Gremlins



Bitmesini istediğim bir yıl '11.. En son '08'in bitmesini bu denli istemiştim.. Yeni yıl, şu ankinden daha farklı gelmeyecek muhtemelen, ama işte: Kimi şeylerin değişmesini umutla bekliyorum.. Sene sonu/yeni yıl filmi için ilkin Breakfast At Tiffany's'i yazacaktım, sonra vazgeçip Gremlins'i seçtim.. Sebebi basit: Kate'in yeni yıl için hissettikleri..

Mucit babanın oğluna yeni yıl hediyesi olarak Mogwai almasıyla gelişen olayların, "Noel Gecesi Kabusu"na dönüşmesini konu eden Gremlins'in bir kuşağı etkilediğini yaşayarak/izleyerek öğrendik.. Gizmo'nun şirinliği, Gremlinlerin espri anlayışı vs.. Filmin arka planındaysa bir babanın çabaları var: Küçükkken hiç dikkatimi çekmeyen bu ayrıntı, her ne kadar komediye bulansa da, dramının naifliğiyle yeri geldiğinde gözyaşlarına boğabilme potansiyeline bile sahip-
moralim bozuk olsa ağlayabilirdim, evet..

Kate'in yaşadığı travma sonrası Noel'den hoşlanmaması her ne kadar senaryo açısından "kızın bir geçmişi olsun.." bağlamında olsa da, Noel hakkında söylediklerinin altını boşaltmıyor.. Ayrıca evet, sevmek zorunda değiliz..

Annenin mutfakta gremlinleri öldürdüğü sahneyle, Barda ve sinemada geçen sahneleri filmin zirvesi.. Gremlinlerin liderinin kaykay ve üç tekerlekli bisiklet üzerindeki sahneleri de müthiş.. Gizmo her ne kadar sevimliliğiyle çocukken kalbimizin bir numarası olsa da, büyüdük(ve kirlendik)çe gremlinleri daha bir sempatik bulmaya başlamış, hatta kimilerimiz işi Gizmo'dan nefret etmeye değin götürmüştü-
onlar kendilerini biliyorlar, ben hala o noktaya gelemedim.. Ama gremlinleri Gizmo'dan daha "şirin" bulduğumu belirteyim.. 

Göndermeleri, olağanüstü kimi sahneleriyle, yucinematek'in '11'i kapatan filmi oldu Gremlins.. Herkese iyi seneler..

Read more

La Piel Que Habito



'11 yapımı Pedro Almodovar filmi La Piel Que Habito, son derece rüküş bir film.. Almodovar'ın son dönemdeki çoğu filmi gibi benzer temaların iddialı kadrajlarla kolajlanmasından fazlasını bulamadım..

Filmin hikayesi lineer olarak şöyle: Marilia, iki farklı adamdan iki çocuk dünyaya getirmiş bir hizmetçi.. Oğullarından biri evin sahibinden, ki ünlü bir plastik cerraha dönüşüyor büyüdüğünde.. Diğeri ise başka bir adamdan ve "sorunlu.." Sorunlu çocuk Robert'in eşiyle yakınlaşıyor, birlikte kaçıyorlar, araba kaza yapınca Robert'in eşinin vücudu yanıyor, Robert onu tedavi etmeye çalışırken eşi intihar ediyor.. Bir süre sonra Robert'in kızı tecavüze uğruyor ve adamımız da intikam almaya karar veriyor..

Tim Burton Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street'i çekerken"kanlı" film çekmek istediğinden bahsetmiş ve ortaya ucube bir şey çıkmıştı.. Almodovar'ın filmindeki tıraş etme sahnesinde aklıma Tim Burton geldi.. Senaryosundaki intikam arzusu, psikopatlık ve twist bağlamında Oldboy'la yarışabilecek düzeyde olan La Piel Que Habito, ne yazık ki, görsel açıdan taşıdığı onca ihtişama rağmen, son derece vasat..

Filmde, çoğu Almodovar filmindeki gibi bir "her şeyden bahsetmeliyim.." tadı alıyorsunuz.. İşte bu her şeyden bahsetme arzusu, filme zarar veriyor: Hiperaktif bir çocuk gibi odaklanma sorunu yaşıyor film: Evet, hepsinden birer tutam var: Bir kadının trajedisi, bir genç kızın trajedisi, bir baba-cerrahın trajedisi, tecavüz eden gencin trajedisi, bir anne-hizmetçinin trajedisi, intikam arzusu, baba-cerrahın eserine olan tutkusunun intikam tutkusunu yenmesi, tecavüz edenin tecavüze uğrama trajedisi, yeni kimliğin kabul edilme süreci, esere olan tutkunun gözleri kör etmesi, geçmişe dönüş arzusu vs.. vs.. Film o kadar çok şeyi konu ediyor ki, hepsini anlatmaya çalışırken odaklanamıyor.. Odaklanamadığı gibi, kimi zaman kaş yapayım derken göz çıkarıyor..

Her şeyden önce bireysel adalet tarafında saf tutarak son derece yanlış yapıyor film: Üstüne üstlük bunu cinsel kimlik üzerinden işleyerek son derece cinsiyetçi okumalara kapı aralıyor: Tecavüz gibi bir suça öngörülen "ceza", bir insanın cinsiyetini değiştirmek oluyor ki, 21. yy hadım etmesinden başka bir şey değil.. Filmin bu bölümleri "fikir.." olarak perdede son derece catchy dursa da, sorunlu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.. Meseleye eleştirel bakabildiği tek nokta, Vera'nın Robert'ten intikam aldığı sahne.. Onun dışındaki 6 yıllık sürecin ayrıntılarını anlatırken, hiçbir eleştirel doneye rastlayamıyoruz.. Bir de tabii "hak" meselesi var: Zengin olmanız, evinizde ameliyathanenizin olması gerekiyor tabii hak aramak için.. Filmde polisin olduğu tek sahneyse, "fakir" bir annenin kaybolan oğlunu aradığı ve polisin "ceset ortadan kaybolmuştur.." beyanından ibaret.. Röh..

Falan filan..


Read more

Eastern Promises



Cronenberg'in yönettiği '07 yapımı Eastern Promises'in "en" özelliğinden bahsederek başlayayım: Kariyeri boyunca "sadece kadın oyuncuların vücudunu gösteriyor.." diye eleştirilen yönetmen, Eastern Promises'teki antolojik hamam sahnesiyle eleştirilere son noktayı koydu..

Tatiana, 14 yaşında Rusya'yı terk ederek, bir arkadaşı sayesinde Londra'ya geliyor, ve tabii ki mafyanın eline/içine düşüyor.. Kirill'in başarısız tecavüz girişiminden sonra Semyon işi halledip, uyuşturucu verdikleri genç kadını fahişeliğe zorluyorlar, ve fakat Tatiana hamile kalıyor ve kaçıyor.. Olayların fitilini ateşleyen bu kaçış sonrası film, birçok koldan akmaya başlıyor, mafya içi hesaplaşmalar, Anna'nın verdiği mücadele, FSB ajanı Nikolai'ın mafyanın tepe noktasına çıkması vs..

Açıkçası filmi diyelim bir Gomorra gibi belgesel tadında izleyemiyorsunuz, çünkü soğuk savaştan beri Rus'lara (genelleyelim eski SSCB'ye) karşı oluş/turul/an önyargının izlerini bu filmde de sürmek mümkün.. Evet, film birçok gerçeği yüzümüze çarpıyor: Ekonomik zorluklar yüzünden ülkelerinden kaçıp başka ülkelerde fahişelik yapmak zorunda kalan/bırakılan kadınlara "Nataşa" kültürüne sahip bir ülke olarak biz de çok yakından tanıklık ediyoruz.. Oligarkların inşa ettikleri zengin dünyanın giderek mafyalaştığını da.. Filmin mekan olarak Londra gibi kozmopolit bir yeri seçmesi de bu açıdan sorgulanabilir: Çok-kültürlülük bağlamı, filmin bir yerinde Stepan'ın ırklar hakkında söyledikleriyle zıvanadan çıkıyor: Çeçenler hakkında söylenenler vs.. Kirill'in hakkındaki (ve alttan alta filmde de hissettirilen) "ibne"liği filan.. Filmdeki karakterlerin eylem/söylemleri, dediğim gibi belgesel tadından uzaklar.. Nikolai'ın aslında bir ajan olması da meseleye iyice tuz biber ekiyor.. Eh, çünkü soğuk savaştan beri biliyoruz ki, Ruslar -hep, "kötü adam"lar, öyle böyle değiller..

Filmin, tek ilginçliği şu: Ruslar'la savaşanlar da (Anna, Nikolai) Rus.. Ancak bu ilginçlik de sorunun "kültürel" olduğuna işaret etmek gibi dezavantaja sahip..

Evet, son derece sert bir film Eastern Promises, ancak bu, dünyada sadece Rus kültürü/ekonomisi/mafyasına ait bir olgu değil: Taylandlı çocuk-fahişeler, Çinli çocuk-işçiler, beyaz kadın ticareti, uyuşturucu ticareti, cins hayvan ticareti vs.. Liste uzayıp gidiyor.. Kimi zaman devletleşen organize örgütler hakkında konuşmak için meseleye ırk bazında değil de, daha geniş bir perspektiften bakmak gerektiğini düşünenlerdenim.. Çünkü bu örgütler tek başlarına çalışmıyorlar..

Oyunculukların hepsi üst düzey.. 
"Siktirin gidin.. Orospu.." 

Read more

A History Of Violence



[Kahve insanı olmama rağmen, bugün sabahtan beri içtiğim 4. Kupa çay bu..]

Cronenberg'in '05 yapımı filmi A History Of Violence gösterime çıktığında izleyenleri ikiye bölmüştü: Eski Cronenberg dünyasından izler bulamayanlar filmi eleştirirken, Cronenberg'in bu yeni halini beğenenler de olmuştu..

Seçki başladığından beri Cronenberg hakkında pek de konuşmadığımı fark ettiğimden böyle bir giriş yapmayı uygun buldum: Evet, Cronenberg beden üzerine çektiği onlarca filmle kült yönetmenler arasında kendine çok özel bir yer edinmişti.. Kariyerinin zirvesi bana göre Crash olsa da, kendisinin ilk (ve orta) dönemlerini arayanlar da yok değil.. Fimografisine baktığımızda yönetmenin kariyerini 3 döneme ayırabiliriz: İlkin görece düşük bütçeli saf body-horror üzerine yoğunlaştığı dönem, ki kendi adıma bu dönemki filmlerini sevmediğimi belirtmiştim ilgili filmlerle ilgili yazılarda..

İkinci dönemse benim Videodrome'la başlayan "büyüyen" Cronenberg dönemi.. Belli bir dikkat çeken yönetmenin mainstreame yaklaştığı bu dönem, sadece body-horror değil, felsefik, psikolojik ve sosyolojik donelerle zenginleştiği için Cronenberg'in en kayda değer işlerini  içeriyor..

Üçüncü dönemse Spider'la başlayan "yıldız stüdyo yönetmeni" dönemi.. Bunun getirileri kadar, götürüleri de oldu.. A sınıfı oyuncularla çekilmiş, dünya çapında gösterime giren filmler ödül sezonlarının değişmezleri arasına girmeye başlarken, Cronenberg'in alışıldık imgelerinden  uzaklaşmaya başladığının göstergesiydi.. Aslında buradaki şey, bana kalırsa Cronenberg'in meseleye salt "beden" üzerinden bakmaktan vazgeçmesi.. Zira psikolojik/felsefik altyapısının ne denli güçlü olduğunu bildiğimiz yönetmen "ruh"u da meselesine dahil ediyordu.. Ancak "somut" şeyler görmeye alışkın bünyeler bu yeni-Cronenberg'e uyum sağlamada zorlandılar..

A History Of Violence'sa çok iddialı bir isme sahip olma handikabı dışında herhangi bir falso içermeyen bir yapım-
geçmişe döndüğümde filmin bu iddialı isminden dolayı adeta antropolojik bir araştırma içereceğini düşünmüştüm, evet :((

Amerika'nın artık işlene işlene eprimiş, banliyö yaşamına, diğer banliyö filmlerine oranla çok daha kesif bir noktadan bakıyor A History Of Violence: Yıllardır aynı yastığa baş koyduğunuz, çocuklarınızın babası aslında "o" değilse neler olur?? Filmin finali bu açıdan çok manidar: Taşıdığınız onca acıya rağmen, aynı masaya oturup yemek yersiniz..

Film de bu "aynı"lığı oldukça karamsar bir şekilde vurguluyor: Evin kızı çığlık atarak uyandığında tüm aile, son derece plastik bir samimiyet halesi altında bir araya geliyor.. Sabah kahvaltıları, beyzbol maçındaki "son dakikada" maç alma olayları, otelde gerçekleştirilen ponpon kız fantezileri filan: En kitschinden bir Amerikan ailesi izlediğimiz.. Tom'un dükkanına gerçekleştirilen saldırı sonrasında bu cilalı yüzeyden eser kalmıyor.. Başta inanılmayan şeyler (Tom'un Joey olduğu, çocuğun kendine olan güveni..), zamanla gerçekleşmeye başladığında aile büyük bir trajediye sürükleniyor.. Çocuk uzaklaştırma alıyor, Tom adam öldürmeye devam ediyor, Edie şerife yalan söylüyor.. Ailenin bireyleri, başlangıçtaki kitsch dünyalarına geri dönmek için insanüstü bir çaba sarf ediyorlar.. Dönüyorlar da..

Edie'nin yaşadıklarının çok da iyi ayrıntılandırılmadığını düşünüyorum, aslında bu denli testosterona bulanmadan, çok daha psikolojik bir film olabilirdi A History Of Violence: Edie'nin iç dünyası (ki, korkunç bir travma aslına bakarsanız, kocanızın eski bir mafya tetikçisi olduğunu öğrenmek) hakkında bir "kadın filmi" yapılabilirdi..


Read more

eXistenZ



[Kimse de demiyor ki aga kronolojik olarak gitmen gerekirken film atlamışsın diye..]

David Cronenberg'in '99 yapımı filmi eXistenZ, örneğine pek de sık rastlamadığımız bir gerçek/lik üzerine.. Ya dünya, bildiğimiz gibi değilse??

Biliyorsunuzdur: Second Life'ın artık gerçek hayattan hiçbir farkı yok.. Net erişiminiz yoksa bir benzerini Sims karakterlerinizle yaşayabilirsiniz: Uzun süredir ilk-orta-lise çağındaki kızlarımızsa Stardoll dünyasında yaşıyorlar, bir kısım gençlik günlük programlarını Ogame saatlerine göre yapıyorlardı.. Tabii, teknoloji de gelişti, Wii'yle joystick anlayışımız değişti, Guitar Hero enstrümanlarıyla virtüöz bile olduk (South Park'ın çok güzel bir bölümü vardı bununla ilgili), Microsoft'un şimdiye dek kullandığımız joystickleri devre dışı bırakan teknolojisi Kinect filan derken, oyun dünyası alıp başını gitti.. Haliyle böyle dönemlerde eXistenZ'in tartışmaya açtığı konulara daha fazla eğilmek gerekiyor-
ya da oyununuzu oynamaya devam edin..

eXistenZ'in başlangıcında oyun tasarımcısı Allegra'ya suikast girişiminde bulunuluyor ve Ted'le ikisi kaçmaya başlıyorlar.. Allegra eXistenZ'in yeni versiyonunun zarar görüp görmediğini anlamak için güvenebileceği bir "arkadaş"la oyuna bağlanmak istiyor, bununla birlikte Ted'in bioportu yok.. Ted, bioport sahibi oluyor ve oyuna bağlanıyorlar.. Orada yeni bir oyunu denemeye başlayan ikili, kendilerini adeta bir savaşın içinde buluyorlar: Gerçekçiler (underground oluşum) ve sanal gerçekçiler (oyunun 3. katmanındaki şirket..) arasındaki savaşta Allegra ve Ted de karşı karşıya geliyorlar finalde.. Ancak bu final, filmin finali değil.. Twistle asıl gerçe/kli/ğe dönüyoruz, ancak filmin muallak finaliyle "uygarlığın huzursuzluğu"nu yaşarken buluyoruz kendimizi..

Her şeyden önce filmle ilgili belirtmem gereken bir şey var: Ted'in Allegra'nın bioportunu dillediği sahne inanılmaz erotik ve fetişist-
en az bu sahne kadar erotik ve fetişist bir sahne de Shallow Grave'de vardı..

Twiste kadar bizzat sanal gerçekliği yaratan kişi olarak tanıdığımız Allegra, twistten sonra karşımıza son derece katı bir gerçekçi olarak çıkıyor.. Allegra'nın benzin istasyonundaki gerçekliği duyu organlarıyla kontrol ettiği sahne bu yönden öne çıkıyor: Ted içerideyken, Allegra duvara dokunarak, yerden toz kaldırarak, taş atarak adeta bir kör gibi eXistenZ'in evrenini keşfederken, ironik bir biçimde karşısına mutant çıkıyor.. Benzer şekilde Ted de Ski Club'da kaldıkları yerde sarı bir sandalyeye "dokunarak" gerçek olup olmadığını sorguluyor.. Beş duyumuzla algılayabildiğimiz için "gerçek" sandığımız evren, doğrudan sinir sistemimize bağlanan podlarla bir oyunun parçasına dönüşürse ne olur peki?? Öyle bir durumda hangi algımıza güvenebilir, gerçe/kli/ği nasıl tanımlayabiliriz?? Ucuz bir b-film tanıtımıyla devam edersek: Gerçe/kli/ğin Peşinde: eXistenZ, bu sorgulamayla da yetinmeyip konu ettiği savaşla iki grubu karşı karşıya getiriyor.. 

eXistenZ, makineyle insanın iç içe geçtiği bir singularity evreninde değil, muhtemelen ondan bir önceki dönem olacak makine-insan birleşimi hakkında öngörülerde bulunuyor.. Savaş da bu yüzden çıkıyor zaten: Bir sonraki evreye geçip makinelerle bilincimizi bütünleştirmek mi, yoksa "bu" şekilde kalmak mı?? Sonraki dönem üzerine birçok eser bulmak mümkün, ancak eXistenZ, öncesine odaklanarak geçişin o kadar da kolay olmayacağını imliyor.. Bu yönüyle aslında benzerlerinden son derece ayrıksı bir noktada duran bir film eXistenZ: Zira örneğin bir Matrix gibi apokaliptik siber dünyada geçen filmlerde bu geçiş "zaten" yaşanmıştır, isyan bu geçişten sonra çıkmıştır.. 

Oldukça etkili bir "şey" eXistenZ.. Ayrıca o podlardan ben de istiyorum.. Bir de çoğu kişinin tiksindiği Çin lokantasındaki sahne iştah açıcı olmasa bile oldukça "güzel.." İlginçtir, Jude Law'ın en "güzel" göründüğü sahne de o..

Read more

Hugo



Martin Scorsese'nin '11 yapımı filmi Hugo'yu ancak bugün, ve hatta A Dangerous Method yerine seçerek, izleyebildim-
çalışmak kötüdür..

Filmin hikayesini özetlemekle uğraşmayacağım.. Bahsetmek istediğim şey Martin Scorsese'nin tutkusu-
başka bir şey daha var, ona sonra geleceğim..

İlk olarak '90'da sonrasında da '07'de kar amacı gütmeden sinema vakıfları kurarak eski filmlerin restorasyonunu üstlenen bir figür her şeyden önce Martin Scorsese: Hatta ülke sinemamızın önemli filmlerinden Susuz Yaz'ın ve Hudutların Kanunu'nun restorasyon işlemleri için gerekli ücreti de World Cinema Foundation sağlamıştı..  Sinemaya ne kadar değer verdiğini de takip ediyorsanız, biliyorsunuzdur.. Açıkçası belli bir dönemdir (Gangs Of New York'la başlayan bir süreç diyelim) Scorsese filmi izlemek istemiyordum.. Gangs Of New York'u beğenmemiştim, sonra ne olduysa Oscar muhabbetinin cılkı çıktı, Departed bana göre tam bir fiyaskoydu.. Oscar sonrası da Scorsese sinemasına uzak kalmaya devam ettim.. Ta ki Hugo'ya kadar.. 

Hugo'yu izleme sebebimse üstteki paragrafın giriş cümlesinde yatıyor: Bir sinema-sever olarak Martin Scorsese figürü.. Bu figür bana "yönetmen" Scorsese'den daha çok hitap ediyor.. Hugo'da da işin teknik kısmını bir yana bırakırsak, filmin ruhuma dokunduğu anlar da tam olarak "yönetmen"  Scorsese'nin değil, sinema-sever Scorsese'nin devrede olduğu anlara denk düşüyor.. Melies'in -kendi ağzından- geçmişini anlattığı o olağanüstü bölüm mesela: Gözlerim doldu.. Benzer şekilde teşekkür konuşmasını yaptığı sahnede de.. Çünkü oradaki şey -nasıl desem, saf-sinema-sevgisi.. Scorsese'nin de bir yönetmen olarak Melies'e karşı duyduğu sevgi-saygıyı hissedebiliyorsunuz o sahnelerde.. Ben hissettim, hatta teşekkür ertesinde perde açıldıktan sonra ağlamaya başladım..

Öte yandan, Melies'i sinema-tv öğrencilerinden daha fazlasına tanıtma gibi bir işlev görüyor Hugo.. Ki, değinmek istediğim diğer konu da bu: Artık çoğu şeyi sinemadan öğreniyoruz: Yunan mitolojisi, Facebook'un kuruluşu, önemli şahsiyetlerin hayatları, uzak-yakın geçmişteki kültürel/siyasi olayları vs.. Evet, modern insanın vakti pek yok belki, ama; filmler aracılığıyla öğrendiklerimiz yeterli mi?? Dahası bu filmlerde edinilen "hap" bilgilerin, şöyle bir zararı olabilir mi: Aynı şeyleri bilen/konuşan bir toplum.. Ortadaki handikap bu: Melies'i geniş kitlelere -yeniden, tanıtmak evet büyük bir güzellik; fakat bununla birlikte Melies hakkında hep "aynı" şeyleri konuşacak bir kitle de oluşturuyor bu.. Bunu filmi eleştirmek adına söylemedim, genel olarak Hugo'dan bağımsız bir tespit..

Film görsel açıdan müthiş: Açılış sahnesinden itibaren içinden çıkamıyorsunuz-
3-dli yorum oldu :)) 
Ben Kingsley ve Helen McCrory ışıl ışıllar.. Saatin dev sarkacının sallandığı sahnelerse olağanüstüydüler.. 
Sinemayı seven herkesin de izlemesi gerektiğini düşünüyorum: Melies'in modasını "geçiren" zaman, "şu anki" tekniklerin modasını da geçirdiğinde birileri de Martin Scorsese hakkında film yapar mı??

"Hepsine hükmedecek tek sinema, hepsini o bulacak: Hepsini bir araya getirip, salonda birbirine bağlayacak.."

Read more

Persona



Ingmar Bergman'ın '66 yapımı filmi Persona, La Pianiste hakkında yazarken, adını andığım filmlerden biriydi: "Bana göre sinema tarihinin en iyi/ayrıntılı işlenmiş s&m portresiyle karşı karşıyayız.. Eylemleri belki "tuhaf" geliyor Erika'nın, ancak öylesine gerçek ki, bir noktadan sonra biyopsi seansındaymışsınız gibi hissediyorsunuz: Erika'dan alınan parça/lar patolojiye gönderilip inceleniyor: Filmin/kitabın beni en çok etkileyen yönü de tam olarak bu-

filmi/kitabı başyapıt seviyesine yükselten de: Benzer bir hissi de Ingmar Bergman'ın Persona'sında yaşıyorum: Elisabeth Vogler karakteri de bana göre sinema tarihinin en iyi/ayrıntılı işlenmiş narsisist portresi.."

Önce Vogler: Kimseyle konuşmaması bir savunma biçimi aslında: Bağımlı (olduğu) ilişkileri inkar etmek için.. Eşini ve çocuğunu terk ediyor, dahası kendisini seven/beğenen onca seyircisini, kariyerini.. Film sürecindeyse Alma'ya karşı olan bağımlılığını.. Soğuk ve ilkel.. Alma'nın başlangıçtaki iyi niyetli yaklaşımlarına, arkadaş olma çabalarına uyumlu yanıt veriyor gibi görünürken "yüzeyde", derinde ona karşı "hiç"ten başka bir şey hissetmediğini anlıyoruz, Alma anlıyor.. Alma'nın her türlü "sen de beni önemsiyorsun.." çabalarının karşısına yüksek bir duvar gibi dikiliyor: "Hayır.." 
Çünkü Vogler, derin ilişkiler kurabilen biri değil.. Onu adeta psikopatlaştıran bir sömürü sistemi de var üstelik.. Gece Alma'nın yanına gitmesi, ona "masada uyuyakalacaksın.." demesi, ertesi sabahki reddi.. Her şeyden önemlisi: Alma hakkında yazdığı mektubu Alma'nın okumasını istemesi.. 

Alma'ysa, işinde ve açıkçası hayatta da yeni bir kadın: Süregiden bir ilişkisi var, evliliği düşündüğü.. Gayet iyi niyetli olduğunu da anlıyoruz.. Ancak, Vogler'in yanında tükenmeye başlıyor ve biz "normal" bir karakterin çözülüşünü izliyoruz.. Her şeyi o mektup başlatıyor.. "Gerçek"leri öğrenen Alma, çaresiz bir umutla Vogler'in onunla konuşmasını -varlığını onaylamasını, istiyor: Bunun içinse kaynayan suyu Vogler'in üzerine dökme noktasına kadar ileri gidebiliyor.. Alabildiği tek yanıt ise bir "hayır.." oluyor..

Persona, son derece incelikli bir şekilde narsisist bir aktarımın/ilişkinin anatomisini çıkarıyor.. Vogler Alma'ya yönelik yıkıcı tondaki değersizleştirme tavrı/tarzını Alma'ya aktarıyor: Filmin climaxinde Alma'da vücut bulan yıkıcı tarz da aslında Vogler'in yıkıcılığından başka bir şey değil: Aktarım.. Vogler, bağımlı olmadığını, yardıma muhtaç olmadığını hissedebilmek zorunda -kişisel bütünlüğünü koruyabilmek için.. Bu yüzden Alma'nın değer verdiği "iyi" şeyleri yıkıyor; zaman zaman cinsel bir boyut da kazanan arkadaşlıklarını sabote etmesi de bu yüzden.. "Bu" şekilde devam ederse çözülen kendisi olacak zaten.. Kendini korumak için Alma'ya saldırıyor.. Alma'nın kırdığı bardakla giriştiği ufak suikast da benzer bir yaklaşım içeriyor.. Ancak, finalde "bütünlüğünü" koruyan yine Vogler oluyor.. Tecrübesizliğinden ziyade "normal" olması dolayısıyla yenik düşüyor Alma, narsisizmin o kötücüllüğüne..

Filmin ışıkları, oyunculukları, yönetimi her şeyi olağanüstü güzellikte.. Narsisizmin karanlık doğası üzerine bir etüt..

Read more

Spider


[Bir an kendimi şirket-içi mail yazıyormuş gibi hissettim..]

Cronenberg'in '02 yapımı filmi Spider, eşine çok az rastlanabilecek güçte bir film: Bu gücünü girift kurgusundan, gösterişli oyunculuklarından filan almıyor bana kalırsa: Uyarlandığı romanı, çok nadir anlarda yalpalasa da, büyük bir ustalıkla perdeye aktarabilmesinden alıyor..

Spider, şizofren bir çocuk.. Babasının annesini aldattığını, öldürdüğünü "görüyor.." Annesi öldürükten sonra yerine gelen fahişe-anneyi öldürüyor.. Akıl hastanesine kaldırılıyor, büyüyor; çıkınca bu defa rehabilitasyon merkezinde kalmaya başlıyor.. Ancak merkezin olayların geçtiği yere yakınlığından gün içindeki gezilerinde geçmişindeki travma/lar yeniden ortaya çıkıyor.. Bu defa merkezin sahibini öldürmeye teşebbüs ettiğinde, yeniden akıl hastanesine gönderiliyor..

Öyküsünü lineer olarak özetlemeye çalıştığım filmin kurgusuna zamanla alışılıyor -"parçaları birleştir.." Ancak, kimi anlarda kamera ikili oynuyor.. Olaylara sadece Spider'ın gözünden baktığımız anlar her ne kadar çoğunlukta olsalar da, kimi yerlerde kamera tarafsız hale geliyor: Her ne kadar seyirciye yardımcı olmak için böyle bir yöntem seçildiyse de, filmin o şizofrenik evrenine zarar veriyor bu tercih.. Zira ölen kadının "gerçek" anne olduğunu bize göstermesinin bir önemi kalmıyor bu sahnede..

Şeyleşen insanlar: Spider, farklı yüzde gördüğü (ve kötü olduğuna inandığı) karakterleri birer birer Yvonne'laştırıyor: Aslında bu (da) annesinin karanlık t/arafı.. Psikotik ve sınır durumların birincil savunma mekanizması splitting/bölme olduğundan aynı insanın iyi-kötü olarak bölünmesi klasik bir tablodur.. Çünkü psikotik ve sınır durumlar, nevrotik ya da diğer insanlar gibi insanları bütün olarak değerlendirme yetilerinden büyük oranda yoksundurlar..

Bu yüzden de filmde iki anne izliyoruz: Biri adeta azizeyken, diğeri adeta bir şeytan.. Barda göğsünü gösteren fahişe çabucak annenin suretine bürünüyor bir süre sonra, Mrs. Wilkinson da aynı şekilde.. Bu "kötü" anne, "iyi" annenin tüm iyiliğini/güzelliğini yok ediyor.. Oedipus evresinde babanın düşman olarak algılanmasıyla, anneye duyulan sevgi/çekimi filmde mevcut.. Bununla birlikte Spider bu kompleksi sağlıklı bir şekilde sonlandıramıyor, çünkü kökenleri çok daha eskilere, oral döneme, dayanan ve o zamandan beri etkisinde olduğu saldırganlık, gerçekleri çarpıtarak algılamasına ve handiyse gerçeklikten tamamen uzaklaşmasına yol açıyor: Böyle bir durumda da üzerine bir yılan gibi çöken Oedipus'un altında kalıyor.. Babaya duyulan nefret baki kalırken, anneye duyulan sevgi/özlem yerini yıkıcı bir nefrete bırakıyor: Gaz tankı..

Akıl hastanesinde geçen onca senenin ardından travma olduğu gibi karşısına dikilince bu defa, yine aynısı oluyor.. Wilkinson kötü-annenin suretinde canlanıyor yine ve -yine, aynı tablo çıkıyor ortaya..

Bir şizofrenin gerçeklik algısını son derece etkili bir şekilde sunan filmin en büyük artısı, kesinlikle Miranda Richardson'ın inanılmaz oyunculuğu: İyi-anneyken de, kötü-anneyken de müthiş.. Açılış jeneriğiyse çok şık ve klasik..

Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.