Berlin Kaplanı



Hakan Algül'ün '12 yapımı filmi Berlin Kaplanı'nı bu akşam izledik-
"neden??" olduğunu sormayın çok rica ediciim..

Film, kariyerinin sonuna gelmiş boksör Ayhan Kaplan'ın dövüşecek bir "şey" bulması üzerine ilerliyor.. Da, araya bir sürü gereksiz şey de sokmayı beceriyor.. Film genel olarak bariz kötü, Ata Demirer'in kastığı aksan filan başarılı olsa da, abartıdan da son derece nasibini almış..

neysse,, asıl değinmek istediğim konu filmin kendisi değil: Filmdeki Elvan ve Ayhan'ın aşkı.. Daha doğrusu erkeklerin aşk konusundaki tavrı.. Yalan Dünya'nın Açılay'ı Nihal Yalçın'ın canlandırdığı Elvan, aşkını belli etmekten çekinmeyen bir kadın.. Buna karşın Ayhan bu ilgiyi anlamıyor bile: Mevzu, Ayhan geçmişteki aşk ilişkileri de değil.. Mevzu (çok klasik dursa da..), erkeklerin çekingenliği.. 

Açılay dedik: Yalan Dünya'nın ikinci bölümünde (de) benzer bir durum vardı: Rıza ve (Selahattin'in ikiz) arkadaşı bara gittiklerinde hiçbir hatunu tavlayamıyorlardı.. Bu sahnede hiçbir abartı yok misal.. Çünkü hakikaten kimi erkekler, böyleler.. Ne kadar kadınlar/çapkınlık konusunda bitmez tükenmez brifler verseler de, kendilerine yönelik ilgiyi algılamada ciddi anlamda eksikler..

Ayhan da böyle biri: Elvan genel-geçer toplum kuralları çerçevesinde mümkün olabilecek her şekilde ilgisini belli etmesine rağmen, Ayhan bu ilginin farkına ancak yeğeniyle sahilde otururken varıyor.. Ki, o sahnedeki tavrı da, bir yetişkinden çok, bir çocuğu andırıyor.. 

Daha kötüsü, filmdeki bu ilişkinin enerjiden son derece yoksun olması: Elvan ve Ayhan arasında herhangi bir fiziksel yakınlaşma olmadığı (yanak yanağa öpüşmek??) gibi, oyuncular arasında da herhangi bir "elektrik" hissedemiyorsunuz.. 

Yetişkin erkeklerin aşk konusundaki acemiliğini bir kez daha mimlemek için sunduğu doneler dışında, hiçbir işlevi olmayan bir yapım Berlin Kaplanı.. 


Read more

Get Real



'98 yapımı Simon Shore filmi Get Real, ismini Steven'ın yazdığı makaleden alan, Patrick Wilde'ın kendi oyunundan uyarladığı senaryosuyla öne çıkan, etkileyici bir "come out" hikayesi..

Steven, liseye giden, eşcinsel bir genç: Tek arkadaşı, bir türlü ehliyet alamayan Linda.. Küçük kasabada daha çok gaylerin gittiği umumi tuvalette quickieler yaşayan Steven, bir gün okulun en popüler erkeğinin de "kafası karışık" olduğunu fark ediyor.. Birbirleriyle aşk yaşamaya başlayan ikili, John'ın gizli kalma isteği, Steven'ın "come out" olma tercihiyle yol ayrımına geliyor..

Bu açıdan filmin mutsuz finaline rağmen üzülmüyorsunuz: Çünkü film, başından beri koruduğu gerçekçi yaklaşımını sırf seyirciyi tavlamak için bozmuyor..  

Filmde herkes çeşitli yalanlar söylüyor: Linda'nın ilişki yaşadığı kişi, John, filmin açılışındaki yazar, Steven.. Aşk ilişkilerindeki tercihleriyle, dışarıya yansıttıkları arasında dağlar kadar fark var.. Steven'ın konuşmasında "benim gibi hissedenler vardır, değil mi??" sorusuna tek bir "evet" gelmemesinde kendini bulan bu durum karşısında heteroseksist tahakkümün ne boyutlarda olduğunu görebiliyorsunuz..

John'ın tutumu oldukça kaypak gibi görünse de, film onu yargılamıyor.. Çünkü gerçekten kafası karışık bir karakter John.. Steven 11 yaşından beri gay olduğunu "biliyor.. John'sa (keşke daha yetenekli bir oyuncu tarafından canlandırılsaydı..) bir önceki yıla kadar hiç böyle "düşünmemiş.." Yaşadığı deneyim sonrası ilk tepkisinin kaçmak olması, o kişiyle görüşmeyi kesmesi, filan.. Bilinciyle bilinçaltının girdiği mücadelenin ortasında.. Son tercihi de, bilinçaltının her zaman "bastırılan" doğası üzerine etüt olarak değerlendirilebilir.. Ancak oyuncunun yetersiz performansı yüzünden, bu sahnelerde ciddi inandırıcılık sorunu yaşanıyor..

Onun dışında filmin tek dürüst karakteri Linda için bile izlenebilir..
"E bu aynı Adele.."
"Abartma.."

Read more

La Mala Educación



Almodovar'ın '04 yapımı La Mala Educacion'u, güzel başlayıp, sonradan giderek kötüleşen ve en nihayetinde berbatlaşarak biten bir film.. Sebepleri tamamen tercihleri..

Pedofil bir pederin taciz ettiği Ignacio'nun hikayesini anlatmak üzere yola çıkıyor gibi başlayan La Mala Educacion, gelişmeleri karıştıra karıştıra, "masum" Ignacio'yu filmin villian'ı haline getirmeyi başarmasıyla hakikaten "ohaa" dedirtiyor -en azından bana..

Adım adım gidelim: Ignacio, pederin tacizlerine uğrayan, sevdiği çocuk okuldan atılmasın diye pederin isteklerine boyun eğen kandırılmış bir çocuk.. Aradan geçen zamanda, uyuşturucu bağımlısı bir travesti olmuş.. Ailesinin parasını çalıyor, kendisini taciz eden pedere şantaj yapıyor.. Kardeşi ve peder tarafından da öldürülüyor..

Peder ise, din okulunu bırakıp, yayınevinde çalışmaya başlıyor: Ignacio'nun kendisine yaptığı şantaj karşılığında onu oyalarken, Ignacio'nun kardeşi Juan'a aşık oluyor.. Sonra da Juan'la birlikte Ignacio'nun ölümüne sebep oluyor.. Juan'ın peşini bırakmaya ise niyeti yok..

Juan ise, küçük bir şehirde travesti abisiyle yaşamanın ağırlığı altında ezildiğinden ve abisinin sorumsuz davranışları sebebiyle onun ölümünü hazırlıyor.. Sonrasında onun yerine geçip, Ignacio'nun çocukluk aşkı/şimdiki zamanın yönetmeninin peşine düşüyor.. Abisinin yazdığı hikayenin filme çekilmesi ve illa da Zahara'yı oynama "tutku"su onu çok ileriye götürebilirmiş, kendisi söylüyor..

Ignacio'nun çocukluk aşkı Enrique ise başlarda hiçbir şey bilmediği olayların sırrını çözüyor filan..

Da, yani ana tema nasıl böylesine harcanabilir, hala benim aklım almıyor.. Film ilk çıktığında din okullarına eleştirel baktığı gibi gudik yorumlarla gazlanmıştı: Fakat La Mala Educacion'da bırakın din okulu eleştirisini, istismar edilen bir çocuğun ileride dönüştüğü "şey" eleştiriliyor.. Filmde "gerçek" pederin hikayeye dahil olduğu an ve uzun flashback bölümü, filmi söylemek istediklerinin tam tersi bir noktaya savuruyor..

Juan'ın niye abisinin yerine geçtiğini açıklamayan, film boyu kendini paralamasına sebep olan motivasyonunu son sahnede açıklıyor ancak: Yine de bu beni tatmin etmedi..

Yönetmen karakteriyse, otobiyografik özellikler taşıdığı belirtilen filmin Almodovar'ı..
Kafası çok karışık ve hatta çoğu zaman kaş yapayım derken göz çıkaran bir yönetmenin..

Read more

Grande Ecole



'04 yapımı Robert Salis filmi Grande Ecole, seçkideki diğer kurmaca yönetmenlerin filmleri gibi, yönetmenin -şimdilik, son uzun metraj filmi.. Afişine kanarak izlemeye başladığım Grande Ecole, bir Fransız erotik filmi: Eh, yazının gerisini okumanıza gerek yok-
filmi izlemenize de..

Şaka filan değil, hakikaten de kötü bir film Grande Ecole.. (Muhtemelen aynı adlı) Tiyatro oyunundan uyarlanan filmde, Grandes Ecoles okulda okuyan ve yurtta kalan iki erkek (ve sevgilileri) arasındaki gerilim anlatılıyor.. Bir de sınıf meselesi var tabii: Böyle flashbacklerle filan gözümüze sokulan..

Paul'un babası zengin, ancak ailesi "burjuva" geleneklerine pek bir bağlı olduğundan küçüklüğünden beri çocuğun alt sınıftan yabancılarla konuşmasını yasaklamışlar.. Üniversitede, yine (ekonomik açıdan) alt sınıftan olan işçi çocuğun maruz kaldığı kötü muameleye karşı çıkmasıyla ikili arasında bir aşk filizleniyor.. Paul, bu sırada kız arkadaşı Agnes ile ilişkisini yürütmeye çabalarken, bir yandan da okulun alfa erkeği Louis'nin iç çamaşırlarını filan çalıp, onları giyiyor..

Sevgilisinin "tuhaflaştığını" fark eden Agnes, buna bir son vermek için Louis'yi önce kim tavlayacak oyunu oynamaya başlıyor Paul'la.. Çocuğu baştan çıkarmalar, Louis bıçaklandıktan (evet, bu da oluyor..) sonra Paul'un ellerini Louis'nin bedeninde gezindirmeler filan.. Film tam bir olaylar silsilesi şeklinde gelişiyor.. 

Ve o denli Fransız ve sıkıcı ki, saçma sapan sınıf muhabbetleri, şusu busu cidden bir yerden sonra katlanılmaz oluyor.. Özellikle Paul'un Mecir'e (ve onun temsil ettiği alt sınıfa) olan bakışı, aslında olayın özeti gibi: Son derece steril bir bakış bu.. Onları anlamak için uğraşıyor gibi durmasına rağmen, tek yaptığı vicdan mastürbasyonuna dönüşüyor.. Ki, filmin açılış sahnesindeki anne karakterinde de (hayvan hakları savunucusu kendisi) aynı yaklaşımı görmek mümkün.. Dahi, insan hakları aktivisti Agnes'te de: Steril yaşamların sınıf hassasiyetleri de benzer bir sterilliğe sahip oluyor.. 

Üstüne araya Basic Instinctvari seks oyunları sosu dökmek de filmi iyice katlanılmaz hale sokuyor.. Filmin en başarılı olduğu an, afişte de görseli kullanılan kaletdoskoptaki sevişme sahnesi.. Bu kadar..

Read more

Shelter



'07 yapımı Shelter, Jonah Markowitz'in ilk ve- şimdilik, tek uzun metrajlı filmi.. Romantik-komedi şablonunda ilerleyen film, gerçekçilik dozunun yüksekliğiyle türdaşlarından biraz olsun ayrılabiliyor.. İyi niyetli bu çabası da kimi zaman yetmiyor maalesef..

Bir aile trajedisinin ortasındayız: Anne ölmüş, baba ilaçlarla ayakta duruyor.. İki kardeşten kadın olanının çocuğu var, erkek olanı üniversiteyi kazanmış olmasına rağmen gidememiş.. İkisi de çalışıyor.. Değişerek çocuğa bakıyorlar.. Zach kız arkadaşıyla ayrılma sürecinde, bu sırada kasabaya Shaun geliyor.. Onunla takılmaya başlıyor Zach ve olaylar gelişiyor..

Klasik kendini iyi hisset filmlerinde olduğu gibi, hayatına sahip çık sloganıyla ilerleyen filmde, Zach, eşcinselliği/ni kabullenip, bundan utanmamayı öğreniyor.. Daha önceki sene ailevi sorunları yüzünden gidemediği okula gitmeye karar veriyor.. Buraya kadar sorun yokken, Jeanne karakteriyle film, kaş yapayım derken göz çıkarıyor.. Zira, Jeanne, filmin adeta kötü kadını.. Annelik sorumluluğunu yerine getirmiyor, sevgilisi Allen'la gece geç saatlerde eve geliyor, çocuğunu bırakıp Oregon'a gitmeyi planlıyor: Zach'in bakması şartıyla tabii.. Üstelik homofobik.. 

Kısacası film, Jeanne'den nefret etmemiz için elinden geleni ardına koymuyor.. Bu son derece gereksiz tutumunun karşısına da Zach'in ailesi için her şeyi yapması/okulundan bile vazgeçmiş olması temasını koyunca mesele iyice katmerleniyor.. Bu falsosu dışında, film her ne kadar beklediğiniz gibi gelişse de, kendini sıkmadan izletiyor.. Teknik açıdansa sörf sahnelerinde aynı planları 4-5 kez izletmesi dışında eksiği yok.. Oyunculuklarsa kötü, müzikleri güzel..




Read more

Prömiyer: Telo Bez Duse



Wiktor Grodecki'nin '96 yapımı belgeseli Telo  Bez Duse/Body Without Soul, Not Angels But Angels'taki gibi Prag'daki erkek çocuk fahişeler hakkında: Ancak bu defa konusu fahişelikten ziyade, gay porno filmlerde oynayan çocuklar.. 

Pavel Rousek, bir patolojist.. Otopsi yapıyor, o zamana dek 3500 kişiyi "kesmiş.." "Orta Çağ'da insanlar ellerine sıvı yağ sürerlerdi, şimdiyse çok ilerledik.." diyor eldivenlerini eline geçirirken.. Otopsi yaparken, hem "asıl" mesleğinden, hem de diğer mesleğinden bahsediyor.. Hans Miller adıyla gay porno filmleri çekiyor Rousek.. Filmlerini sattığı şirketler, boşalma sahnesi kısa diye parasını kesiyorlar misal.. Bu yüzden 10 sn süren boşalma sahneleri çekiyor.. Çalıştırdığı çocuklar, onu defalarca soymuşlar, hatta bir tanesi Zippo çakmağını çalmış: Hayatında sadece bir Zippo'su olduğunu belirtiyor ardından.. Prezervatifle çekilen filmleri Alman şirketlerin kabul etmediğini, özene bezene yazdığı senaryolarının üzerine farklı dublajlar/kesmeler yapılıp filmlerini farklılaştırdıklarından bahsediyor.. Oyuncuları aynı zamanda fahişeliklerini de sürdürdüklerinden, onlardan yeterli verimi alamadığını, anal sekse mesafeli durduklarını, hatta kimi zaman onları yumrukladığını filan anlatıyor..

Böyle anlatınca sanki yönetmenin tarafındaymış gibi bir izlenim oluştu mu?? Çünkü Rousek, yaptığı kimi kabul edilemez şeyleri öyle bir şekilde anlatıyor ki, sanki bunları yapmazsa dünyanın sonu gelmiş gibi hissettirmeye çalışıyor.. Çünkü çocuklara hiçbir şekilde güvenmiyor, saygı duymuyor..

Çocuklarsa, AIDS'ten korktukları için prezervatifsiz seks yapmak istemediklerini, Rousek'in onları film çekim süreci boyunca kilit altında tuttuğunu, ücretlerini eksik ödediğini, sürekli bağırdığını, çoğunlukla uyuşturucularla oyuncuları oynattığını anlatıyorlar.. Sözleşme maddelerinde "yönetmenin her istediğini yapmakla" yükümlüler, ancak başlarına gelebilecek herhangi bir şeyde yönetmeni sorumlu tutmayacaklarına dair imza atıyorlar.. Ve yıkım geliyor peşinden: Bir çocuk AIDSli.. Rousek, bir sene önce böyle bir şey olduğunu ancak muhtemelen dedikodu olduğunu belirtirken, AIDSli çocuk, virüsü muhtemelen film çekiminde kaptığını söylüyor.. 

Slovakya'dan Prag'a gelip, Rousek'i bulanlar var: Hep para kazanmak için.. 

Film, teknik açıdan Not Angels But Angels'a göre daha iyi, özellikle porno film çekimiyle otopsinin paralel kurguyla verilmesi, filme hareket katıyor; bununla birlikte "ben straight'im" diyen çocukla, "erkeklerle birlikte yatıp da bunu söyleyen aptaldır.." diyen çocuğun da paralel kurguyla bir araya getirilmesi iyi olmuş..

Hayata dair çok şey öğreten filmlerden Telo Bez Duse..



Read more

Prömiyer: Underage



Danny Linsner ile Ohm Phanphiroj yönetimindeki '11 yapımı kısa film Underage,  yaşları 11 ile 17 arasında değişen birkaç gündür fahişelik yapanlarla, yıllardır bu işi yapan Taylandlı çocukların, düşler ve umutlara adanmış filmi.. 

Sorulan sorulara çocukların verdikleri cevaplardan oluşan içeriğiyle Underage, kısıtlı zamanına çok fazla şey sığdırıyor.. Cevaplar çok ağır.. Para/sızlık her şeyin sebebi.. Küçücük, el kadar çocukların bu denli istismar ediliyor olması çok "fazla" geliyor bünyenize..

Tayland, zaten küçük yaşta fahişeliğe zorlanan çocuklarla anılıyor artık.. Dünyanın her ülkesinden insanlar, çocukları rahat rahat sikebilmek, onlara bir daha unutamayacakları travmalar yaşatabilmek için onca yolu kat ediyorlar.. Üstelik utanmadan da bunları anlatabiliyorlar.. Ülkenin içinde bulunduğu bu duruma karşı onca bilinçlendirme kampanyası yapılmış olmasına rağmen, değişen bir şeyin olduğunu söylemek imkansız.. Underage ise erkek çocuk fahişeler konusunda Tayland'dan çıkan ilk belgesel.. 

Çocukların her söylediği içinize oturuyor, ancak Tao'nun annesinin ölümünden sonra babasının fahişelik yapmasını istenmesi (ve gözyaşları) karşısında ağlamaktan başka bir şey yapamıyorsunuz..

Filmi aşağıda izleyebilirsiniz.. 





Read more

Erkek Çocuk Fahişeler: Not Angels But Angels



Evet, insanın yüreğini dağlıyor şunu söylemek/duymak ancak, hayat da bir yandan bu gerçekleri yüzümüze çarpıyor.. Çocuk fahişelerle ilgili 2 uzun metraj ve 1 kısa metrajdan oluşan 2.5 filmlik seçki-içinde-seçkiye başlıyoruz.. 

Seçki-içinde-seçkinin ilk filmi '94 yapımı Not Angels, But Angels Wiktor Grodecki'nin dünyada pek da fazla kişiye ulaşmamış, ancak alanında ilklerden.. Prag'da, tren istasyonunda, bar/"özel" kulüplerde, parklarda müşteri bekleyen ve yaşları 15 ile 18 arasında değişen çocukların ağızlarından dinliyoruz her şeyi.. Annesi babası evden attığı için bu işe başlayan da var, babası Amerika'dan Çekoslovakya'ya göç ettiği için de, parasız kaldığı için de.. Kimi yeni başlamış, kimi uzun süredir içinde..  Belgesel zaman zaman, araya "melek" heykel planları, alta klasik müzik koyarak meselesini fazlasıyla şerbetlendirse de, karşımızda son derece "gerçek" bir dünya duruyor.. 

Ama en çok: O çocuklarla göz göze gelmek zor geliyor.. Gencecik bedenlerinin haftada en az 3-4 kez satıldığını söyleyerek gözlerinizin içine bakıyorlar.. Birçoğu "yetişkin" gibi davranmayı çoktan öğrenmiş, sigaraları ellerinden düşmüyor.. Ama çocuklar: Atari salonları tek eğlenceleri.. Kazandıkları paranın tümünü orada harcayıp, parasız kaldıklarında yeniden "işe" çıkıyorlar-
pezevenkleri de bunun farkında "kısır döngü" diye tanımlıyor bu durumu..

Pezevenkleri ise son derece sakin bir şekilde yaptığının illegal olduğunu belirterek yaptığı işi anlatıyor.. Polis baskınlarından önce haberdar olup, istasyonu boşaltmalarını, politikacılardan, şarkıcılara, sunuculardan, doktorlara kadar geniş bir skalaya yayılan müşteri portföyünü filan anlatırken de son derece sakin.. Sinirleriniz bu sakinlik karşısında tel tel olurken, belgeselin de daha sorgulayıcı olmamasına şaşırıyorsunuz.. Bu işin mafya ayağı ne durumdadır, 12 yaşındaki bir çocuğun bu "işe" başlayabilmesi neden sorgulanmamaktadır?? Belgeselin sadece 15 yaşından büyükleri konu etmesi de Çekoslovakya'daki yaş sınırından kaynaklanıyor.. Daha aşağı yaşlara indiğinde "suç"u belgeleyeceğinin farkında çünkü..

En çok korktukları şeyi paylaşırken belgesel çok daha ağırlaşıyor, kimi yalnızlık, kimi fakirlik, kimi AIDS derken, bazıları "hiçbir şey" diyorlar.. Bu iş artık para getirmeyene, müşterileri onu beğenmemeye başlayana, naif bir umutla söylendiğini hissettiğiniz daha iyi bir iş bulana, çaresiz bir umutla söylendiğini hissettiğiniz "Amerika'daki müşterim benim için gelene" kadar bu işi yapacaklarını da söylüyorlar.. Filmin üzerinden geçen 18 yıl onları şu an hangi noktalara savurdu, bilemiyoruz.. 

Meselenin bir de erkek olma/erkeklik ayağı var: Kimi evli ve çocuklu mesela, kimi heteroseksüel olduğunu belirtiyor, iki tanesi biseksüel olduğunu.. Zorunluluklarını dinlerken başka bir nokta devreye giriyor: Miss Jackson'ın (ki, belgeselde kendi geleceğini inşa etmek için didinip durduğu hissini seyirciye geçirebilen tek kişi..) bir yerde dediği gibi: "MTV için çalışmaya başlayacağız.." "Refah" ülkesi Amerika'nın vaat ettiği "kısa yoldan para kazanma", "az çalışıp çok para kazanma" hayallerine kapılan gençler, hayatı Amerika filmlerindeki gibi yaşamak isterken, para denilen nanenin öyle kolay kazanılmadığını, kazanılsa bile hiçbir zaman yetmediğini anlamakta zorlanmıyorlar.. Ancak davetkar Amerika hep onları çağırıyor.. Kapitalizmin ne kadar yıkıcı olduğunu/-abildiğini bu çocuklar -hiç de farkında olmadan, anlatıyorlar size.. 

Kimi kabul edilemez eksikliklerine rağmen, bence mutlaka izleyin..



Read more

Beautiful Thing


 '96 yapımı Hettie Macdonald filmi Beautiful Thing, ilginç bir biçimde yönetmenin ilk yönetmenlik denemesi.. İlginçliği şurada ki, kendisinin sinemalarda gösterilen son filmi de Beautiful Thing.. Sonradan çeşitli diziler ve tv filmleri çekse de, ilk ve tek sinema filmiyle Gay Kimlikle/r seçkisine başlıyoruz.. Lezbiyen Kimlikle/r seçkisi zamanında "gay seçkisi de yap" diye mesaj/mail atanlara itlaf ediyorum bu seçkiyi..

Beautiful Thing, son derece ağır bir gerçek evrende geçiyor.. Ken Loach filmlerini andırır bir şekilde işçi sınıfının ortasındayız.. Anne, bar işletme lisansı almaya uğraşan bir barmen.. Bir oğlu var.. Jamie.. Gay.. Ne iş yaptığı meçhul olan bir sevgilisi var.. Zor bir çocukluk geçirdiğini, oğlunun üzerine titremesinden anlıyoruz.. Onu doyurabilmek için hırsızlık bile yapmış..
Ste var sonra, baba ve abi baskısı altında, aile içi şiddet mağduru.. Artık dayanamadığı bir noktada evi terk ediyor ve Jamie'lerde kalmaya başlıyor.. İkili sevgili oluyor..

Film, bu ağır, kimi zaman taşınamayacak kadar ağırlaşan dünyayı komediye bulayarak anlatıyor, hatta öyle ki -teşbihte hata olmaz, olağanüstü güzel film Neşeli Günler ayarında handiyse.. İngiliz mizahını seviyorsanız filmden fazlasıyla zevk alabilirsiniz.. Kimi zaman klişelere başvurmasını nasıl karşılarsınız bilemem ama: "Futboldan hoşlanmayan gay" klişesi, "tuff guy"ımızın "çek ibne ellerini" tarzındaki eşcinsel-homofobik beyanı/kavgası, aynı yatakta uyuma gerginliği (ki, Ümit Ünal'ın da bu konuda ilginç mi ilginç bir öyküsü vardır, yeri gelmişken belirteyim..) vs..

Hayat gibi bir film Beautiful Thing-
klişeye bulanmak benim de hakkım.. Tüm bu kaosun ortasındaysa Tameka Empson'ın pek şeker oyucnuluğu ve Mama Cass duruyor..



Read more

Il Fiore Delle Mille E Una Notte



Pasolini'nin '74 yapımı filmi Il Fiore Delle Mille E Una Notte, Hayat Üçlemesi'nin de son yapımı.. 1001 Gece Masalları olarak bildiğimiz öykülerin uyarlanması için Pasolini ve set ekibi birçok coğrafyayı dolaşmışlar.. Ancak, Pasolini'nin bu işin altından başarıyla kalktığını söyleyebilmek -üçlemedeki diğer filmlerde olduğu gibi, zor..

Teknik özensizliklerden başlayalım: Üçlemedeki diğer filmler gibi oyunculuklar rezaletin de altında.. Aziz ve Aziza bölümünde Aziz'in yüzüne tam 3 defa sinek konuyor ve kendisi de bunları da eliyle uzaklaştırıyor: Böyle büyük bir prodüksiyonda eh hadi bir tanesi "nazar boncuğu" olarak kabul edilebilir, ancak 3 kere -ve üstelik yakın plan çekimde, gerçekleşmesi kabul edilir gibi değil.. Özel efektlerin rezilliğine hiç girmeyelim, çok da fazla olmamalarına rağmen bu kadar başarısız özel efektleri en son ne zaman gördüm hatırlamıyorum.. Her türlü romantik, erotik, seksi sahne, berbat yönetmenlik tercihleri ve oyunculuk yüzünden heba ediliyor.. Hatta tüm bu yönetim başarısızlığı üçlemedeki diğer filmlerin üzerine öylesine sinmiş durumda ki, karakterin içinde bulunduğu hiçbir duygu "gerçek" gibi görünmüyor.. Pasolini'nin üçlemeyi camp bir sirk olarak üretmediği belli, filmlerin bu çöp hali insanı endişelendiriyor kimi zaman..

Filmdeki hikayelerden en güzeli Zumurrud ve Nur Ed Din (Ed Gein :p)  arasındaki aşk.. Her ne kadar Nur Ed Din önüne gelenle yatsa da, finalde aşk kazanıyor.. İblis'in maymuna dönüştürdüğü adam-keşişin hikayesi de Nepal'e vardığında özellikle çanların çaldığı bölümde tuhaf bir etkileyicilik kazanıyor-
nepal fonu ve çan faktörü..

Filmin kurgusuyla üçlemedeki diğer filmlere nazaran daha iyi.. Geçişler en azından bir formüle ("ne okuyorsun aşkım??/Dinlemek ister misin??", "sana hikayemi anlatayım..") dayanıyor ve flashback sonrası hikaye devam edebiliyor.. Müziklerse diğer filmlere göre kötü.. 

Falan filan.. 



Read more

I Racconti Di Canterbury



Pasolini'nin Hayat Üçlemesi'nin ikinci filmi I Racconti Di Canterbury, aynı adlı Geoffrey Chaucer romanından uyarlanma.. Üçlemedeki diğer filmler gibi belirli bir bütünlükten yoksun olan filmde, kitapta anlatılanlardan seçme öyküleri izliyoruz..

I Racconti Di Canterbury'nin iki artısı var: Olağanüstü müzikleri ve en azından görüntü yönetmenliğinde belli bir sınırın üstünde durabilmesi.. Onun dışında, Il Decameron'dan hallice bir deneyim bekliyor bizi.. Ancak belirttiğim gibi, The Canterbury Tales görsel açıdan daha özenli olduğu için, en azından sıkılmadan izleyebiliyorsunuz.. Bazı anlarıysa filmin büyüleyebiliyor-
yeşil bahçedeki sahne misal..

Film ve genel olarak üçlemenin lafı geçtiğinde "cinselliğe övgü" ibaresi çok sık geçse de, ban göre ölümle ilgili olan bölümler çok daha akılda kalıcı.. Bununla birlikte ilk filme yer alan, ikinci filmde giderek sesi kısılan, üçüncü filmdeyse esamesi okunmayan eleştirel üsluba da dikkat çekmek gerekiyor.. Ah bir de Pasolini'nin filmde illa yer kaplama isteğine..

Filmdeki korkunç mizah anlayışıyla karşılaşmayı istemezsiniz muhtemelen-
finaldeki cehennem sahnesiyse olağanüstü misal.. Keşke sadece orada geçen bir film çekseydin de, sosyal mesajlarını kendine saklasaydın Chaucer-rolüne-illa-bürünmeye-çabalayacağına-Pasolini diyorsunuz.. Dedim..

Read more

Pasolini'nin Hayat Üçlemesi: Il Decameron



Pier Paolo Pasolini'nin '71 yapımı filmi Il Decameron, aynı adlı Bocaccio kitabından uyarlanan, Hayat Üçlemesi'nin ilk filmi.. Üçlemeyi oluşturan her filmiyle büyük festivallerden ödül alan Pasolini'nin kariyerinin son dönemini incelemek için iyi bir fırsat olacağını düşündüm.. Teknik başarı/başarısızlık, kullanılan yöntemler vs derken, Pasolini son dönemlerinde her filmiyle giderek daha büyük şok dalgaları yaratmaya başlasa da, Salo dahil, bu son filmlerinde hep bir şeylerin eksik olduğu hissine kapılabilirsiniz.. Kendi adıma ben kapılıyorum..

Üçlemenin ilk filmi Il Decameron'sa bu eksiklikten nasibine düşeni fazlasıyla almış, ruh yoksunu bir film.. Herhangi bir sinema öğrencisinin dönem sonu filmi gibi duran teknik özensizliğiyle film, son derece sorunlu bir şekilde ak/m/ıyor.. Öykülerin epizodik olarak art arda dizilmesiyle belki bu kısmı görmezden gelebiliriz, ancak filmdeki rezalet oyunculukları (da) "yabancılaşma" olarak açıklamayacağız değil mi??

Orta Çağ'ın skolastik karanlığında geçen film/kitap, toplumdaki yozlaşmayı anlatıyor: Tabii ki, bundan kiliseyi temsil edenler de paylarına düşeni alıyorlar: Bahçıvanlarla sevişen rahibeler, "kirli" işlerini yaptırmak için adam tutan din adamları, başkalarını kandırarak tecavüze yeltenen din adamaları  vs.. Halk da kiliseyi temsil edenlerden geri kalmıyor tabii: Piskoposu soyan ölü hırsızları, papazı kandırıp azizliğe yükselen adam vs..

Aşk konusu da garip: Bir yanda yasak aşk yaşıyor diye kardeşinin sevgilisini öldüren gençlerden birinin de yasak aşk yaşıyor olması; sevgilisi Lorenzo (yukarıdaki fotoğraf da Lorenzo'ya ait..) öldürülen genç kadının sevgilisinin hatırasına sahip çıkışı, eşini aldatan kadın, birbirlerini seven çiftin evlilik öncesi sevişmelerinin yaratacağı skandalın sırf çocuğun zengin olması dolayısıyla örtbas edilmesi vs..

Kıssadan hisse tadındaki bu öyküler son derece özensiz bir şekilde "film" haline getirildiği için, ne yazık ki filmi sevmiyorum pek.. Bununla birlikte meseleyi doktrin bağlamında değil de, kişi/ler bazında ele aldığından filmin kiliseye karşı olan tavrı da çok keskin değil.. Aşk/seks güzellemeleri de kendi içlerinde değilleyenlerini barındırdığından fazlaca umutlu olabildiğim alanları değil filmin..

Eh, bir de finaldeki cümle var.. Belki her şeyin özeti o cümlede yatıyor: Keşke cümle kendi kendini gerçekleştiren kehanet olsaydı filan diyorsunuz.. Dedim..

Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.