiyetini değiştirmek oluyor ki, 21. yy hadım etmesinden başka bir şey değil.. Filmin bu bölümleri "fikir.." olarak perdede son derece catchy dursa da, sorunlu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.. Meseleye eleştirel bakabildiği tek nokta, Vera'nın Robert'ten intikam aldığı sahne.. Onun dışındaki 6 yıllık sürecin ayrıntılarını anlatırken, hiçbir eleştirel doneye rastlayamıyoruz.. Bir de tabii "hak" meselesi var: Zengin olmanız, evinizde ameliyathanenizin olması gerekiyor tabii hak aramak için.. Filmde polisin olduğu tek sahneyse, "fakir" bir annenin kaybolan oğlunu aradığı ve polisin "ceset ortadan kaybolmuştur.." beyanından ibaret.. Röh..

Falan filan..


Read more

Eastern Promises



Cronenberg'in yönettiği '07 yapımı Eastern Promises'in "en" özelliğinden bahsederek başlayayım: Kariyeri boyunca "sadece kadın oyuncuların vücudunu gösteriyor.." diye eleştirilen yönetmen, Eastern Promises'teki antolojik hamam sahnesiyle eleştirilere son noktayı koydu..

Tatiana, 14 yaşında Rusya'yı terk ederek, bir arkadaşı sayesinde Londra'ya geliyor, ve tabii ki mafyanın eline/içine düşüyor.. Kirill'in başarısız tecavüz girişiminden sonra Semyon işi halledip, uyuşturucu verdikleri genç kadını fahişeliğe zorluyorlar, ve fakat Tatiana hamile kalıyor ve kaçıyor.. Olayların fitilini ateşleyen bu kaçış sonrası film, birçok koldan akmaya başlıyor, mafya içi hesaplaşmalar, Anna'nın verdiği mücadele, FSB ajanı Nikolai'ın mafyanın tepe noktasına çıkması vs..

Açıkçası filmi diyelim bir Gomorra gibi belgesel tadında izleyemiyorsunuz, çünkü soğuk savaştan beri Rus'lara (genelleyelim eski SSCB'ye) karşı oluş/turul/an önyargının izlerini bu filmde de sürmek mümkün.. Evet, film birçok gerçeği yüzümüze çarpıyor: Ekonomik zorluklar yüzünden ülkelerinden kaçıp başka ülkelerde fahişelik yapmak zorunda kalan/bırakılan kadınlara "Nataşa" kültürüne sahip bir ülke olarak biz de çok yakından tanıklık ediyoruz.. Oligarkların inşa ettikleri zengin dünyanın giderek mafyalaştığını da.. Filmin mekan olarak Londra gibi kozmopolit bir yeri seçmesi de bu açıdan sorgulanabilir: Çok-kültürlülük bağlamı, filmin bir yerinde Stepan'ın ırklar hakkında söyledikleriyle zıvanadan çıkıyor: Çeçenler hakkında söylenenler vs.. Kirill'in hakkındaki (ve alttan alta filmde de hissettirilen) "ibne"liği filan.. Filmdeki karakterlerin eylem/söylemleri, dediğim gibi belgesel tadından uzaklar.. Nikolai'ın aslında bir ajan olması da meseleye iyice tuz biber ekiyor.. Eh, çünkü soğuk savaştan beri biliyoruz ki, Ruslar -hep, "kötü adam"lar, öyle böyle değiller..

Filmin, tek ilginçliği şu: Ruslar'la savaşanlar da (Anna, Nikolai) Rus.. Ancak bu ilginçlik de sorunun "kültürel" olduğuna işaret etmek gibi dezavantaja sahip..

Evet, son derece sert bir film Eastern Promises, ancak bu, dünyada sadece Rus kültürü/ekonomisi/mafyasına ait bir olgu değil: Taylandlı çocuk-fahişeler, Çinli çocuk-işçiler, beyaz kadın ticareti, uyuşturucu ticareti, cins hayvan ticareti vs.. Liste uzayıp gidiyor.. Kimi zaman devletleşen organize örgütler hakkında konuşmak için meseleye ırk bazında değil de, daha geniş bir perspektiften bakmak gerektiğini düşünenlerdenim.. Çünkü bu örgütler tek başlarına çalışmıyorlar..

Oyunculukların hepsi üst düzey.. 
"Siktirin gidin.. Orospu.." 

Read more

A History Of Violence



[Kahve insanı olmama rağmen, bugün sabahtan beri içtiğim 4. Kupa çay bu..]

Cronenberg'in '05 yapımı filmi A History Of Violence gösterime çıktığında izleyenleri ikiye bölmüştü: Eski Cronenberg dünyasından izler bulamayanlar filmi eleştirirken, Cronenberg'in bu yeni halini beğenenler de olmuştu..

Seçki başladığından beri Cronenberg hakkında pek de konuşmadığımı fark ettiğimden böyle bir giriş yapmayı uygun buldum: Evet, Cronenberg beden üzerine çektiği onlarca filmle kült yönetmenler arasında kendine çok özel bir yer edinmişti.. Kariyerinin zirvesi bana göre Crash olsa da, kendisinin ilk (ve orta) dönemlerini arayanlar da yok değil.. Fimografisine baktığımızda yönetmenin kariyerini 3 döneme ayırabiliriz: İlkin görece düşük bütçeli saf body-horror üzerine yoğunlaştığı dönem, ki kendi adıma bu dönemki filmlerini sevmediğimi belirtmiştim ilgili filmlerle ilgili yazılarda..

İkinci dönemse benim Videodrome'la başlayan "büyüyen" Cronenberg dönemi.. Belli bir dikkat çeken yönetmenin mainstreame yaklaştığı bu dönem, sadece body-horror değil, felsefik, psikolojik ve sosyolojik donelerle zenginleştiği için Cronenberg'in en kayda değer işlerini  içeriyor..

Üçüncü dönemse Spider'la başlayan "yıldız stüdyo yönetmeni" dönemi.. Bunun getirileri kadar, götürüleri de oldu.. A sınıfı oyuncularla çekilmiş, dünya çapında gösterime giren filmler ödül sezonlarının değişmezleri arasına girmeye başlarken, Cronenberg'in alışıldık imgelerinden  uzaklaşmaya başladığının göstergesiydi.. Aslında buradaki şey, bana kalırsa Cronenberg'in meseleye salt "beden" üzerinden bakmaktan vazgeçmesi.. Zira psikolojik/felsefik altyapısının ne denli güçlü olduğunu bildiğimiz yönetmen "ruh"u da meselesine dahil ediyordu.. Ancak "somut" şeyler görmeye alışkın bünyeler bu yeni-Cronenberg'e uyum sağlamada zorlandılar..

A History Of Violence'sa çok iddialı bir isme sahip olma handikabı dışında herhangi bir falso içermeyen bir yapım-
geçmişe döndüğümde filmin bu iddialı isminden dolayı adeta antropolojik bir araştırma içereceğini düşünmüştüm, evet :((

Amerika'nın artık işlene işlene eprimiş, banliyö yaşamına, diğer banliyö filmlerine oranla çok daha kesif bir noktadan bakıyor A History Of Violence: Yıllardır aynı yastığa baş koyduğunuz, çocuklarınızın babası aslında "o" değilse neler olur?? Filmin finali bu açıdan çok manidar: Taşıdığınız onca acıya rağmen, aynı masaya oturup yemek yersiniz..

Film de bu "aynı"lığı oldukça karamsar bir şekilde vurguluyor: Evin kızı çığlık atarak uyandığında tüm aile, son derece plastik bir samimiyet halesi altında bir araya geliyor.. Sabah kahvaltıları, beyzbol maçındaki "son dakikada" maç alma olayları, otelde gerçekleştirilen ponpon kız fantezileri filan: En kitschinden bir Amerikan ailesi izlediğimiz.. Tom'un dükkanına gerçekleştirilen saldırı sonrasında bu cilalı yüzeyden eser kalmıyor.. Başta inanılmayan şeyler (Tom'un Joey olduğu, çocuğun kendine olan güveni..), zamanla gerçekleşmeye başladığında aile büyük bir trajediye sürükleniyor.. Çocuk uzaklaştırma alıyor, Tom adam öldürmeye devam ediyor, Edie şerife yalan söylüyor.. Ailenin bireyleri, başlangıçtaki kitsch dünyalarına geri dönmek için insanüstü bir çaba sarf ediyorlar.. Dönüyorlar da..

Edie'nin yaşadıklarının çok da iyi ayrıntılandırılmadığını düşünüyorum, aslında bu denli testosterona bulanmadan, çok daha psikolojik bir film olabilirdi A History Of Violence: Edie'nin iç dünyası (ki, korkunç bir travma aslına bakarsanız, kocanızın eski bir mafya tetikçisi olduğunu öğrenmek) hakkında bir "kadın filmi" yapılabilirdi..


Read more

eXistenZ



[Kimse de demiyor ki aga kronolojik olarak gitmen gerekirken film atlamışsın diye..]

David Cronenberg'in '99 yapımı filmi eXistenZ, örneğine pek de sık rastlamadığımız bir gerçek/lik üzerine.. Ya dünya, bildiğimiz gibi değilse??

Biliyorsunuzdur: Second Life'ın artık gerçek hayattan hiçbir farkı yok.. Net erişiminiz yoksa bir benzerini Sims karakterlerinizle yaşayabilirsiniz: Uzun süredir ilk-orta-lise çağındaki kızlarımızsa Stardoll dünyasında yaşıyorlar, bir kısım gençlik günlük programlarını Ogame saatlerine göre yapıyorlardı.. Tabii, teknoloji de gelişti, Wii'yle joystick anlayışımız değişti, Guitar Hero enstrümanlarıyla virtüöz bile olduk (South Park'ın çok güzel bir bölümü vardı bununla ilgili), Microsoft'un şimdiye dek kullandığımız joystickleri devre dışı bırakan teknolojisi Kinect filan derken, oyun dünyası alıp başını gitti.. Haliyle böyle dönemlerde eXistenZ'in tartışmaya açtığı konulara daha fazla eğilmek gerekiyor-
ya da oyununuzu oynamaya devam edin..

eXistenZ'in başlangıcında oyun tasarımcısı Allegra'ya suikast girişiminde bulunuluyor ve Ted'le ikisi kaçmaya başlıyorlar.. Allegra eXistenZ'in yeni versiyonunun zarar görüp görmediğini anlamak için güvenebileceği bir "arkadaş"la oyuna bağlanmak istiyor, bununla birlikte Ted'in bioportu yok.. Ted, bioport sahibi oluyor ve oyuna bağlanıyorlar.. Orada yeni bir oyunu denemeye başlayan ikili, kendilerini adeta bir savaşın içinde buluyorlar: Gerçekçiler (underground oluşum) ve sanal gerçekçiler (oyunun 3. katmanındaki şirket..) arasındaki savaşta Allegra ve Ted de karşı karşıya geliyorlar finalde.. Ancak bu final, filmin finali değil.. Twistle asıl gerçe/kli/ğe dönüyoruz, ancak filmin muallak finaliyle "uygarlığın huzursuzluğu"nu yaşarken buluyoruz kendimizi..

Her şeyden önce filmle ilgili belirtmem gereken bir şey var: Ted'in Allegra'nın bioportunu dillediği sahne inanılmaz erotik ve fetişist-
en az bu sahne kadar erotik ve fetişist bir sahne de Shallow Grave'de vardı..

Twiste kadar bizzat sanal gerçekliği yaratan kişi olarak tanıdığımız Allegra, twistten sonra karşımıza son derece katı bir gerçekçi olarak çıkıyor.. Allegra'nın benzin istasyonundaki gerçekliği duyu organlarıyla kontrol ettiği sahne bu yönden öne çıkıyor: Ted içerideyken, Allegra duvara dokunarak, yerden toz kaldırarak, taş atarak adeta bir kör gibi eXistenZ'in evrenini keşfederken, ironik bir biçimde karşısına mutant çıkıyor.. Benzer şekilde Ted de Ski Club'da kaldıkları yerde sarı bir sandalyeye "dokunarak" gerçek olup olmadığını sorguluyor.. Beş duyumuzla algılayabildiğimiz için "gerçek" sandığımız evren, doğrudan sinir sistemimize bağlanan podlarla bir oyunun parçasına dönüşürse ne olur peki?? Öyle bir durumda hangi algımıza güvenebilir, gerçe/kli/ği nasıl tanımlayabiliriz?? Ucuz bir b-film tanıtımıyla devam edersek: Gerçe/kli/ğin Peşinde: eXistenZ, bu sorgulamayla da yetinmeyip konu ettiği savaşla iki grubu karşı karşıya getiriyor.. 

eXistenZ, makineyle insanın iç içe geçtiği bir singularity evreninde değil, muhtemelen ondan bir önceki dönem olacak makine-insan birleşimi hakkında öngörülerde bulunuyor.. Savaş da bu yüzden çıkıyor zaten: Bir sonraki evreye geçip makinelerle bilincimizi bütünleştirmek mi, yoksa "bu" şekilde kalmak mı?? Sonraki dönem üzerine birçok eser bulmak mümkün, ancak eXistenZ, öncesine odaklanarak geçişin o kadar da kolay olmayacağını imliyor.. Bu yönüyle aslında benzerlerinden son derece ayrıksı bir noktada duran bir film eXistenZ: Zira örneğin bir Matrix gibi apokaliptik siber dünyada geçen filmlerde bu geçiş "zaten" yaşanmıştır, isyan bu geçişten sonra çıkmıştır.. 

Oldukça etkili bir "şey" eXistenZ.. Ayrıca o podlardan ben de istiyorum.. Bir de çoğu kişinin tiksindiği Çin lokantasındaki sahne iştah açıcı olmasa bile oldukça "güzel.." İlginçtir, Jude Law'ın en "güzel" göründüğü sahne de o..

Read more

Hugo



Martin Scorsese'nin '11 yapımı filmi Hugo'yu ancak bugün, ve hatta A Dangerous Method yerine seçerek, izleyebildim-
çalışmak kötüdür..

Filmin hikayesini özetlemekle uğraşmayacağım.. Bahsetmek istediğim şey Martin Scorsese'nin tutkusu-
başka bir şey daha var, ona sonra geleceğim..

İlk olarak '90'da sonrasında da '07'de kar amacı gütmeden sinema vakıfları kurarak eski filmlerin restorasyonunu üstlenen bir figür her şeyden önce Martin Scorsese: Hatta ülke sinemamızın önemli filmlerinden Susuz Yaz'ın ve Hudutların Kanunu'nun restorasyon işlemleri için gerekli ücreti de World Cinema Foundation sağlamıştı..  Sinemaya ne kadar değer verdiğini de takip ediyorsanız, biliyorsunuzdur.. Açıkçası belli bir dönemdir (Gangs Of New York'la başlayan bir süreç diyelim) Scorsese filmi izlemek istemiyordum.. Gangs Of New York'u beğenmemiştim, sonra ne olduysa Oscar muhabbetinin cılkı çıktı, Departed bana göre tam bir fiyaskoydu.. Oscar sonrası da Scorsese sinemasına uzak kalmaya devam ettim.. Ta ki Hugo'ya kadar.. 

Hugo'yu izleme sebebimse üstteki paragrafın giriş cümlesinde yatıyor: Bir sinema-sever olarak Martin Scorsese figürü.. Bu figür bana "yönetmen" Scorsese'den daha çok hitap ediyor.. Hugo'da da işin teknik kısmını bir yana bırakırsak, filmin ruhuma dokunduğu anlar da tam olarak "yönetmen"  Scorsese'nin değil, sinema-sever Scorsese'nin devrede olduğu anlara denk düşüyor.. Melies'in -kendi ağzından- geçmişini anlattığı o olağanüstü bölüm mesela: Gözlerim doldu.. Benzer şekilde teşekkür konuşmasını yaptığı sahnede de.. Çünkü oradaki şey -nasıl desem, saf-sinema-sevgisi.. Scorsese'nin de bir yönetmen olarak Melies'e karşı duyduğu sevgi-saygıyı hissedebiliyorsunuz o sahnelerde.. Ben hissettim, hatta teşekkür ertesinde perde açıldıktan sonra ağlamaya başladım..

Öte yandan, Melies'i sinema-tv öğrencilerinden daha fazlasına tanıtma gibi bir işlev görüyor Hugo.. Ki, değinmek istediğim diğer konu da bu: Artık çoğu şeyi sinemadan öğreniyoruz: Yunan mitolojisi, Facebook'un kuruluşu, önemli şahsiyetlerin hayatları, uzak-yakın geçmişteki kültürel/siyasi olayları vs.. Evet, modern insanın vakti pek yok belki, ama; filmler aracılığıyla öğrendiklerimiz yeterli mi?? Dahası bu filmlerde edinilen "hap" bilgilerin, şöyle bir zararı olabilir mi: Aynı şeyleri bilen/konuşan bir toplum.. Ortadaki handikap bu: Melies'i geniş kitlelere -yeniden, tanıtmak evet büyük bir güzellik; fakat bununla birlikte Melies hakkında hep "aynı" şeyleri konuşacak bir kitle de oluşturuyor bu.. Bunu filmi eleştirmek adına söylemedim, genel olarak Hugo'dan bağımsız bir tespit..

Film görsel açıdan müthiş: Açılış sahnesinden itibaren içinden çıkamıyorsunuz-
3-dli yorum oldu :)) 
Ben Kingsley ve Helen McCrory ışıl ışıllar.. Saatin dev sarkacının sallandığı sahnelerse olağanüstüydüler.. 
Sinemayı seven herkesin de izlemesi gerektiğini düşünüyorum: Melies'in modasını "geçiren" zaman, "şu anki" tekniklerin modasını da geçirdiğinde birileri de Martin Scorsese hakkında film yapar mı??

"Hepsine hükmedecek tek sinema, hepsini o bulacak: Hepsini bir araya getirip, salonda birbirine bağlayacak.."

Read more

Persona



Ingmar Bergman'ın '66 yapımı filmi Persona, La Pianiste hakkında yazarken, adını andığım filmlerden biriydi: "Bana göre sinema tarihinin en iyi/ayrıntılı işlenmiş s&m portresiyle karşı karşıyayız.. Eylemleri belki "tuhaf" geliyor Erika'nın, ancak öylesine gerçek ki, bir noktadan sonra biyopsi seansındaymışsınız gibi hissediyorsunuz: Erika'dan alınan parça/lar patolojiye gönderilip inceleniyor: Filmin/kitabın beni en çok etkileyen yönü de tam olarak bu-

filmi/kitabı başyapıt seviyesine yükselten de: Benzer bir hissi de Ingmar Bergman'ın Persona'sında yaşıyorum: Elisabeth Vogler karakteri de bana göre sinema tarihinin en iyi/ayrıntılı işlenmiş narsisist portresi.."

Önce Vogler: Kimseyle konuşmaması bir savunma biçimi aslında: Bağımlı (olduğu) ilişkileri inkar etmek için.. Eşini ve çocuğunu terk ediyor, dahası kendisini seven/beğenen onca seyircisini, kariyerini.. Film sürecindeyse Alma'ya karşı olan bağımlılığını.. Soğuk ve ilkel.. Alma'nın başlangıçtaki iyi niyetli yaklaşımlarına, arkadaş olma çabalarına uyumlu yanıt veriyor gibi görünürken "yüzeyde", derinde ona karşı "hiç"ten başka bir şey hissetmediğini anlıyoruz, Alma anlıyor.. Alma'nın her türlü "sen de beni önemsiyorsun.." çabalarının karşısına yüksek bir duvar gibi dikiliyor: "Hayır.." 
Çünkü Vogler, derin ilişkiler kurabilen biri değil.. Onu adeta psikopatlaştıran bir sömürü sistemi de var üstelik.. Gece Alma'nın yanına gitmesi, ona "masada uyuyakalacaksın.." demesi, ertesi sabahki reddi.. Her şeyden önemlisi: Alma hakkında yazdığı mektubu Alma'nın okumasını istemesi.. 

Alma'ysa, işinde ve açıkçası hayatta da yeni bir kadın: Süregiden bir ilişkisi var, evliliği düşündüğü.. Gayet iyi niyetli olduğunu da anlıyoruz.. Ancak, Vogler'in yanında tükenmeye başlıyor ve biz "normal" bir karakterin çözülüşünü izliyoruz.. Her şeyi o mektup başlatıyor.. "Gerçek"leri öğrenen Alma, çaresiz bir umutla Vogler'in onunla konuşmasını -varlığını onaylamasını, istiyor: Bunun içinse kaynayan suyu Vogler'in üzerine dökme noktasına kadar ileri gidebiliyor.. Alabildiği tek yanıt ise bir "hayır.." oluyor..

Persona, son derece incelikli bir şekilde narsisist bir aktarımın/ilişkinin anatomisini çıkarıyor.. Vogler Alma'ya yönelik yıkıcı tondaki değersizleştirme tavrı/tarzını Alma'ya aktarıyor: Filmin climaxinde Alma'da vücut bulan yıkıcı tarz da aslında Vogler'in yıkıcılığından başka bir şey değil: Aktarım.. Vogler, bağımlı olmadığını, yardıma muhtaç olmadığını hissedebilmek zorunda -kişisel bütünlüğünü koruyabilmek için.. Bu yüzden Alma'nın değer verdiği "iyi" şeyleri yıkıyor; zaman zaman cinsel bir boyut da kazanan arkadaşlıklarını sabote etmesi de bu yüzden.. "Bu" şekilde devam ederse çözülen kendisi olacak zaten.. Kendini korumak için Alma'ya saldırıyor.. Alma'nın kırdığı bardakla giriştiği ufak suikast da benzer bir yaklaşım içeriyor.. Ancak, finalde "bütünlüğünü" koruyan yine Vogler oluyor.. Tecrübesizliğinden ziyade "normal" olması dolayısıyla yenik düşüyor Alma, narsisizmin o kötücüllüğüne..

Filmin ışıkları, oyunculukları, yönetimi her şeyi olağanüstü güzellikte.. Narsisizmin karanlık doğası üzerine bir etüt..

Read more

Spider


[Bir an kendimi şirket-içi mail yazıyormuş gibi hissettim..]

Cronenberg'in '02 yapımı filmi Spider, eşine çok az rastlanabilecek güçte bir film: Bu gücünü girift kurgusundan, gösterişli oyunculuklarından filan almıyor bana kalırsa: Uyarlandığı romanı, çok nadir anlarda yalpalasa da, büyük bir ustalıkla perdeye aktarabilmesinden alıyor..

Spider, şizofren bir çocuk.. Babasının annesini aldattığını, öldürdüğünü "görüyor.." Annesi öldürükten sonra yerine gelen fahişe-anneyi öldürüyor.. Akıl hastanesine kaldırılıyor, büyüyor; çıkınca bu defa rehabilitasyon merkezinde kalmaya başlıyor.. Ancak merkezin olayların geçtiği yere yakınlığından gün içindeki gezilerinde geçmişindeki travma/lar yeniden ortaya çıkıyor.. Bu defa merkezin sahibini öldürmeye teşebbüs ettiğinde, yeniden akıl hastanesine gönderiliyor..

Öyküsünü lineer olarak özetlemeye çalıştığım filmin kurgusuna zamanla alışılıyor -"parçaları birleştir.." Ancak, kimi anlarda kamera ikili oynuyor.. Olaylara sadece Spider'ın gözünden baktığımız anlar her ne kadar çoğunlukta olsalar da, kimi yerlerde kamera tarafsız hale geliyor: Her ne kadar seyirciye yardımcı olmak için böyle bir yöntem seçildiyse de, filmin o şizofrenik evrenine zarar veriyor bu tercih.. Zira ölen kadının "gerçek" anne olduğunu bize göstermesinin bir önemi kalmıyor bu sahnede..

Şeyleşen insanlar: Spider, farklı yüzde gördüğü (ve kötü olduğuna inandığı) karakterleri birer birer Yvonne'laştırıyor: Aslında bu (da) annesinin karanlık t/arafı.. Psikotik ve sınır durumların birincil savunma mekanizması splitting/bölme olduğundan aynı insanın iyi-kötü olarak bölünmesi klasik bir tablodur.. Çünkü psikotik ve sınır durumlar, nevrotik ya da diğer insanlar gibi insanları bütün olarak değerlendirme yetilerinden büyük oranda yoksundurlar..

Bu yüzden de filmde iki anne izliyoruz: Biri adeta azizeyken, diğeri adeta bir şeytan.. Barda göğsünü gösteren fahişe çabucak annenin suretine bürünüyor bir süre sonra, Mrs. Wilkinson da aynı şekilde.. Bu "kötü" anne, "iyi" annenin tüm iyiliğini/güzelliğini yok ediyor.. Oedipus evresinde babanın düşman olarak algılanmasıyla, anneye duyulan sevgi/çekimi filmde mevcut.. Bununla birlikte Spider bu kompleksi sağlıklı bir şekilde sonlandıramıyor, çünkü kökenleri çok daha eskilere, oral döneme, dayanan ve o zamandan beri etkisinde olduğu saldırganlık, gerçekleri çarpıtarak algılamasına ve handiyse gerçeklikten tamamen uzaklaşmasına yol açıyor: Böyle bir durumda da üzerine bir yılan gibi çöken Oedipus'un altında kalıyor.. Babaya duyulan nefret baki kalırken, anneye duyulan sevgi/özlem yerini yıkıcı bir nefrete bırakıyor: Gaz tankı..

Akıl hastanesinde geçen onca senenin ardından travma olduğu gibi karşısına dikilince bu defa, yine aynısı oluyor.. Wilkinson kötü-annenin suretinde canlanıyor yine ve -yine, aynı tablo çıkıyor ortaya..

Bir şizofrenin gerçeklik algısını son derece etkili bir şekilde sunan filmin en büyük artısı, kesinlikle Miranda Richardson'ın inanılmaz oyunculuğu: İyi-anneyken de, kötü-anneyken de müthiş.. Açılış jeneriğiyse çok şık ve klasik..

Read more

Crash





Cronenberg'in '96 yapımı filmi Crash'a bayılıyorum -her defasında.. 

Vampir mitine aşinayız hepimiz: Crash'taki "kabile"yi de benzer bir şekilde konumlandırıp, onların buram buram fetişizm kokan kurallarına göre filmi izlediğimizde Crash kültleşiyor; öyle ki kimi sahnelerde kendinizden geçmeniz bile olası.. 
Bununla birlikte "gerçek dünya" kabul ettiğinizde filmi saçma, dahası anlamsız bulmanız da mümkün: Ki, bunca seveni kadar, nefret edeninin olmasını da açıklıyor bu: Çünkü son derece dürtüsel bir şekilde hareket eden karakterlerin, "hani marjinal bizdik??" tandanslı yaklaşımları kimi bünyelere de son derece itici, bayağı gelebilir normal olarak..

Filmde, bir kaza sonrası adeta underground bir oluşumun parçası olan James ve o grubun yaşadıklarıyla, James'in eşinin "dışarıda" kalmışlığını izliyoruz.. Öncesinde de James ve eşi son derece açık bir ilişki yaşıyorlar: Birbirlerini aldatıyorlar, hatta bundan birbirlerine de bahsediyorlar.. James, kaza sonrasında gruba dahil olurken, eşi uzun süre dışarıda kalıyor: Hatta onlar gibi olmak/hissetmek için hem kendisi çabalıyor, hem de Vaughan ve James tarafından "zorlanıyor"-
bu kısma sonradan geleceğim..

Dürtüsel eylemleri kadar dudak uçuklatacak fetişizmleriyle de öne çıkan gruba uyum sağlamada James hiç zorlanmıyor, bu noktada da Vaughan'ın belirttiği, filmin de mottosuna dönüşen söylem devreye giriyor: Trafik kazaları seksüel enerjimizi özgür bırakmada katalizör görevi görüyor.. James bu süreçte bilinçaltı egemenliğine daha fazla giriyor, Vaughan'la eşcinsel deneyim, vücut yaralarına karşı fetişizm, röntgencilik; filmin başında James'te olup olmadığna dair pek de bilgi sahibi olmadığımız bu dürtüler kaza sonrası teker teker yüzeye çıkıyorlar.. Bu açıdan film James'in kendini bulması üzerine-
vampir mitiyle devam edersek: Vampir tarafından ısırıldıktan sonra vampire dönüşmek gibi..

Beri yandaysa James'in eşi var: Kazayı "yaşamayan", bu yüzden de tutuk kalan Catherine, bunun olması /özgür hissetmek için Vaughan'a "kendini sunuyor.." Ancak araba yıkama ünitesinde geçen oldukça antolojik bu sahnede, Catherine bir yerden sonra vazgeçmek istemesine rağmen, Vaughan onu zorluyor ve "sunuş.."la başlayan sevişme, tecavüze dönüşüyor.. Bununla da bitmiyor, Vaughan onu kaza yapması için taciz ediyor defalarca, ancak Catherine kendini serbest bırakmıyor, filmin sonuna doğru bu defa James Catherine'i zorluyor, ancak kadın kaza sonrası bile o ruh haline giremiyor, James'in "belki başka sefere canım" demesi de bu yüzden..

Trafik kazaları ve orgazm arasında kurulan paralelliğin bir adım ötesi de var: Kaza yaparak ölmek:  Seagrave ve Vaughan'ın ölümlerinde adeta varoluşçu bir tat var: Tıpkı klasik mastürbasyon yöntemleri yerine daha extreme yollara başvurmak gibi (autoerotic strangulation, örneğin..) Hazzın sınırlarını keşfedebilmek için ikisi de giderek daha uç noktaları deniyorlar.. Hatta bunu gösteriye bile dönüştürmüş durumdalar, "daha fazlasını iste"dikleri anda, özenle hazırlanmış son gösterilerini yapıyorlar..

James'in giriştiği seksüel eylemlerden en tahrik edicisi elbette ki Gabrielle ile olanı: Buradaki eylemin kökenleri antropolojinin kendisinde yatıyor.. Ancak, son derece şık duruyor filmde, kabul edelim.. 

Filmde yer alan fetişlerle pek ilginiz yoksa film son derece itici gelebilir demiştik.. Filmi illa gerçeklikle bağdaştırmak istiyorsak travma sonrası stres bozukluğuna dair farklı bir yaklaşım olarak kabul edebiliriz: Alışılageldik kuramlarda travmaya maruz kalan kişilerin travmaya yol açan etkenlerden uzak durmaya çalıştıklarını biliriz: Bu bağlamda da James'in yeniden araba kullanmak için uzun bir süre beklemesi gerekirdi.. Oysa, travmanın çok kısa bir süre ertesinde kendisine aynı arabadan alıyor James.. Kaçış sendromu?? Belki, ancak filmin önemli bir bölümünün ayrıldığı James Dean (ve ölümüne yol açan trafik kazası) faktörü düşünüldüğünde film ilginç bir alegoriye de dönüşebiliyor-
altını deşmek size kalmış..

Ağız sulandıran bir film Crash, bunda James Spader ve görkemli yüzünün de payını inkar etmiyorum.. Ancak filmin en kötü yanı, kadın bedenlerini sergilemekte gösterdiği özeni, erkek bedenlerine göstermeyişi.. Müzikleri ise olağanüstü..


Read more

M. Butterfly




David Cronenberg'in '93 yapımı filmi M. Butterfly, oldukça güçlü temasıyla öne çıkan, nasıl diyelim, sansasyonel bir film..

'64 yılında Çin'de başlayan film/oyunda, Rene bir akşam gittiği opera dinletisindeki divaya aşık olur ve aralarında "yasak" bir ilişki başlar; zira adamımız evlidir, Çin'deyse (genelleyelim: Uzak Doğu'da) kadınlar o kadar özgür değillerdir.. Zaman geçtikçe opera sanatçısı Sono'ya daha çok bağlanan Rene, ondan aldığı bilgileri elçilikteki üstlerine bildirir; ancak Sono da aynısını yapmaktadır.. İki "ajan"ın çalışmasından galip çıkan Sono olur, Rene Paris'e gönderilir.. Eşinden boşanır, zaman geçer.. 4 yıl sonra Sono karşısına çıkar ve yeniden manipüle olan Rene yakalanıp, mahkemeye çıkarılır.. Tanık olarak Sono çağırılır ve işler değişir.. Rene erkektir.. Olaylar gelişir..

Yaşanmış bir olaydan esinlenen, oyun ve film, ünlü opera Madame Butterfly'daki rolleri ters-yüz etme gayesiyle yola çıkıyor: Uzun bir süre bunu başarıyor da: Operadaki aşkı ters çevirip, Batılı erkeği Doğulu kadına aşık etmek, dahası onun "yalan"larına inandırmak, hatta ona taptırmak dediğim gibi belli bir süreye kadar tıkır tıkır işliyor; öyle ki emperyalizm metaforu Sono'nun bedeninde ete, kemiğe bürünüyor.. Ve fakat, iyi-Batı imgesi peşimizden ayrılmıyor, sono "aşık" rolü yapabilecek kadar soğukkanlı olduğu gibi, üstelik bir de erkekmiş.. Cezaevine gönderilirken de kendinden emin tavrı filan..
Ne oluyor?? Finalde intihar eden Butterfly Rene için üzlüyoruz.. Oyun-film operayı başarılı bir şekilde ters-yüz etse de, simgesel açıdan yine (ve hep) Batı'nın yanında saf tutuyor..

Aşkın cinsiyetten bağımsız olduğu konusu ise film özelinde biraz karışık: Çünkü Rene karşısındakine "kadın" olduğu için aşık oluyor.. Eşcinsel olduğuna dair tek bir donemiz yok.. "Kadın" sandığı, bekaretini "aldığı, çocuk sahibi bile olduğu kadının erkek olduğunu öğrendiğinde sevgisini sürdürebilmesi konusu (genel anlamıyla) cinsiyetten bağımsız değil.. Çünkü Rene gerçek-Sono'ya değil, kadın-Sono'ya aşık olmayı sürdürüyor.. Gerçeğe değil de surete aşık olmaya Possesion hakkında yazarken değinmiştim biraz.. Eşcinsel bir aşk değil özünde M Butterfly..

Filmin müzikleriyse olağanüstü..

Read more

Naked Lunch



David Cronenberg'in '91 yapımı filmi Naked Lunch, her seferinde büyük bir iştahla izlediğim filmlerden..

Film, karısını "öldüren" William Lee'nin yazma serüvenine odaklanıyor: Filmin hikayesinde pek de bir şey yok.. Ancak bir yazarın bilinçaltı-ülkesinde tura çıkıyoruz.. Ve bunlar o denli güzeller ki, başta belirttiğim oburluğumun sebebini açıklıyor..

İlk cinayetle Interzone'un sınırlarına giriyoruz: Tuhaf bir dünya, herkes herkesi tanıyor, bilgiler çok hızlı ulaşıyor ve ajanlar her yerdeler: İlkel bir coğrafya..  William aldığı direktiflerle ilerliyor.. Böcek-daktilolar, rent-boylar, Fadela, şu bu derken, kendisi hakkında genel bir kanıya varabiliyoruz: Hadımlık endişesi (Kiki'nin öldüğü sahne, birden çok "çıkıntısı" olan, sperm-benzeri sıvı akıtan daktilolar), homofobi-eşcinsel doğayı kabullenme ikilemi (örnek vermeme gerek yok sanırım), cinsel kimlik sorunları ("fallik kadın-anne" Fadela'nın penis/i yerine kullandığı kırbacı, purosu; Benway'e dönüşümü), oral dönem ağız-anüs-vajina ortaklığı, meme-penis yer-değiştirmesi gibi g/örüntülerle hakikaten çok klasik ve ayrıntılı bir "bilinçaltı portresi"yle karşı karşıyayız..

Filmdeki sembolleri çözmekle uğraşmak istemiyorsanız da, filmin içine girmek için çabalamanız gerekiyor: Çünkü Naked Lunch, seyircisinin katılımını istiyor.. Eminim ki, başka bir yönetmen bol bol dış sesle hikayeyi "anlaşılır" bir düzleme çekerdi, ancak Cronenberg her zamanki soğuk (ve kimi zaman sırf bu yüzden itici görünen) üslubunu koruyor.. Bununla birlikte film, circle kurguya sahip olduğundan "başka" bir ölümle, "başka" bir evrene geçip, başladığımız yerden pek de uzaklaşamadığımızı hatırlatıyor.. 

Beri yandaysa kitabı perdeye aktarırken zaman/sızlık konusunda hataları da yok değil: İlk tarih olarak '53 yılını veren  filmde '55 tarihli Allen Ginsberg şiirinin ne işi var misal?? Kitapta yerini bulan pasajları filme eklemlerken sıkıntılar da baş gösteriyor:  William S. Burroughs'un kitabındaki ağır Allen Ginsberg etkisi filmde de fazlasıyla hissediliyor, bu anlarda filmden uzaklaşmak mümkün (özellikle de William'ın Yves'e hikaye anlattığı sahnelerde..) Bu uzun monologlar filmin fizik-ötesi haline zarar veriyor bana kalırsa..
Her mide için uygun bir seçim olmasa da herkese afiyet olsun..


Read more

Dead Ringers



'88 yapımı Cronenberg filmi Dead Ringers, nedense bana hitap etmeyen filmlerinden.. İkiz gibi bir şeye tahammül edemeyeceğimden de olabilir bu..

Film, tek yumurta ikizi jinekolog kardeşlerin ayrılma-birleşme hikayesi üzerine kurulu: Bev "sakin" olanı, Elly'yse dışa dönük.. Claire'in hayatlarına girmesiyle işler iki kardeş için değişiyor: O zamana kadar kadınları ortak kullanan kardeşler, bundan pek de şikayet etmezken, Bev'in Claire'e aşık olması durumu değiştirmeye başlıyor..  Uyuşturucu problemi, aldatılma, mesleki çöküş derken iki kardeş ayrılıyor..

Filmde en çok öne özellikle Bev'in bilinçdışında kardeşine karşı hissettiği haset ve etkileri çıkıyor: Elly'deyse "bağımlı" bir figür görüyoruz.. "Mağdur" görünen Bev, aslında hiç de öyle değil, aksine oldukça da manipülatif olduğunu söyleyebiliriz.. Kardeşini kendi suyuna çektikten sonra yarı-bilinçli bir şekilde öldürmesi sonrasında ona sarılması pek de bir anlam ifade etmiyor-
oral dönem saldırganlığı..

Ki ikiz ol/arak doğ/mak bu açıdan son derece örseleyici bir şey bana kalırsa: Paylaşamamanın azabı..

Filmse anlatmaya kalkıştığı öykünün gereklerini yerine getirse de, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi, son derece yavan bir şekilde ilerliyor.. Bir de Jeremy Irons doğru bir seçim değil bana kalırsa..

Read more

The Fly



Cronenberg'in '86 yapımı filmi The Fly, pesimist bir süper kahraman filmi.. Aslında Scanners gibi "çılgın bilim insanı tanrıcılık oynamaya kalkar ve cezalandırılır" deyip işin içinden çıkabilirdim ancak, filmi ciddiye aldığımdan dolayı biraz daha didiklemek istiyorum..

Klasik süper kahraman hikayelerini biliriz: Mutasyon sonucunda üstün yetenekler kazanan biri, birisi iyilik için savaşır.. The Fly'da da başlangıçta benzer bir tablo hakim: Sosyal açıdan pek başarısız olan dahi-bilim insanımız ışınlanmayı mümkün hale getirdikten sonra elbette ki, bunu kendi üzerinde (de) deniyor: Ancak ışınlanma kabinine giren sinekle dnaları birleşiyor ve adamımız sinek-insana dönüşmeye başlıyor: Başlangıçta her şeyden memnun, zira fiziksel güçleri artıyor, kendine güveni geliyor vs.. Tam da bu noktada film kırılıyor, mutasyon ilerlemeye başladıkça durum tersine dönmeye, yıldız-çocuk ucubeleşmeye başlıyor..

Film, bahsettiğim gibi süper kahraman film türüne uygun bir şekilde ilerliyor, dahası türe özgü öğeleri bünyesinde barındırıyor, climaxte iyi-kötü savaşı bile var: Ancak roller değişmiş bir şekilde izliyoruz bunu; çünkü The Fly süper-kahramanların yıllar süren çizgi roman, tv, sinema gibi mecralarındaki "klasik" bakış açısına sahip değil.. Bu dönüşümün altını kazıyor, derine indikçe ortaya bir dram çıkıyor.. "Aa, ne güzel" diye düşünerek izlediğimiz diğer süper kahraman filmlerinden farklı olarak çeşitli süper güçlere sahip olmanın getirdiği sorunlara eğiliyoruz: Ölümü seçen bir süper kahraman var karşımızda.. "Bu" şekilde yaşamak istemeyen.. Cronenberg, kendine özgü yöntemiyle insan olma özlemini dolaba saklanan kopmuş uzuvlarla gösterdiğinde üzülüyorsunuz.. Üzülüyorum..

Ancak, bununla bitmiyor: Tam bir '80ler filmi The Fly, süresi ilerledikçe dozu azalsa da mizahı güldürmeyi başarıyor..  Bir de kopan kulak sahnesinin Peter Jackson'ın Braindead'inin en komik sahnelerinden birine ilham kaynağı olduğunu düşünmekteyim.. 


Read more

Scanners



Cronenberg'in '81 yapımı filmi Scanners, tipik bir "çılgın bilim insanı" filmi.. Ve türle aramdaki uzlaşmazlıktan dolayı vasat bir film-
gerçi şu yukarıdaki afiş de bas bas bağırıyor "ben kötüyüm" diye..

Gizemleri sonra açıklansa da, hikayenin lineer düzlemi şu şekilde ilerliyor: Dr. Paul, bir psiko-eczacı: Ve Epheremol adlı bir ilaç üzerinde çalışıyor: İlacın lansmanı yapılıyor ve fakat bebekler üzerindeki yan etkisi yüzünden piyasadan geri çekiliyor.. Paul, şirketini daha büyük bir şirkete satıyor ve el altından projesini yürütüyor: Zira Tarayıcı denilen bebeklerin dünyaya gelmesini, anlaşmalı doktorlarla sağlıyor.. Doktorlar gözetimlerindeki hamile kadınlara bu ilaçları vererek telepatik güçleri olan bebeklerin doğmasına yardımcı oluyorlar.. Ve fakat "ben bu oyunu bozarım" diyen Revok, devreye girip projede görev alanları öldürmeye başlıyor.. İşte bu noktada da devreye esas oğlan Cameron giriyor..

Filmin uzun twist bölümünden anlaşılacağı gibi, aslında "kötü" olan Paul'un kendisi.. Yıllarca evsiz bir şekilde yaşayan Cameron'u alıp, planını bozan Revok'un üzerine salıyor.. Tabii, hikayeyi biz de Cameron'la takip ettiğimizden bu bilgilere vakıf oluşumuz oldukça sonrasına denk düşüyor.. Film, klasik bir "doğanın dengesine müdahale etmeyin" mesajına sahip olduğu ve şaşılmayacak şekilde bunu gerilim/korku öğeleriyle servis ettiğinden pek vasat.. Hatta altında.. Ancak video piyasasında iş yaptığı için iki devam filmini de peşinden sürüklemiş-
neysse,, ki Cronenberg'in bu filmlerle alakası yok..


Read more

The Brood



'79 yapımı The Brood, psikolojik referanslarıyla  Cronenberg'in sonradan çok daha iyi örneklerini vereceği bir film: Bi neviinden Cronenberg'in psikolojiye bu denli referans yaptığı, dahası alametifarikasına dönüşen beden ve bilinç/dışı ilişkisine etkili bir bakış at/maya çalış/tığı bir iş.. 

Filmin hikayesi şöyle: Frank ve Nola evli bir çift: Ve fakat Nola'nın sorunları var ve izole bir şekilde psikoplazmik adı verilen bir terapi (yaklaşımı) görmekte: Raglan'ın adeta o/kült bir tören şekilde gerçekleştirdiği terapiler, kimi zaman halka açık gerçekleşiyor.. Nola'ysa annesiyle sorunlu bir geçmişe sahip.. Annesinden küçükken eziyet görmüş ve babasını da sürece müdahil olmadığı, kendisini korumadığı için kızgın.. Nola ve Frank'in bir de kızları var: Candice.. Candice'se bir gün annesinin yanından dönünce, Frank kızın vücudunda çeşitli darp izleri görünce araştırmalara başlıyor.. Bundan sorumlu tuttuğu Nola'nın kızını görmemesi için Raglan'ın "işletmesi"ne dava açmaya hazırlanıyor..
Olaylar gelişiyor filan..

Filmin en büyük meziyeti bilinçdışını somutlaştırması: Nola'nın çocukken hissettiği öfke, Raglan'ın provokatif terapi yöntemiyle birleşince Nola öfke-çocuklarını (Bad Seeds) doğurmaya başlıyor: Ve fakat bu rahimde değil de, kelimenin tam anlamıyla dış gebelik şeklinde oluyor: Zira amniyo kesesindeki çocuklar Nola'nın vücudunda değil de, dışarısında gelişiyorlar.. Gelişen çocuklar, adeta bir ordu gibi, telepati yardımıyla Nola'nın öfkesi kime yönelirse ona saldırıyorlar.. Fikir gerçekten olağanüstü.. 

Bununla birlikte filmin sorunları da yok değil, bu bilgiyi vermeye başlayana kadar film çok zaman kaybediyor.. Yeteri kadar işlenememiş lenf kanserinden mustarip hasta gibi yan karakterler filme zaman kaybettiriyorlar: Mike ise, tamamen filmin finali için yaratıldığından ona herhangi bir şey söylemeye gerek yok.. 
Zira filmin finalinde Candice'in durumu, açılıştaki Mike'ın durumuna dönüşüyor..

Bir diğer taraftaysa filmin tartışmaya çalıştığı psikanaliz var: Raglan'ınki her ne kadar film için yazılmış bir terapi yöntemi olsa da, "psikanaliz nedir/nasıl olmalıdır??" konusunda çeşitli tartışmalar da yapılabilir bu yöntem üzerinden: Zira Lacan'ın kimi zaman 3 dk'yı bile bulmayan seansları, Klein ve Kernberg gibi terapistlerin "sert" yaklaşımları çeşitli çevreler tarafından eleştirilmiştir.. Hatta Freud'un bizzat kendisi de bu tür eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır.. Eh, tabii bir de hastalara uygulanan yöntemler var-
ki, bunlara hiç girmeyelim..

The Brood'da gerçek olmayan bir terapi yöntemi izlediğimizi "bildiğimiz" için bu denli rahatız: Ancak mesela, psikoplazmik yaklaşım yerine elektroşoku konu eden bir film olsaydı The Brood?? Ya da atıyorum 60-70 yıl sonra günümüzden çok farklı yaklaşımlara sahip olacak psikoloji/psikanaliz.. Günümüzdeki yaklaşımlar hakkında bu tür filmler yapılsa?? O zaman bu kadar rahat izleyebilir miydik?? Bence filmin en önemli noktası da burası.. 

Read more

Rabid



David Cronenberg'in '77 yapımı filmi Rabid, beden (et??) üzerine kafa yormaya başladığı filmlerden.. Filmografisinde çok da üst noktalarda yer almayan filmi seçkiye dahil etme sebebim, yönetmenin kendisini geliştirmesini görmek için..

Filmin hikayesi şu şekilde: Rose ve Hart sevgililer, birlikte çıktıkları motosiklet yolculuğunda kaza yapıyorlar ve en yakındaki hastaneye (aslında bir estetik cerrahi kompleksi) götürülüyorlar.. Rose'a deri nakli yapılıyor ve olayların fitilini de bu ateşliyor.. Mutasyon geçiren nakil-deri adeta bir silaha dönüşüp Rose'un sadece kanla beslenmesine hizmet ediyor.. Rose komadan çıktıktan sonra karşısına ilk çıkan kişiye virüsü bulaştırıyor ve zamanla yeni bir kuduz virüsü handiyse tüm şehri ele geçiriyor..

Açıkçası filmin eğildiği konu güzel olsa da, hikaye oldukça sarkıyor, zira aslında hiçbir işlevi olmayan Hart karakteri yüzünden film zaman zaman merkezini kaybediyor; onca yolu tepip geldikten sonra hiçbir şey olmaması (misal atıyorum çocuk kendini sunabilir ve kan da aşklarının güzel bir metaforu olabilirdi, Hart Rose'u öldürmek zorunda kalabilirdi vs..) ve fakat, hiçbir şey olmuyor; biz de boşu boşuna Hart'ın Rose'a ulaşma çabalarını izliyoruz..
Eh, dağınık senaryo yüzünden film çok kan kaybetse de (sana metafor yaptım), Cronenberg'in takıntılarını görmemiz bağlamında işlevsel oluyor ve fakat hepsi de bu..

Beri yanda olayların fitilinin ateşleyen şeyin "yeni" bir plastik cerrahi yöntemi oluşunun getirdiği bir "yeni kötüdür" yaklaşımı var: Plastik cerrahi operasyonlarının o denli güvenilir olmayışını, film daha açılış sahnesindeki üçlü konuşmada vurguluyor.. Ardından beden-terörüne yönelen filmin "bu" tercihi belki sıçrama tahtası olarak iş görüyor ama, diğer yanda da filmin sıkıcı bir konservatif kimliğe bürünmesine yol açıyor..

Oyunculukların kötü olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım..

Read more

Beden, Bilinç ve David Cronenberg: Shivers




Yeni bir seçki: David Cronenberg.. Seçkiye başlama sebebimse bu ayın sonuna doğru gösterime gireceği yeni filmi: A Dangerous Method: Freud ve Jung arasındaki "ilişki"yi de kendisinden başkası peliküle aktaramazdı -bundan eminim.. Filmografisi düşünüldüğünde de yönetmenin "bu" noktaya er-geç geleceği de aşikardı: Zira bir-iki filmini izlemiş olsanız bile, Cronenberg'in bilinç (genelleyelim: psikoloji/psikanaliz) ve beden kavramlarına adeta saplantılı bir şekilde ilgi duyduğunu fark etmek çok da zor değil.. Filmekimi'nde kişisel yoğunluğumdan dolayı A Dangerous Method'u kaçırdığım için, vizyon tarihini beklemekten başka bir seçeneğim olmadığından eski filmlerine göz atalım istedim..

Yönetmenin ticari gösterime çıkan ilk filmi '75 yapımı Shivers, her şeyden önce garip bir film: Zira, film son derece yoruma açık bir şekilde ilerliyor: Kişisel yorum, kişisel film..

Hikayesi şöyle: Oldukça lüks bir residans tanıtımıyla açılıyor film: Her şey düşünülmüş.. Fakat zamanla bir parazit içine girdiği vücutlarda değişikliğe sebep oluyor: Fakat bu, bedensel bir mutasyon değil, psikolojik.. Zamanla tüm residans ahalisi bu parazitle tanışıyor, residansın sınırları dışına taş/ın/an parazit bir epidemiye yol açacak: Bunu görmek zor değil..

Parazitin etkisiyse oldukça ilginç: Geliştirilme amacı her ne kadar, vüdutta işlev göremez hale gelmiş organların yerini almak olsa da, çok farklı bir etkiye sahip: İnsanların biliçaltlarını özgür bırakıyor: Ve bu yüzden de, tacizler, tecavüzler, "normal" olmayan cinsel ilişkiler ve elbette ki şiddet kaçınılmaz oluyor..

Filmin açılış sahnesi sonrasında, bu parazitin cinsel ilişki yoluyla bulaştığına dair işaretler aldığımda, eh, elbette ki "evlilik dışı seksin zararlarını anlatan, tek-eşliliği özendiren tipik bir muhafazakar vaizi" diye düşünmek son derece olası: Ve fakat, parazit daha sonra kendi konaklarını bulmaya başlayınca bu teori/m geçerliliğini yitiriyor..

Bununla birlikte filmin, seksle bir sorunu olduğu açık: Öncelikle "izole" bir yerden etrafa yayılması, akla bazı şeyleri getirebilir.. Misal?? Hımm, '68 ve ardından gelen cinsel özgürlük dalgasını?? Çok daha eskiye gitsek?? Olabilir.. Sonradan tüm topluma yayılma "tehlikesi"nin başgöstermesini de buna eklediğimizde ele avuca gelir bir noktadayız.. Ancak bununla da bitmiyor: Filmdeki ensest, pedofili, eşcinsel ve grup seks gibi "normal" olmayan seksüel eylemlerin işaret ettiği başka bir nokta da var: Bilinçaltımızda bunlar var, ancak, bastırılmazsa nasıl bir kaosa yol açacağını da görmüyor musunuz??

Peki ya bilinçaltı: Sürekli bastırdığımız bu yapının, uygun ortam, alkol/uyuşturucu, özel kulüpler, seks turizmi, ya da filmdeki gibi bir parazit metaforuyla özgür kalmasından neden bu kadar rahatsızız?? Bu eylemlerin "yasak" kabul edildiği tarihlere gitmek gerekiyor.. neysse,, ki gitmemize gerek yok, Shivers binlerce yıl sonra aynı yasakları kutsamak için çekildi çünkü: Bizim adımıza düşündüğü ve karar verdiği için..

Read more

Bilinç Akışı: Possession




Bir şarkının en sevdiğim riffinin olduğu bölümü kestim, 22 sn sürüyor toplamda: Repeate aldım, sadece onu dinliyorum bir süredir.. Bugün bayram, erken kalkmadım, kimseye el öpmeye gitmedim -hem gidecek kim var ki?? Hayır, depresyonda filan değilim, uzun zamandır yalnız kalamadığımın farkındayım sadece, o kadar: Bayram fırsata dönüştü, evdeyim, hiç çıkmadım, bayram boyunca da çıkmayı düşünmüyorum.. Yeni bir seçki hazırlıyorum hem, film izleyip, yazıyorum: Bugün iki yazıyı hazırladım bile.. Böyle back-upla çalışmak iyi oluyor, film izleyemesem bile, arada geçen günleri telafi edebiliyorum: Hem özlemişim günde 3-4 film izlemeyi.. Okula gidemiyorum bile bu sene iş yoğunluğundan, şikayetçi değilim de ne bileyim, tuhaf.. neysse,, herkese iyi bayramlar..

Possesion'u ilk izlediğimde sene kaçtı hatırlamıyorum ama, filmden nefret etmiştim: Hala da nefret ediyorum gerçi, değişen bir şeyin olduğunu söyleyemem.. Ama filmdeki tek fikir çok hoşuma gidiyor.. Sevdiğimiz insanların değişmesi, dönüşmesini kabullenmekte zorlanıyoruz, hatta La Pianiste hakkında yazarken bundan bahsetmiştim.. Ama Possession'da bundan fazlası da var: Her ne kadar taktıkları lensler yüzünden korkunç görünseler de, filmin asıl kahramanları, sevdiklerinin suretlerine (Hint kültürüne bulanırsam eğer, avatar) -yeniden, aşık oluyorlar.. Gerçeklerineyse katlanamıyorlar: Hem hangimiz yürümedik ki bu yollardan??

Nedenler önemli değil, ayrılmak istiyorsun ve bitiyor: Mark, her ne kadar 3 hafta boyunca kendini bir otel odasına kilitleyip abartı yoksunluk krizlerine girse de, artık ölümler için bile o kadar uzun yas tutulmadığı bir dönemdeyiz-
belki o kadar sevmiyoruz artık, ya da acı çekmeye zaman kalmayacak kadar çok yoğunuz: Ama hep bir tortu kalıyor: Anna'yı izlemesi için bir dedektif bile tuttun Mark, sonra ne oldu?? Gözlerine yeşil lens takmış Anna, bu defa "Helen'im ben.." diye çıktı karşına: Hem de en idea/l haliyle: Çocuğunun öğretmeni olarak-
kadın yerine, anne arayışı özleminiz hiç bitmeyecek değil mi??

Yatağa çıplak uzanma hissi: Artık Anna'yı özlemen/araman için bir neden bırakmıyor sana.. İkame nesneni buldun çünkü.. Hatta, bir adım daha öteye gidip, ketçap markası çağrışımlı Heinrich'e haber verdin adresi: Yüzleşecek cesaretin yok muydu, yoksa senin "düştüğün" durumun aynısına düşsün, sen aldatıldığını öğrendiğinde hissettiklerinin aynısını hissetsin diye mi yaptın bunu?? Bence ikincisi.. İşler çığrından çıktığında bir şeyler yapmak istedin, yaptın da.. Ama sorunu çözmek yerine, halı altına süpürmekle -"delilleri yok et", ondan kurtulacağını sandın..
Anna, karşına senin kopyanla çıkıp, grotesk bir intihar gösterine imza attığında-
ki, hep öyleydi değil mi?? Bu denli abartı jestler.. Dışarıda kaldın..

Anna'ysa tam ortadan ikiye bölünmüş gibi, çocuğuna bakmakta: Ama hangisine?? Şansını yalnız başınayken metro istasyonun koridorunda düşürüp, kaderini kabullenmesini anlattığı (ve bunun görseli) belki abartılı bir metafordu, ama yerini de buluyordu.. Filmi de ikiye ayıralım: Yaratıkla sevişiyor olması, seni aldatması seni sevmediği anlamına gelir (mi??) Eh, evlilik cüzdanıyla birlikte Anna'nın beden mülkiyetini senin üzerine yaptığını sanıyorsan, neden olmasın?? Oysa o yaratık sana dönüşüyor.. Sen de Anna'nın yeşil gözlüsüne aşık oldun.. Çember tamamlandı..
Anna, çocuğun ve yaratık-çocuğun arasında kalmak nasıldı?? Film boyu süren histerinin sebebi suçluluk duyman mı, yoksa ne kadar hızlı olsan da hiçbir yere yetişememen mi?? Kaderini kabullendiğinde, bu seni nereye götürdü?? Mark'a dönüşeceğini en başından beri biliyordun: Bu proje-yaratıkla sevişirken, zamanında sevdiğin adamın sana dokunmasına bile katlanamıyor olmanı kimse anlamıyor değil mi: Şah damarını doğrayacak noktada olduğunu?? Giderek delirdiğini, dahası seni yaratan film yönetmeninin bile durumunun tanımını "possession" olarak yapmışken sevgiyi nasıl tanımlayabiliriz?? "Filmin adı Possession, yaratığın etkisinde işte.."den başka bir fırsat bile verilmiyor ki seni izleyenlere.. Kuşatılmışsın Anna.. 

Çıkış yokken, tüm çıkış suretlere yükleniyor.. İki intihar sonrası, iki kopya öylece kalıyor, birinin kimliği bile yok.. Helen evde, çocuk küvette kendini boğmaya çalışıyor, Mark kapıda.. Sevdikleriniz ölürken, suretlerini sevmeye devam edebilir misiniz?? Ya da Anna ve gerçek-Mark için sorarsam, neden suretlere ihtiyaç duyuyoruz: Çünkü kafamızdaki imgelerin yaşamasını istiyoruz.. Hep tanıştığımızdaki, ya da belki ilk öpüştüğümüz, seviştiğimiz, birlikte uyuduğumuz, birbirimize en yakın olduğumuz "o an"daki gibi kalmasını istiyoruz insanların.. Sevgimizi sürdürebilmemiz için o imgelere ömür boyu ihtiyaç duyuyoruz belki, kim bilir?? İmge çatırdamaya, gerçek ortaya çıkmaya başladığında-
ya da, o imgenin yeniden canlanması/-abilmesi için çirkin ve igğrenç şeylere katlanma gücü bulabiliyoruz: Yeter ki eskisi -"o an", gibi olsun diye: Beklememiz de bu yüzden.. 

Ben beklemek istemiyorum artık.. 

Read more

4 Luni 3 Saptamâni Si 2 Zile



Cristian Mungiu'nun '07 yapımı filmi 4 Luni 3 Saptamani Si 2 Zile'yi sorumluluk üzerine bir etüt olarak incelemek istiyorum.. Hikayenin ana unsuru bence bu.. 

'87 Romanya'sında, kürtajın yasal olmadığı bir dönemde bir kadının kürtaj hikayesini dönem atmosferi bağlamında mükemmel anlatıyor film, ancak her şeyden öte bu Otilia'nın filmi: Varoluşçulukla da göbekten bağlı-
sartre, sen bizim her şeyimizsin..

Gabita, hamile kalmış, kürtaj olmak istiyor.. Yasal olmadığı için başka bir arkadaşından aldığı tavsiyeyle Bebe'ye ulaşıyor.. Ama ne ulaşmak.. Adamla anlaştığı hiçbir şeyi yapmıyor..
Bebe'nin söylediği oteli arayıp rezervasyon yapması gerekiyor.. "Yaptım" demesine rağmen, bir bahaneyle Otilia'yı gönderiyor; Otilia gittiğinde rezervasyonun yapılmadığını öğrenip, başka bir otel buluyor..
Bebe'yle kendisinin buluşması gerekiyor.. Ve fakat kendisi gidemeyeceğini belirtip, Otilia'yı gönderiyor..
Bebeğin kaç haftalık olduğu konusunda kesin bilgiler vermiyor.. 
Eksta otel ücreti yüzünden para bulması gerekirken, bulmuyor.. Bebe'yle yaşanan anlaşmazlık sonucunda Otilia, para yerine kendi bedeniyle ödüyor ücreti..

Görüldüğü gibi Gabita, kendi "sorunu"yla yüzleşmekten bile aciz: Evet, yakalandığı zaman hapse gireceğinin farkında olduğu için böyle davranıyor belki, ancak Otilia'yı da ateşe atmaktan çekinmiyor oluşu, sadece kendisini düşündüğünü öyle güzel vurguluyor ki.. 

Adi, Otilia'nın sevgilisi.. O gün tek istediği annesinin doğum gününe Otilia'nın gelmesi.. Otilia arkadaşını otelde bırakıp doğumgününe geldiğinde, ilk söylediği "çiçekleri unutmuşsun" oluyor.. Yemek masasında Otilia'nın ne kadar gerildiğini hissediyor; ancak sonradan anlıyoruz ki, bu gerilme Otilia'nın gerilimini paylaşmasından değil, ailesi gibi okumuş/cahil ayrımı yapmasından kaynaklanıyor.. Otilia "içime boşalma" dediği zaman, içine boşalmış misal geçende.. Otilia "ya ben hamile kalsaydım??" dediğinde "seninle evlenirdim.." diyor: Ancak bunu istediği için değil, tamamen böyle bir durum ortaya çıktığı için yapacak olması (b planı) aslında ne kadar hazırlıksız olduğunu imliyor.. "Şampanya patlayana kadar kal..", "şunu da ye, öyle git"e dönüşüyor.. Adi, Otilia'nın kalmasını kendisi için annesi/ailesi için istiyor..

Otele geri döndüğünde, bebeğin düştüğünü gören Otilia'ya ondan kurtulma görevi de düşüyor.. 
Otele geri döndüğündeyse Gabita'nın odada olmadığı-
acıkmış..

Eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmekten kaçınan iki kişi de Otilia'nın en yakınları: Biri en yakın arkadaşı, diğeri sevgilisi.. Ancak, her durumda yapılması gereken her şey Otilia'nın üzerine kalıyor.. Gabita, tüm yükü Otilia'ya yüklemekten hiç çekinmiyor; olası bir hamilelik durumunda da Adi'nin Otilia'yı terk edeceği-
tıpkı Gabita'nın sevgilisinin film boyu ortalarda görünmeyişi gibi, çok açık.. Oysa Otilia, bütün eylemlerinin sorumluluğunu üstleniyor; arkadaşı için gün boyu didinirken dahi, sevgilisinin annesinin doğum gününe katılıp onca igğrenç muhabbete katlanıyor..

Filmin tanıtım yazılarında "Romanya'daki yozlaşmayı anlatıyor" cümlesini çok sık okuduk: Ancak bunun için Bebe'ye, bilet kontrolörüne, resepsiyonistlere kadar uzağa gitmeye gerek yok: En yakınındakiler bile bu denli yozlaşmışken bir insan ne yapabilir ki??
Otilia sen bizim her şeyimizsin.. Anamaria Marinca olağanüstü..


Read more

The Adventures of Tintin



Steven Spielberg'ün '11 yapımı filmi The Adventures Of Tintin üzülerek belirtmeliyim ki, beklediğimden de kötü çıktı.. 

Filmin hikayesi şöyle: Uzun zaman önce Haddock ve Sakharine'in büyük dedeleri karşı karşıya gelirler, 200 kglık altın ve değerli mücevher taşıyan Unicorn gemisi batar.. Haddock, Unicorn'un üç tane maketini yapıp içlerine bir sır saklar: Sırrı sadece Haddock soyundan gelen birinin çözebilir, zira sır kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş.. Günümüzdeki Sakharine'se boş durmaz ve Haddock'u sürekli sarhoş tutarak gemisini ele geçirir.. Tintin'se Unicorn'un maketini br antikacıdan almasıyla olaylara dahil olur.. Olaylar gelişir film devam filminin geleceğini söyleyerek biter..

Filmi izlerken hiç şaşırmıyorsunuz: Her şey son derece bildik şekilde ilerliyor.. Hatta öyle ki, film bir yerden sonra ciddi anlamda sıkıcı olmaya başlıyor.. Bittiğine sevinip, salondan çıkıyorsunuz.. Filmin temel sorunu, bildik olması değil: Örneğini defalarca izlediğimiz bir gizemli-aksiyon filmi olmasında.. Kendi klişelerini oluşturan alt-tür uzun dönemdir oldukça karlı bir yatırıma dönüşmüş olsa da, orta ve uzun vadede son derece çoraklaşacağa benziyor.. Çünkü filmler "o denli" birbirinin aynısı ki, The Adventures Of Tintin'de içerik açısından "yeni" hiçbir şey yok.. Tek yeniliği motion-capture yöntemiyle çekilmiş (başka) bir animasyon olması.. Ancak, şunu da belirtmeliyim ki, evet, Tintin'in animasyon kalitesi olağanüstü güzellikte ve fakat, uzun zamandır bunu "üstünlük" olarak görmüyorum: Bir dönem filmi nasıl ki dönem atmosferini canlandırarak işe başlıyorsa, bir aksiyon filmi nasıl ki etkileyici sahneler içermek için çabalıyorsa; bir animasyonun da teknik açıdan "iyi" olması gerekiyor..
Yanisi: '11 yılında bilgisayar (cgi) teknolojisi bu denli ilerlemişken, animasyon bir filmin "teknik" üstünlüğü o filme artı puan getirmek için uygun bir kriter değil benim açımdan.. O yüzden Tintin'in animasyon kalitesini konu etmeyeceğim..

Artık şuna kanaat getirdim: "Büyük" filmlerin hesapçı ("herkese hitap etmeliyim") yaklaşımlarının dışında kalmaya başlamışım: Komik bir sahne var, ardından daha önce görmediğimiz bir aksiyon sahnesi, biraz gizem, gelişen dostluk, kişiliğin değişimi, merkantalizmin hala etkisini yitirmemiş olduğu gördünüz mü, yine komik bir sahne, yine bir aksiyon diye giden (ve filmin türüne göre üç aşağı beş yukarı aynı şablonla ilerleyen) bu dizgeden son derece sıkıldığımı Tintin'i izlerken (belki bir 10 sn hariç) bir kez daha fark ettim.. Hayır, benim istediğim sinema bu değil.. Sinemanın doğası gereği entertainment amacıyla bile izlemeye başladığım Tintin'de bile sıkılıyorsam, yapacak pek de bir şey kalmamış demektir..

Filmden en çok zevk aldığım o 10 sn'ye gelirsek eğer, hepsi de sahne geçişlerinden ibaret: Maddock, Tintin ve Snowy'nin filikasının açık denizdeki halinden sokaktaki su birikintisine geçişe ve Maddock'la Tintin'in el sıkışmalarından çöl sahnesine geçişe hayran oldum.. Olağanüstüydüler, ancak hepsi de bu..

Ayırt edici hiçbir özelliği olmaması filmin korkunç bir şekilde aleyhine işliyor bana kalırsa.. Önemli olan teknik değil Spielberg, (aklıma ilk gelenler) bir Miyazaki, bir Svankmajer, bir Trnka gibi "yepyeni" görünen şeyler anlatabilmek.. 

Tintin de öyle bir karakter ki, su altından yüzse bile perçeminin dikliği bozulmuyor..

Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #10




"Pencereler ışıktan parlıyor.. Kanatları bu kadına açılmıyor.. Herkese açılmıyorlar.. Ne kadar istese de, iyi insan yok.. Birçokları seve seve yardım etmek ister, ama etmiyorlar.. Kadın boynunu yana eğmiş, hasta bir at gibi dişlerini gösteriyor.. Kimse ona el uzatmıyor, hiç kimse yükünü almıyor.. Omzunun üzerinden cansız gözlerle geriye bakıyor.."

Alışveriş merkezinde bir sahne var: Erika yürüken biri ona çarpıyor.. Arabalı sinema sahnesinde de aynısı: Erika koca kalabalığın ortasında.. Okul kayıtları sahnesinde de: Hocalar birarada otururken Erika tek başına.. Hep.. Kendini "üstün" görmesine rağmen, çevresinde dikkat çeken biri değil Erika, üstelik fark edilmiyor bile çoğu zaman.. Bilinçdışında hissettiği bu "değersiz Erika" imgesi; Klemmer'in de ona tecavüz edip, onunla ilgilenmeyişinin akabinde, artık kaçacak yer bulamıyor: Yüzeye çıkmaya, Erika'nın bilincine ulaşmaya başlıyor: Erika "artık" biliyor o kadar da "üstün" olmadığını.. Düşünceler bilincine çıkarken, kendisi külçe gibi dibe batıyor..

"Bıçak kalbine girmeli ve orada dönmeli!! Bunun için gerekli güç kalıntısı yetmiyor, Erika'nın bakışları boşluğa dalıyor ve Erika Kohut bir öfke, hırs, tutku coşkunluğu olmaksızın bıçağı omzunda bir yere saplar saplamaz kan fışkırıyor.. Yara zararsız, sadece pislik, cerahat içeriye girmemeli.. Dünya yara almamış, yerinde durmuyor.. Gençler bina içinde yitip gitmişler; uzun süre dönmeyecekleri kesin.. Evler dip dibe.. Bıçak tekrar çantaya konuyor.. Erika'nın omzunda bir yarık var, narin doku dirençsiz parçalandı.. Çelik içeri girdi ve Erika oradan gidiyor.. Taşıta binmiyor.. Bir elini yaranın üzerine koydu.. Kimse arkasından gelmiyor.. Karşısından gelen çok kişi var, onun yannda bölünüyorlar, içi boş bir gemi su alıyor sanki.. Her saniye beklenen korkunç acıların hiçbiri yok.. Bir arabanın camı çakmak çakmak oluyor.."

"Fermuarın bir parça açık bıraktığı Erika'nın sırtı ısınmakta.. Giderek güçlenen güneş sırtını hafifçe ısıtıyor.. Erika gidiyor, gidiyor.. GÜneş sırtını iyice ısıtıyor.. Erika'dan kan sızıyor.. İnsanların bakışı onun omzundan yüzüne kayıyor.. Hatta bazıları dönüp bakıyorlar.. Herkes değil ama.. Erika gitmesi gereken yönü biliyor.. Eve gidiyor.. Yavaş yavaş adımlarını hızlandırarark eve gidiyor.."

Yalnızlığın ne denli ağır/katlanılmaz olduğunu bilen ama yalnız olmaya/kalmaya alışmaktan da başka çaresi olmayanların filmi.. Filmim..

(Bitti..)
Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #9



Daha bir gece öncesi: Kadın, "her şeyi" istediğini ifade etmiş, bağlanmayı, dövülmeyi, acı çekmeyi arzuladığını belirtmiş, annesini önemsememesi gerektiğini söylemiş: Ertesi gece erkek kapıyı yumruklayarak içeri -kısmen, zorla girmiş: Tokat atmış kadına, kadının annesini odaya kilitlemiş ve tekme, yumruk -artık, Allah ne verdiyse kadını "dövmüş" ve onu becermiş.. Özellikle bu son bölümde kadın adeta bir duvar gibi, bir et yığını gibi yerde -öylece, yatmış.. 

"İstediğin bu değil mi??"
"Hayır.."

Bir tecavüz izlediğimiz çünkü: "Bu" şekilde istememişti/m: Mazoşizmi kurbanlık koyun olmakla karıştıran bir acemi-çocuk-adam: İşlerin "bu" noktaya geleceğini belki de, tahmin etmeyen bir piyanist, "Erika, kır çiçeği.."

Aradaki kalın, hatta neredeyse ülke sınırlarındaki mayınlı bölgeler kadar "büyük" sınırdan bahsetmek gerekiyor öncelikle: Mazoşist, irade beyanı yaptığı zaman mazoşisttir: Bu, hayatının her alanında, 7/24 eziyet görmek/acı çekmek istediği anlamına hiçbir zaman gelmez: Bir kadın/erkek/lgbtt mazoşist olduğunu ifade/"itiraf" ettiğinde bu, büyük çoğunlukla yatak odasının sınırlarının içerisinde kalır/-malıdır.. Yanisi: Mazoşist biri, birisine sizden istemediği sürece acı çektirme hakkınız yoktur.. Sadistler için durum biraz daha karışık bundan: Zira irade beyanı yapan bir mazoşist bulamadıklarında başka "kurban"lar aramakta ve bulabilmektedirler.. Hatta kimisi bu alanda öylesine ustalaşabilir ki, politikaya atılıp milyonlarca insanı öldürebilir.. Klemmer için önceki yazılardan birinde "yarı-bilinçsiz bir şekilde içindeki sadisti ortaya çıkarıyor.." demiştim: Bu darp-tecavüz sahnesi sadist-Klemmer'in; Erika'ysa bu sahnede mazoşist-Erika değil, bir kurban..

Klemmer'in gerekçelerine baktığımızda son derece rasyonalize edildiklerini görüyoruz: Amiyane tabirle, Erika göstermiş ama elletmemiş, azdırıp azdırıp vermemiştir: Üstelik "normal" olmayan isteklerde bulunmuş, ertesi gün spor salonuna gelerek "normal" olanı denemek istemiş, ancak başaramamış: Aklından çıkmayan Erika fikriyle kapısının önüne kadar gelip, mastürbasyon yapmıştı: Zaten dün gece de "annemi boşver, bana vur.." dememiş miydi?? Ne duruyordu o zaman-
kitapta Erika'nın evine gitmesinden önce uzunca bir pasaj daha var: Parkta geçen..

Ama hayır, işte çocuk-adam: "Bu" şekilde olmuyor o/ a/nlar: Mazoşist Erika, acıya doysa da "o" gece "normal" olan "bu" değildi ve sen bunu hiçbir zaman anlayamadın.. Biten bir ilişki: Erika, geceliği kanlar içindeki kadın..
Read more

La Pianiste #8: Haneke'yi Nasıl Bilir/din/iz??



[Haneke'yi nasıl bilir/din/iz: Hep bu fotoğraftaki gibi di mi??]

Das Weisse Band hakkında yazarken, bu filmle birlikte Haneke'nin yönetmenliğinde yeni bir dönemin başladığını belirtmiştim: Aslında çoğunlukla toplumsal konularda kafa yoran yönetmenin stil tercihleri ve daha "klasik" bir sinemasal dil tutturmasıyla birlikte girdiği bu yeni dönem, çok radikal bir değişiklik gerçekleşmezse eğer Amour'la da devam edecek gibi görünüyor: Ancak öncesine dönmek istiyorum..

Haneke'yi yönetmen olarak cidden seviyorum, hatta kelime anlamıyla da kendisini seviyorum: Uzaktan böyle nemrut filan görünse de, nedense bende hep çok şeker bir intiba uyandıragelmiştir.. Yönetmenlik kariyerinde tek bir kötü filmi bulunmayan nadir ve çağının/yaşayan en önemli yönetmenlerinden biri, birisi: Filmleri her ne kadar takdir edildiği kadar, "tereciye tere satmak"la da sıkça eleştirilir: Kendisi de burjuva köklerine sahip biri, birisi burjuva eleştirisini yine burjuvalara satar vs.. yucinematek'te yaptığım Haneke filmografisi yorumlarında da bu konuda herhangi bir cümle kurmayacağımı belirtmiştim, Haneke hakkında konuşurken de hala beni en çok sıkan iki şeyden biri bu "burjuva eleştirisi" cümlesi zira-
diğeri de "rahatsız seyirler dilerim" cümlesi: Hele bu cümleyi duyduğum/gördüğüm an o ortamdan/kişilerden tamamen uzaklaşıyorum..

neysse,, Der siebente Kontinent filmiyle başlayan üçlemesi kendi içinde oldukça tutarlı olmasının yanı sıra, stil bağlamında da oldukça cazip -hala: Hele hele yıl '11 olmuş ve film/dizilerin her saniyesini sahnenin bile önüne geçen müzikler işgal etmişken, kendisinin müziği "dışarıda" bırakan yönetmenliğine şapka çıkarmamız gerekiyor -hala: Evet, artık vebaya dönüşmüş bu soruna bir çözüm bulunması gerekiyor yani, artık yönetmen/kurgu direktörleri mi bir araya gelir, yoksa ışıkçısından set asistasına herkesin katıldığı bir genel zirve mi yapılır bilemem ama, ciddi anlamda sinemaya zarar vermeye başlayan bu tercihin sonlanması gerektiğini daha çok düşünüyorum: Yeri gelmişken belirteyim..

Üçlemesinden sonra çektiği La Pianiste son derece kişisel bir film olmasının yanı sıra, Haneke'nin yönetmenlik tercihlerinde de ciddi kırılmaların olduğu bir filmdi: Şiddetten başlayalım: O zamana kadar çektiği filmlerde şiddet her şeyiyle "ortada" olmasına, hatta konuları bizzat şiddetin kendisi olsa da, adeta bir Godot gibi, uygulanan fiziksel şiddeti Haneke bize göstermezdi: Oysa La Pianiste'te dakikalarca süren bir şiddet/tecavüz sahnesi izliyoruz-
hayır, Gaspar Noe kadar bayağı bir röntgenceliğe bulanmadan: Anne-kızın birbirlerine attığı tokatlar, kendini kesen bir kadın vs.. Eylemin "kendisi" tüm çıplaklığıyla ortada durmakta..
Müzik: Önceki filmlerinde toplasan 3-4 dk süren müzik kullanımı bu filmde zirve yapıyor-
eh, bunda bir piyanistin yaşamına odaklanmasının payı olduğunu da es geçmiyoruz haliyle..

Karakter kullanımı: Önceki filmlerinde oyuncularına kadrajdaki birer nesne muamelesi yapan ve genel olarak çalışılması en zor yönetmenlerden biri olduğu bilinen Haneke'nin bu filmde, kamerası adeta oyuncularına hayran bir şekilde onların etrafında dolaşıyor-
buna da her ne kadar "karakter filmi" deyip kestirip atmak mümkün olsa da, değil: Zira önceki filmleri de karakter filmleriydi: Daha farklı bir şey var: Huppert faktörü?? Uzun uzun Erika'nın yüzünü izletiyor Haneke bize: Klemmer'in.. Annenin.. 

Değişmeyen şeyler de var: Şiddet.. Haneke'nin şiddete teşneliği, daha doğrusu nedensiz şiddet üzerine kafa yorduğunu filmografisine bakarak anlamak mümkün: Bu açıdan La Pianiste de diğer Haneke filmlerinden çok da farklı bir noktada durmuyor: La Pianiste'te yaptığı çok daha ayrıntılı bir analiz-
sonradan Cache'de bir adım daha öteye götürerek mükemmelleştirdiği: Bu noktada Elfriede Jelinek'in payını da inkar etmemek lazım tabii.. Böylesi bir filme orijin olan o olağanüstü romanı ortaya çıkardığı için..

Başka bir yönetmenin elinde nasıl bir şeye dönüşeceğini merak etmediğim ender filmlerden La Pianiste: Çünkü "şu" haliyle öylesine kusursuz ki, bozulacak diye çok korkuyorum..
Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #7



Kırmızı şapkasıyla Erika eve doğru yürüyor, köşeden Walter onu takip ediyor ve birlikte eve gidiyorlar.. Çocuk-adam hala "klasik" numaralarla bu işin üstesinden geleceğini düşünüyor: Israrcı, kimi zaman buyurgan bir tatlı dil.. Odaya giriyorlar, Erika ısrarla mektubu okumasını istiyor..

Mektup -ki, hep söyleyemediğimiz şeyler için: Yazılanların şaka olduğunu düşünüyor Walter en başta, sonra tavrı değişip yadsımadan inkara dönüşüyor, gerçekle yüzleşince aşağılayıp çekip gidiyor.. Oysa Erika, başka kimseye olmadığı kadar dürüst o anda.. İstediklerini en açık şekilde ifade ediyor..

Hepimiz kısmen de olsa yaşamışızdır bunu: En tipiğinden bir örnekle başlarsam eğer, erkek futbol maçı izlemek isterken kadın bunu istemez; kadın mini etek giymek isterken erkek bunu istemez vs.. Karşımızdakini "olduğu gibi" kabullenme konusunda konuşurken mangalda kül bırakmaz ve ilişkinin başlangıcında bu yönde irade beyanı yaparken; zamanla kabul ettiğimiz şeylerden rahatsız olmaya başlarız: Sevgilimizin maç izlemesi/mini etek giymesi bize batmaya başlar , sonra başka "kusurlarını" da fark ederiz: Sanki zamanla değişiyor giderek tahammül edilmesi zor biri, birisine dönüşüyormuş gibi: Bir zaman sonra artık "katlanılmaz" bulmaya, eleştirmeye, tartışmaya ve kavga etmeye de başlarız.. Çünkü "ilkel idealleştirme" dönemi sona ermiştir, başlangıçta görme/k isteme/diğimiz şeyleri fark etmeye ve bunlar bize acı vermeye başlar.. "Ben hep böyleydim.."i kabul etmekte zorlanırız, "sonradan böyle oldun"u daha inandırıcı buluruz.. Eh, ikili ilişkilerde ilkel idealleştirme benzer dönemlerde devreye girdiğinden başlangıçta daha "şirin" ve pozitif olan poz kesmeler de yerini daha doğal bırakmaya başlayınca son, kaçınılmaz olur..

Walter ve Erika'yla alakalı görünmeyen bu paragrafı yazma sebebim konuya daha yavaş girme isteğimden kaynaklanıyor: Çünkü o ilk/el dönemde karşımızdaki kişiyi normal sınırlar içinde değerlendiririz, bu normal bize öğretilmiştir, ya da farkında olmadan içselleştirmişizdir.. Erika gibi "dışarıda" kalanlar içinse tepkilerimiz üç aşağı-beş yukarı aynıdır: Walter da Erika'yı "normal" olarak kodlayarak başlıyor "bu" ilişkiye: Hayran olunası bir piyano profesörü ne kadar uçlarda olabilir ki zaten??  Ona karşı devreye soktuğu ilkel idealleştirme öylesine güçlü ki, onun gibi olmak/onunla daha çok vakit geçirmek için okula kaydını yaptırıyor.. Erika ise -hep, temkinli.. Sadistik davranışlarının onu kendinden uzak tutmakla da bir ilişkisi var: Ancak bu Walter'a işlemiyor.. Ve perde açılıyor..

Erika, kafasındaki normale hiçbir şekilde uymuyor, "hasta" olarak yaftalayıp işin içinden sıyrılıyor.. Karşısındaysa her anlamıyla çıplak bir Erika duruyor: Tüm sosyal normları sıyırmış üzerinden, tek kişilik inşa ettiği dünyasına ikinci bir kişiyi almaya hazır.. İçinden bunlar geliyor, bunları istiyor.. Bunları açıkladığında yargılanmayacağını düşünüyor -ki, sana yazabilmiş.. Çocuk-adamın sessizliği karşısında bocalıyor bir süre: Sonra "evet" olarak algılıyor-
içimi dağlıyor -hep.. "Bundan sonra ne giyeceğime sen karar ver.." diyor, "istersen bana vur" diyor son bir çırpınışla: Ama, olmuyor.. "Normal" bulunmadığını anlıyor..

Annesine "seni seviyorum" deyip, kadının üzerine çıkıp onu öpücüklere boğması, sonra haykırarak ağlamaya başlaması bu yüzden: Dışarıda, bu dünyada ona yer olmadığını biliyor Erika, annesine, rahmine, amniyon kesesine geri dönmek istiyor..
Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #6


Erika eve girip odasına doğru yöneldiğinde kapıyı anne açıyor: Açar açmaz bir tokat yapıştırıyor kızının yüzüne.. Kızı "sen delirdin mi??" diye sorarken bir tane daha.. Bu defa kız annesine bir tokat atıyor.. Anne bekledi çünkü: Kızı gecikince doğrudan odasına dalıp eşyalarını yerlere attı, yırtmaya çalıştıkları oldu.. Bu sırada Erika sevişen bir çifti gözetlemekteydi.. Babanın ölüm yıldönümünde bu yaptığı neydi??

Erika'nın odasının kapısının bir kilidi yok: Olmadığı için Walter eve geldiğinde odanın kapısının arkasına dolap çekiyorlar.. Çünkü anne kızını kendisinden "ayrı" bir birey olarak görmüyor, göremiyor.. Birlikte aynı yatakta uyuyorlar; ikisi de dışa kapalı.. Ev, adeta annenin rahmi..

Anne sadist ve narsisist: Kızının mükemmel olduğuna inanıyor, küçüklüğünden beri onun da öyle düşünmesini sağlamış.. Kızını sürekli kontrol altında tutuyor.. Çünkü kendi hayatı çöp vaziyetinde: Elinden yemek yapmak vs.. dışında herhangi bir iş geldiğine dair bilgimiz yok: Bununla birlikte kızının her şeyi başarmasını istiyor: Kızı ünlü olmak yerine, öğretmen olarak kalınca bu defa okuldaki konumunu koruması için çeşitli öğütler vermeye başlıyor: Kontrolsüz bir figür çünkü: Kızını (Otto Kernberg'in tespiti) ayrı bir birey olarak görmek yerine adeta vücudunun bir uzantısı olarak algılıyor.. Bunun için uygun yöntemleri de var.. Modası geçmeyen klasik şeyler giymesi için kızını uyarmasının altında harcanacak para kadar, hatta belki daha çok kızının dikkat çekmemesi isteği var: Erika eve gecikince onun kıyafetlerine saldırması ise tipik bir anne-kadın kıskançlığı/psikozu: Kendisinden daha kadın olması.. Anne, zamanının geçtiğinin farkında: Ve kızının başka bir erkekle olmasını istemiyor: Bunu kızının kendine bağımlı kalması için arzuladığı kadar, kızının onu "geçmemesi" için de arzuluyor.. Çünkü Erika her anlamda ondan daha "fazla.."

Ancak, anne kızının hep yetersiz olduğunu hissettiriyor bir yandan ona: Odasının kilidini alarak, elbiselerini parçalayarak, eleştirerek/öğütte bulunarak, sürekli arayarak, resital sonrası üşütmemesi için omzuna hırka geçirerek vs.. Erika ne yaparsa yapsın annesinin yanında/gölgesinin altında.. Bununla birlikte öylesine ustalıkla/kurnazca kızıyla iletişim kuruyor ki: Aslında bunları hep kızını korumak istediği-
iyiliği için yapıyor.. Erika çoğu zaman dayanamasa da buna, "tam anlamıyla" itiraz edemiyor buna, duruma: Sıkılsa, yeri geldiğinde bağırsa/tokat atsa da, belli ki annesiyle olan mutual ilişkisinin alternatifinin olmadığını "biliyor.." Bilinçdışında kendisini bu denli değersiz hissetmesinin sebebinin annesi olduğu halde/rağmen..

Ve Walter: Annesi başından beri kaba davrandığı bu çocuk devreye girince kendi iktidarının sarsılacağını hissediyor, günden güne ellerinden kayan Erika, bir akşam çocuk-adamla çıkageldiğinde içtiği kanyaktan güç almasına rağmen bir şey yapamıyor.. Çocuk-adam kızına tecavüz ederken çaresiz kalmasına rağmen, ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyor.. Belki de aralarındaki "şey" bittiği, kızı -yeniden, kendisine kaldığı için seviniyordur; kim bilir??

Erika, annesinin eseri: Hayatta övünebileceği tek şey çünkü o: Başkalarını bu yüzden küçümseyebiliyorlar ikisi de: Parazitleri birbirlerinin..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.