Dune


'84 yapımı Dune, Lynch'in Hollywood'la kabusa dönüşen ilk birlikteliği.. 45 milyon gibi o zamanlar için devasa sayılabilecek bi bütçe, Frank Herbert'in çok satan (eheh, bu tür kalıpları kullanmaya bayılıyorum, yeni fark ettim..) kült-klasiğini uyarlaması için kendisine emanet ediliyor.. Ve fakat, işler beklendiği gibi gitmeyince, filmin gösterime çıkmasından sonra Lynch, projeden çekildiğini açıklıyor.. Filmin bu ilk versiyonu 137'..

Sonrasında (yazının da konu ettiği..) filmin "special edition.."ı hazırlanıyor ve fakat bunda da Lynch'in adı hiçbi yerde geçmiyor: 190' süren bu versiyonda yönetmen olarak "Alan Smithee.." geçiyor ki, off off dedirtiyor-
"üzerimde çok baskı vardı, projeden çekildim.." diye zırvalayabilmeniz için, önleminizi önceden almanız, daha film proje aşamasındayken sözleşmeye böyle bi madde ekletmeniz gerekiyo yani şekerler-
"yakın plan çekimde 70mm lensten başkasına görüntü vermem.." gibi..

neysse,, bunlar da bi sonuç vermiyor ve film Amerika'da batıyor.. Hollywood'daki memur yönetmenlerin neler çektiğini az bişii anlayan Lynch, başka projelere yelken açarken, bi daha bu denli büyük çapa sahip bi projeyi filme çekmeye -şimdilik, yanaşmadı.. Ortada kalan filmi de kimler bağrına/böğrüne bastı, onu da merak ediyorum tabii..

neysse,, filmin böyle çok dallı budaklı görünen yapısı en başta korkutsa da, zaman geçtikte her şeyin tahmin ettiğiniz gibi gelişmesi yüzünden hikayeyi takip etmekte bi sorun çekmiyorsunuz: Ki, ben Dune serisinden hiçbi kitabı okumamış bi bünyeyim, eet..

Hikayenin çok ama çok kısa özeti şu: Paul Atreides'in efsanelerde bahsedilen Muad'Dib/Kwisatz Haderach olduğunun anlaşılması..

Kısa özetini anlatmaya başlarsam sayfalarca yazabilirmişim gibi geliyor: Ve fakat hikeyeye tam da hakim olmadığım için, kaba bi şekilde yapıcam bunu:
Harkonnenler var: Liderleriyse Baron adlı uçan bi kişi, Feyd'e karşı cinsel istek dudyduğu bariz.. Ki, filmdeki en eğlenceli karakter..
Atreideslerse, Leto'nun önderlik ettiği bi halk: Filmin kahramanı Paul, teü, Leto'nun oğlu.. Aslında Jessica'nın bi kız evlat doğurması ve bu kızın da Feyd'le evlendirilmesi gerekiyormuş, ki, hem Kwisatz dünyaya gelsin, hem de düşmanlık bitsin.. Ve fakat, kendisi de bi zamanlar Bene Gesserit üyesi olan Jessica bu isteğe karşı gelip, erkek çocuu doğurur..
İmparator ve onun halkı da var ki, haklarında en az bilgi sahibi olduğumuz şeyler bunlar: Bene Gesserit'in 1 numarası ablamız da imparatorun hizmetinde..
Bi de Fremenler var, bunların liderlerinin adını hatırlamıyorum.. Bunlar Dune'da (filmde daha çok Arrakis olarak telaffuz ediliyor..) yaşıyorlar..

Filmdeki olay örgüsü de -kısmen, şu: Dune, evrendeki tek baharat rezervine sahip gezegendir, tüm evrenin ihtiyaç duyduğu bu maddeyi çıkarıp, ticaretini yapmak o kadar kolay diildir: Harkonnenlerden sonra gezegene gelen Atreidesler saldırıya uğrar (ki, aslında Yueh'nin, bu saldırıda kilit bi rol oynadığını görüyoruz, Paul ve Jessica'yı kurtarmak için kendini ve Leto'yu feda ediyor..) ve yok edilirler.. Sağ kalan Jessica ve Paul, Fremenlerle karşılaşır ve Paul onların lideri olur (El Topo'nun da hikayenin bu kısmına oldukça benzeyen bi "Mesih.." bölümü vardı, hey gidi..) ve Fremenleri eğitir ve Harkonnenlere saldırır.. Ölmekten korktuğu için başarısızlığını imparatora söyleyemeyen Baron, imparator Dune'a geldiğinde bayağı sağlam bi ayar yer.. Bu sırada ab-ı hayatı içen ve ölmeyen Paul, cihat için harekete geçer ve imparator ordularını da yok eder.. Tüm kehanetler gerçekleşir ve film mutlu bi sonla biter.. Öykünün alegorisi gayet ii işlese de, Paul özelinden "Mesih.."e ulaşması içimizdeki bastırılmış-monarşizme ii bi örnek olarak incelenmeyi hak ediyo haliyle..

de, işte, film bunu korkunç bi şekilde yapıyor:
Bi kere, o kadar çok içses var ki, bi yerden sonra "artık yeter.." demeye başlıyorsunuz..
Ayrıca, karakterler her şeyi açıklıyorlar, durmaksızın: "Ah, avcı, hareket etmezsem beni göremez.. Yardım çağıramam, kapı açılırsa ona saldırır.." gibisinden o kadar çok info veriyorlar ki karşılaştıkları durum hakkında, korkunç bişii-
"cümleyi bile toparlayamadım bu yüzden: psikolojim çok bozuldu zira, bi alt satıra geçmem lazım ve fakat bunu yapmadan önce enter tuşuna da basmam gerekiyor ve tırnak işaretini kapamam.."
Prodüksiyon tasarımı yerlerde sürünüyor, hakikaten ne aksiyon sahneleri aksiyona benziyor, ne efektler gerçekmiş gibi duruyor, ne de dekorlar: Tam bi felaket hakkaten..

Öyle yani.. Bence sadece kitsch-sevicilerine hitap eden bi film..
Read more

The Elephant Man


Film klasik olduğu için hakkında söylenmeyen pek bişii kalmamış olması kuvvetle muhtemel.. O yüzden kısa bi özet sonrası (gerçi özet, doğası gereği kısa oluyo ve fakat ben o konuda yeterince ii diilim..) sevdiğim yönlerine geçicem..

"The Elephant Man and Other Reminiscences.." kitabından ve The Elephant Man: A Study In Human Dignity.."'nin bi bölümünden uyarlanan filmin açılışını, John Merrick'in annesinin fillerin saldırısına uğraması yapıyor, Merrick doğuyor ve 21 yıl sonrasından film akmaya başlıyor: Merrick, "ucubeler.." sirkinde insanlara gösteriliyor, doktor Frederick de onu görmek istiyor.. Gördükten sonra muayene etme gerekçesiyle onu hastaneye götürüyor, Merrick'in kafatası çok büyük, vücudunda tümörler var ve sağ kolu işlevini yitirmiş durumda.. Bu sonuçlar Londra bilim dünyasına duyurulduktan sonra Merrick Bytes'ın yanına geri dönüyor ve fakat geç geldiği gerekçesiyle Bytes onu dövüyor.. Durumu kötüleşen Merrick yeniden hastaneye götürülüyor, Frederick Carr'ı ikna etmeye çalışıyo hastanede kalması için, ve fakat Carr'la görüşme anında Merrick çalışmadığı yerlerden soru gelince bocalıyor, Carr durumu anlıyor ve fakat sonradan aslında çekindiği için konuşmadığını anlıyoruz.. Hastanenin "gece bekçisi.." Merrick'in piyasa değerinin farkında olduğu için onu hala para karşılığı insanlara gösteriyor.. Merrick, gündüz sosyetenin geceyse halkın "gözdesi.." oluyor.. Ta ki, bi gece her şey şirazesinden çıkana kadar..

Yeniden sirke geri dönen Merrick, ilk "gösteri.."sinde yere yığılıyor, sirkteki diğer kişilerin yardımıyla Londra'ya geri dönüyor ve kendini gerçekleştirdikten sonra uykuya dalıyor..

1820lerden sonraki bi dönemde geçen filmin dönem atmosferi oluşturma ve görsel stili muhteşem..
İngiliz aksanı da..
Oyunculuklar da: Anthony Hopkins'ten (ki, müthiş karizmatik..), başhemşire Wendy Hiller'a, John Hurt'ten Bytes rolündeki Freddie Jones'a kadar tüm ekip döktürüyor..
Müzikleri de..

Filmdeki kilit sahne, Frederick'le başhemşire arasında geçen tartışma: Her ne kadar sonradan Frederick bunu çok az düşünse de, aslında Bytes'la aynı: İkisi de Merrick'in deformasyonunu kendi çıkarları için kullanıyor: İkisi de bu işten para kazanıp, isim yapıyorlar.. Frederick'in çabasını mazur görmeye daha yatkın olsak da, Merrick'in hiçbi şekilde iileşemeyeceğini biliyoruz.. Merrick de biliyor bunu, sadece daha ii hissediyor kendini, sosyetedeki insanların sırf "başka arkadaşlarına anlatmak için.." onunla görüşüyor olmalarını umursamıyor (görünüyor..), katedral maketini yapmaya devam ediyor.. Ama çok da farklı diil durumu öncekine göre..
"The fruit of the original sin.." yazıyo sirkin girişinde..
"Arkadaşım.." diyor her seferinde Frederick'e, onun ağzındansa böyle bi hitabı hiç duymuyoruz..
Ne kadar yaralayıcı olabilir ki bu, tek isteğin "normal.." insanlar gibi uyumak olunca??
Read more

Eraserhead


Lynch'in bu ilk uzun metrajı görsel açıdan hakkaten tam bi orgazm yaşatıyor: Aslında pek de deşilecek bi yanı yok, görselliğe kendinizi bırakmanız kafi..

Yine de, belli belirsiz hikayesini az bişii anlatmak gerekirse, Henry bi fabrikada çalışıyor, şu an tatilde ve fakat: Arada bi görüştüğü Mary bi akşam onu yemeğe davet ediyor, yemek sırasında annesi Mary'nin doğum yaptığını ve evlenmeleri gerektiğini söylüyo (bunu yapmadan önce Henry'yi taciz ediyo..), ~2 aylık doğmuş cenini Henry'nin dairesine getiriyorlar ve fakat ağlamalarına dayanamayan Mary evi terk ediyor.. Bundan sonrası oldukça sürreal olan olan filmde, Henry hayaller görmeye başlıyo, iş, aşk ve kendisi hakkında çeşitli şeyler görüyo..
Bebeği öldürüyo ve film bitiyo-
tabii bebeğin ölümü o kadar kolay olmuyo..

Film, Lynch'in kısa filmlerinden The Grandmother'la görsel stil, atmosfer ve overacting tercihleriyle oldukça benzeşiyo bi kere: Henry de, kısa filmdeki çocuk gibi saksısız toprakta ağaç yetiştiriyo, "gerçek.." dünyada bocalayıp hayallere dalıyor, psikolojik etkenlere fizyolojik tepkiler veriyo (çocuk yatağa işerken, Henry'nin burnu kanıyor..) filan..

Filmde dikkati en çok, rüya sahneleri çekiyo tabii: Henry Mary'den "çıkardığı.." ceninleri öldürüyor, Lady in Radiator yukarıdan düşen ceninleri öldürüyor, posta aracılığıyla gelen kurtçuk cenin-tenyaya dönüşüyor, Henry 27 numarada oturan kadınla sevişiyor, Lady in Radiator "in heaven, everything is fine.." diye şarkı söylüyor, Henry intihar ediyor ve beyni silgi yapımında kullanıyor..
Gerçek, hiçbi şekilde Henry'yi tatmin etmiyor, Mary, evlilik ve bissürü çocuk demek, 27 numaralı kadınsa arzusu olmasına rağmen, ben daha farklı bi yol denemek istiyorum: Bu kadın Henry'nin fallik annesi: Ondan hem korkuyor/çekiniyor, hem de onu arzuluyor.. Mutluluğu ya da üzüntüsü (sadece..) ona bağlı: Peşinden gelen "In heaven, everything is fine.." şarkısıysa, Henry'ye vaat oluyor ve kafası koparak (kastrasyonun en ilkel sembolizmi..) intihar ediyor..

Gerçeğe döndüğünde fallik annenin kendisine ait olmadığını anlayan Henry, çocuunu öldürüp (bu, ondan bıktığı için de olabilir, fallik anneyi -yeniden, elde etmek için bi trük de, Lady in Radiator'a sunduğu bi kurban da..) hayal dünyasını seçiyor-
"zorlama çözümlemeler bunlar.." :))

Işık kullanımı muhteşem, olağanüstü bi film: Edward Scissorhands'in kardeşi..
Read more

Lynch Evreni'ne Giriş: The Short Films Of David Lynch


[Eet, filmografisini inceleyeceğimiz üçüncü yönetmen Lynch oldu, neden onu seçtim: Birden geldi.. Öyle düşündüğüm bişii diildi ve fakat bi şekilde sıra kendisine gelecekti, hemen bitsin istemek de bunda rol oynamış olabilir..
Şimdi, Lynch olayı biraz tuhaf.. Daha doğrusu filmlerini ciddiye alıp uzun çözümlemeler yapmak da, "bi siktir git.." deyip köşeye fırlatmak da olası.. Ben her ikisini de yaptığım için kendimi daha ii hissediyorum bu konuda..
Tabii ki, gelenek olduğu üzere, yönetmen/filmlerden bahsederken klişelere bulanmiycam: Haneke'yi burjuva eleştirisi ve "rahatsız seyir.." demeden yazabildiysem ya da Zvyagintsev'nın filmlerinde bi kere bile Tarkovsky demediysem, Lynch filmografisinde de mümkün olduğunda rüya/bilinçaltı vs.. gibi Lynch'le özdeşleşmiş şeylerden uzak durcam..]

The Short Films of David Lynch, adından da belli olduğu üzere kendisinin kısa filmlerinin bi toplamı: Bu filmler sırasıyla, '66 tarihli Six Men Getting Sick (Six times..), '68 tarihli The Alphabet, '70 yapımı The Grandmother, '74 tarihli The Amputee ve '88 tarihli The Cowboy And The Frenchman.. Lynch, aralarda anekdotlar, bilgi notları filan saçıyo ortalığa..

İlk kısa filmi Six Men Getting Sick (Six Times..) -yine, adından belli olduğu üzere 6 karakalemle çizilmiş adamın hastalığını anlatıyor: Süresi oldukça kısa olan (4'..) filmde aynı şeyi 6 kez izliyoruz: Aslında bi kısa filmden çok video-art olan yapım, Lynch'in de söylediği gibi "ölülükten kurtulmak için.." ses bandında siren sesi barındırıyor.. "Yani.." deyip geçiyorum: "Look: Sick.."

Geçtim: İkinci film, The Alphabet, Paillard Bolex'le çekilmiş, 478$'a almış Lynch makineyi ve sevinçten kendini kaybetmiş haliyle-
faturasını hala saklıyomuş..
Film, Peggy'nin kabusu: Harfleri görüyo, sayıklıyo filan.. Açıkçası beni fecii sıkan bu kısa filmde, tek ilginçlik Picasso çizimlerini andıran tek göğüslü adam figürünün sembolik kastrasyonuydu.. Uyandığında ağzından kan geliyo Peggy'nin: "Ey bi si, ey bi si.."

Üçüncü film, The Grandmother'sa bildiğin orta metraj bi film aslında: 34'-
ohaa: Ama toplamadaki en ii film..
Filmdeki ışık kullanımı olağanüstü bi kere-
benim ışık fetişim var hakkaten: Siyah-beyaz bi de.. Müthiş..
Anne, baba ve çocuktan müteşekkil bi aile: Çocuk yatağına işiyor sabahları, babası dövüyor.. Annesi ilgilenmiyor filan.. Bi tohum, sesini çocuua duyuruyor ve çocuk da yatağın üzerine yığdığı kuma onu gömüyor: Ağaç büyüyor ve büyükanneyi doğuruyor.. Mutlu oluyor ikisi de: Ve fakat film bitmiyo haliyle..
Kısaca Lynch'in tüm karakteristik özelliklerinin ziplenmiş hali.. Daha fazla söze gerek yok sanırım..
Filmin pantomim üzerinde yükselen oyunculuğu, Tractor'ın müziği, zaman zaman başvurulan stop-motion çekimleri filan hakkaten ii..

The Amputee, dördüncü film: Dizlerinin üstünden bacakları kesilmiş bi kadına yapılan iki pansumanı izliyoruz.. Ablamızsa ilk pansumanda bi mektup yazıyo ve sigara içiyo.. İkinci pansumandaysa bu mektubu redakte ediyo-
Amerikan kitschliği..
Bu kadar..
İki pansuman da tek plan çekim.. Açıkçası "Seninle cin içtiğinden bahsederdi.." repliği bi an heyecan yaptırsa da ("biliyodum: biliyodum..") "yani.."den öteye geçemiyor..

Gelelim en son ve bence en korkuncuna: The Cowboy and the Frenchman, kovboy, Fransız ve kızılderili karakterlerini karikatürize ederek bundan mizah çıkar/maya çalış../ıyo: Açıkçası bu mizahtan tiksindiğim için bişii diyemiyorum.. Meraklılarına hitap ediyo sadece..

Öyle yani.. The Grandmother'ı görmek için bile izlenebilir/meli..
Read more

Vozvrashcheniye




Andrei Zvyagintsev'nın ilk filmi.. Tek kelimeyle muhteşem bişii..

Ivan, Andrei, annesi ve büyük annesi aynı evde yaşıyorlar.. Derken, pazartesi, "ses yapmayın: Babanız uyuyor.." cümlesiyle çocuklar babalarının döndüğünü öğreniyorlar.. Odanın kapısından baktıklarında Ivan hemen koşarak giderken, Andrei babasını izliyo bi süre..

Akşam yemek yiyorlar.. Çocuklara da sulandırılmış şarap veriliyor.. "Merhaba.." kutlaması yapılıyor bi neviinden.. Ertesi sabah baba ve iki çocuk yola çıkıyor..
Ivan'ın üzerine çöküyor baba imgesi temsil ettiği her şeyiyle birlikte: Kabaca otorite olarak niteleyebileceğimiz bu imge, içinde biçok hissi barındırıyor..
"Ivan??"
"Efendim??"
"Efedim baba diyeceksin.." Kabullenemiyor onun babası olduğunu: İlk gördüğünde onaylamak için tavan arasına koşup eski resme bakıyor..
Babasını pilot sanıyor/du Ivan, öyle olmadığını anlayıp gerçekle yüzleşiyor..
Onları otobüsle geri gönderirken "onun bize ihtiyacı yok.." diyor, bilinçaltındaki düşünce bilincine çıkıyor..
Yemek yemiyor, yolda yağmurda beklemeyi göze alıyor, babasının ona dokunmasından adeta tiksiniyor, onu öldürmek için çantasından bıçağını çalıyor, bulaşık yıkarken babasının tabağını denize atıyor, babasının istediği saatte geri dönmüyor..

Babasına kızgın Ivan, eet, ve fakat biraz daha psikolojiyi katarsak işin içine, bunlar aslında kendi varlığını babasına onaylatma çabası: Ve fakat, babası onun varlığını onaylamıyor, her çabası engellenen Ivan, kendini gerçekleştirmek için en büyük korkusuna yöneliyor: Eğer babası yanına çıkabilseydi, altındakinin deniz diil, toprak olduğunu bilmesine rağmen atlayacaktı.. Ama olmuyor, düşen baba olduğunda, filmin başındaki hisse geri dönüyor Ivan..

Andrei'yse varoluşuyla ilgili herhangi bi endişe duymuyor: Kuleden atlayabiliyor çünkü, diğer çocukların varlığını onaylaması için bu yetiyor, babasını kabul ediyor, Ivan'ın şüphelerini yersiz buluyor, araba yağmurda çamura saplanınca yediği tokat bile kafasındaki "baba.." imgesine zarar vermiyor, ta ki çok fazla tokat yiyene kadar.. O an döküyor içindekileri: "Beni öldür.." bile diyor..

Baba hakkındaysa pek bişii bilmiyoruz: 12 yıl sonra bi gün, birden geri dönüyor: Ertesi gün yola çıkıyor, çocuklarını yanına alıyor ama, aslında başka şeylerin peşinde-
film bu konuda fecii ketum: Ne yaptığına, o yeşil bi örtüye sarılmış şeyin ne olduğuna, adadaki evin zemininden çıkardığı metal çantada ne olduğuna, kimlerle ne için konuştuğuna dair hiçbi bilgi vermiyor.. Çocuklarına neden öyle davrandığınıysa zaten bilemiyoruz.. Onları "büyük..", daha doğrusu kendisi gibi davranmaya zorluyor-
belki öğretiyordur: Ve fakat iletişimsizlikten mustarip olduğu ortada..

İşte bu noktada Izgnanie giriyo devreye: Baba'yı aynı oyuncunun oynamasını belki tesadüf olarak görebiliriz ve fakat iletişim sorunu, dahası "kirli iş.."ler ve 12 yıl doneleri iki şeyi düşündürüyo bana:
i) Zvyagintsev'nın oyun oynamayı sevdiğini..
ii) Zvyagintsev, İki filmin birbirini tamamladığını (Fa Yeung Nin Wa ve 2046 arasındaki ilişkiye bağlarsak, 2046'nın dvdsinde Wong Kar-Wai, "bu film (2046..) romanın kayıp bölümü gibi..") düşünüyor olabilir.. Ki, ben de tercihimi bu yönden yana kullanmak istiyorum-
her ne kadar kullandığı araba aynı olmasa da :))
İki film birbirini tamamlıyor eet, ve fakat romanın kayıp bi bölümü daha var: Baba'nın yaşamı..

Görüntüler olağanüstü, oyunculuklar da..
Read more

Izgnanie




Andrei Zvyagintsev'nın '07 yapımı ve şimdilik son filmi.. Filmekimi'nde izlemiştik ilk..

Aslında daha ilk sahnesinde fecii bi girdap gibi içine çekiyo film: Olağanüstü görüntülere, neredeyse fetişleştirilmiş bi sanat yönetimi eşlik ediyo, üzerine de müthiş oyunculukları eklediğimizde film cidden dört başı mamur bi hale geliyo: Süresi uzun eet, ama düşünüyorum misal, "hangi sahne filmde fazla??" diye, cevap veremiyorum..
Çocukların oynadıkları sahnede Kir ve diğer kızın ebeveynleri hakkında konuşmaları insanın içine otururken, Vera'nın Alex'e "Kir de sizin gibi olacak.." demesi daha da fena oturuyor, Kir'in sirkten döndüğünde Robert'i görünce verdiği tepki de..

En kötüsüyse, Vera'nın yaşadıkları: Hamile kalıyor.. Alex'e "bu çocuk senin diil.." diyor, "sen ne istersen onu yap, ben beklemekten sıkıldım.." diyor, onun aldığı kürtaj kararını kabulleniyor, akabinde bi kutu Xanax içip, intihar ediyor-
ilk kez diil üstelik-
tabii, bu bilgileri filmin sonuna doğru öğrendiğimiz için, ben o süre boyunca "kürtaj olduğunda ölmeyen kadın istiyoruz.." diye kampanya başlatmayı düşünüyordum sinema sektörü için..

Alex'in "bu çocuk senden diil.." lafına karşı verdiği tepkilerin skalası değişkenlik gösteriyor: Gabrielle'deki Jean gibi.. Hatta iki film de ilişkiye kadınların gözünden baktığı için fazlasıyla paralellikler kurmak mümkün-
de, kim girecek şimdi ona..

Vera'nın ebeveynlikle ilgili söyledikleriyse hakkaten öylesine müthiş ve öylesine güzel ki, çocuk yapmayı düşünen herkeslere ezberletilse yeri yani-
zvyagintsev'ya ilk filminde tapmıştık zaten ebeveyn-çocuk ilişkisini olağanüstü aktardığı için-
yarın da Vozvrashcheniye'yi yazıcaz tabii: Neden tersten başladım onu da bilmiyorum..

Zvyagintsev'nın Izgnanie'de Vozvrashcheniye'ye yaptığı referanslarsa (fotoğraflar, 12 yıl, babanın aynı kişi olması..) çok daha cezbedici tabii ki: Ki, şahsen bi Baba üçlemesi bekliyorum kendisinden-
filmleri hakkında önceden açıklama yapılmadığı için, benim hala umudum var :))

[Çok dağınık bi yazı oldu sanırım..]
Hakkaten olağanüstü bi film: Finalinde kadınların söyledikleri şarkı/ağıt gibi-
neden bahsettiğini anlamasam da..

"Sevgi, sabırlı ve yumuşaktır: Kıskanmaz ve övünmez, kaba veya çirkin diildir, kendi isteklerini öne çıkarmaz, kolay kolay öfkelenmez, kötülüğün hesabını tutmaz, yapılan hatalara sevinmez: Sevgi için aslolan gerçektir.."
Filmden..
*: Hımm, bu kıstaslara göre benim "sevgi.."m, "sevgi.." diil :((
Read more

Kitabıyla Birlikte: Salo O Le Giornate Di Sodoma


"4 Ocak:
16. öykü: Yalnızca çok yaşlı kadınları kırbaçlayarak becermeyi seviyordu..
17. öykü: Becerilirken, o da yaşlı adamları beceriyordu..
18. öykü: Kendi oğluyla bi oyun düzenlemişti..
19. öykü: Yalnızca çok çirkin kadınları, zencileri ya da engellileri becermek istiyordu..
20. öykü: Ensest, zina, sodomizm ve kutsal şeylere hakareti birlikte yapmak için evli kızını mayasız ekmekle becerdi..
O akşam, Zelamir, dört arkadaşa anal ilişki için teslim edildi.."
Kitaptan (eheh, hep bunu yapmak istemiştim..)

Kitapla film arasındaki en büyük fark, Sade'ın dünyayı algılayışıyla, Pasolini'nin algılayışından kaynaklanıyor: Rahatlıkla öjenik olarak nitelenebilecek olan Sade'ın kitabındaki seks/tecavüz/bok yedirme vs.. erotize edilirken, Pasolini filmindeki sahnelerin hiçbirini erotize/estetize etmez..

Hikaye şu: Blangis Dükü, Piskopos, Başkan Curval ve Durcet oldukça zengin kişilerdir ve fantezilerini gerçekleştirmek için ıssız bi şatoya gitmeye karar verirler: Yanlarındaki kişilerse şunlar:
Kendi kızları:
Constance: Durcet'in kızı.. Dük'le evli..
Adelaide: Başkan'ın kızı.. Durcet'le evli..
Julie: Dük'ün büyük kızı.. Başkan'la evli..
Aline: Kayıtlarda Dük'ün kızı olarak geçmesine rağmen gerçekte Piskopos'un kızı.. Aynı zamanda Dük'ün kadınlarından biri, birisi..

Hikaye anlatıcıları:
La Duclos: Birinci anlatıcı..
La Champville: İkinci anlatıcı..
La Martaine: Üçüncü anlatıcı..
Desgrandes: Dördüncü anlatıcı..

İhtiyar kadınlar:
Marie, Louison, Therese, Fanchon: Görevleri çirkinliklerini göstermek..
Genç kızlar:
Augustine, Fanny, Zelmire, Sophie, Colombe, Hebe, Rosette, Michette: 12 ila 15 yaşlarındalar..
Genç erkekler:
Zelamir, Cupidon, Narsis, Zephire, Celadon, Adonis, Hyacinthe, Giyon: 12 ila 15 yaşındalar..
Sikiciler:
Herkül, Antinoüs, Brise-cul, Bande-au-ciel: Diğer dördünün ismi kitaptaki giriş bölümünde yazmıyor-
diğer bölümlerde yazıyodur muhtemelen de, bakmaya üşendim..

Bu ekip, şatoya gittiklerinde hikaye anlatıcılarının anlattıkları öyküleri dinliyorlar.. İlk bölüm (kitapta, en uzun anlatılan bölüm bu..) fanteziye giriş gibiyken, diğer bölümlerde işin içine çok daha fazlası dahil oluyor..

"22 Ocak:
104. öykü: Dişlerini parçaladı ve iğnelerle dişetlerini kopardı: Bazen yakıyordu..
105. öykü: Kızın elinin bi, bazense bikaç parmağını kırıyordu..
106. öykü: Ayaklarından birini çekiç darbeleriyle şiddetle ezdi..
107. öykü: Bi bileğini çıkardı..
108. öukü: Boşalırken ön dişlerine bi çekiç darbesi indirdi: Asıl zevki, önceden ağzını fazlasıyla emmekti..
O akşam Dük, Rosette'in bekaretini arkadan bozdu: Organı onun kıçına girdiği anda Curval küçük kızın iki korkunç acıyı aynı anda hissetmesi için bi dişini söktü.. Aynı akşam, ertesi günün kutlamalarını bozmamak üzere kız topluluğa teslim edildi.. Curval, kıçına boşaldığında (en son o kalmıştı..), küçük kızı sille tokat tüm gücüyle yere devirdi.."
Kitaptan..

Film ve kitabın farklılıkları hikaye düzleminde diil de, bunu yansıtış biçimlerinden kaynaklanıyo tabii.. Sade, meseleyi sadece ahlak düzleminde ele alıp, her ne kadar o dört kişinin miras, dolandırıcılık, cinayet gibi sebeplerle zengin olmasını anlatmasına rağmen, sınıf ayrımına girmiyor, dahası güçlülerin kendisinden daha güçsüz olanlara acı çektirme/bundan zevk alma dürtüsünü dünyanın düzeninin bozulmaması için gerekli bile görür, bu da yetmezmiş gibi doğrudan okuyucuyu muhatap alıp, ona ucuz ahlak dersi vermeye çalışırken, Pasolini filmdeki seks/tecavüz sahnelerinde özdeşleşmeyi acı verenler üzerinden diil de, acı çekenler üzerinden kurup, bunu da görsel/metinsel imgelerle (açılıştaki bilgilendirme notu, koruma/askerlerin üniformalarındaki gamalı haçlar, Hitler konuşması, yemek masasında söylenen şarkı..) destekliyor..

"29 Ocak:
138. öykü: İspanyol balmumu akıtarak iki gözü kör etti ve gözleri akıttı..
139. öykü: Bi memeyi kızgın demirle dağladıktan sonra kökünden kesti..
140. öykü: Kızı kırbaçladıktan ve becerdikten sonra iki kalçasını da kesti, bunları yediği rivayet ediliyordu..
141. öykü: Kızın iki kulağını kökünden kesti..
142. öykü: Yirmi parmağı, klitorisi, meme uçlarını, dilini kesti..
O akşam Aline dört arkadaş tarafından acımasızca becerildikten sonra (her ayak ve elinden bi arkadaş olmak üzere..) 4 parmağının kesilmesine mahkum edildi.."
Kitaptan..

Film, Baudelaire'den, Nietzsche'ye kadar bikaç kişiye referans veriyor: Dahası, bi sahnede kurban kızlardan biri, birisi "bizi niye yüz üstü bıraktınız??" diye haykırıyor (İsa-göndermeli..)
Ve fakat efektler korkunç, çekildiği dönemde dahi sırıtan penis/dil kesme, Cüneyt Arkın filmlerinde belki de daha iilerini gördüğümüz dağlama sahneleri var.. Dahası tüm oyuncular kasık peruğu kullanıyor..
Dük rolünde Paolo Donacelli, Başkan rolünde Aldo Valletti ve anlatıcılardan Maggi rolünde Elsa De Giorgi ve piyanist rolüyle Sonia Saviange oldukça iiler.. Piskopos rolündeki Giorgio Cataldi'yse Udo Kier'e fazlasıyla benziyor..

Sonuç olarak, elindeki malzemeden teknik ve dramatik açıdan sorunları da olsa, faşizm eleştirisi çıkardığı için Pasolini takdiri hak ediyor: O da gayet Sade gibi işin kolayına kaçabilir ve "dünyanın düzeni bu: değiştiremiyoruz, öyleyse kabulenmemiz lazım.." diyebilirdi..

*: Bu yazı Battle of Mice - Bones in the Water loopa alınmış bi halde yazılmıştır: "i've got a present for you: it's made from pieces of my skin.."
Read more

Batoru Rowaiaru





'00 yapımı bi film (açılışa gel..)

Hikayesi kabaca şu: Aynı sınıfta okuyan 40 öğrenci, bi okul gezisi sırasında uyutularak ıssız bi adaya götürülüyorlar.. 2 de nakil öğrenci (hocaları öyle tanıtıyo..) var: Kawada ve Kiriyama.. Askerler ve bi adam geliyo ki, 7. sınıftaki öğretmenleri Kitano: Kendisi bıçaklandığı için öğretmenliği bırakmış ve anlaşılan çok daha sevdiği bu yeni kariyerine başlamış-
bununla ilgili bi sahne var finalde, gelicem-
hatta şimdi geliym: Noriko'nun rüyasında Kitano "önceden öğrencilere tokat atardık, şimdiyse dokunamıyoruz bile.." gibisinden laflar ediyo..

Çünkü Japon hükümeti yozlaşmalara karşı böyle bi önlem almış, gençler için bi hayatta kalma programı düzenlemeye kadar veriyo.. Her sene seçilen bi sınıf bu ıssız adaya getiriliyor, çok az su, yemek, harita, pusula, kalem ve rastgele dağıtılmış silahlarla (makineli tüfek/şok tabancasından, tencere kapağı/dürbüne kadar geniş bi skalası var..) 3 gün boyunca birbirlerini öldürüyorlar.. Tek kişi kalana kadar: 3 gün sonunda kimse ölmezse, bu defa boyunlarında taşıdıkları verici devreye giriyor ve sağ kalanların hepsini öldürüyor: Bununla da bitmiyor tabii kurallar: Adada 2 saatta bi (sonradan saatte bi olacak şekilde güncelleniyo..) "tehlikeli bölge.." adı verilen lokasyonlar değişiyo, o bölgede bulunursanız -yine, verici devreye giriyo ve bom!!-
ki, bunları biz de bi videodan izliyoruz ki, ablamız gayet "normal.." bişiiden bahsediyormuş gibi konuşuyo, fecii plastik bi tanıtım videosu: Bildiğin reklam filmi :))

Daha ilk bikaç dakikada iki kişi ölüyo.. Sonrasında teker teker çıkarak adaya dağılıyorlar ve yine iki kişi ölüyo.. Finalde kazanan aşk oluyo..

Şimdi, kalabalık oyuncu kadrosuna sahip filmlerde karakter derinliği sağlamak hakkaten zor zanaat, ki, kimse de 42 karakterin hepsi için ayrı ayrı derinlemesine oluşturulmuş profiller beklemiyor: Ve fakat, bu çok kolay handikaba dönüşen bişii: "En azından birer cümleden oluşan hikayeleri olsun.." düşüncesi filmi sikip atıyor-
watchmen'de de aynı sorun var..
i) Sınıf arkadaşlarını gözünü kırpmadan öldüren kızın (Mitsuko..) annesinin fahişe olması, gelen müşterinin kendisini taciz ederken onu merdivenden yuvarlaması, basket maçını kazanan sınıfının sevincine ortak olamaması..
ii) Bomba yapan grubun liderinin bi akrabasının ülke ülke gezip devrim için çalışması..
iii) Annesi küçükken terk eden, babası intihar eden çocuun (Shuya..) iilik timsali olması..
iv) Bi önceki yarışın galibi olan çocuun (Kawada..) sırf sevgilisinin öldüğünde gülümsemesinin nedenini araştırmak için programa yeniden katılması..
v) Küçükken geçirdiği kaza sonrası beyninde hasar oluşan çocuun (Kiriyama..) duygusal hiçbişii hissedememesi sebebiyle yarışmaya katılması-
eheh, bu bilgiyi filmin mangasından öğrenmiştim: Hey gidi..
malesef ki, karakter oluşturmaya yetmiyo.. Dahası çok sıkıcı anların müsebbibi olabiliyo..

Şiddet sahneleriyse oldukça ii: Kill Bill vol.1'da aklımızı başımızı alan Chiaki Kuriyama'nın neden Go-go olduğunu bu filmde anlayabiliyoruz..

Filmin, açılışındaki yazılardan dolayı toplumsal eleştiri filan yapacağını sanır/beklerken, zaman geçtikte dozajı artan romantizm mide bulandırmaya başlıyo.. Ve bittiğinde karşınızda bi aşk filmi buluyosunuz..

Filmin toplumsal yapıya dair eleştirisi oldukça yüzeysel, dahası bi noktadan sonra esamesi bile okunmuyo: "Kimseye güvenme..", "kaçın.." gibi alışık olduğumuz mesajlara değinmiycem de, filmin sonuna doğru Shuya'nın yetişkinlikle ilgili söylediklerine The Breakfast Club'da Allison'ın "büyüdüğünde kalbin ölür.." repliğiyle cevap veresi geliyo insanın..
Read more

İki Saati Bulan Ekstralarıyla: This Is Spinal Tap


[Şimdi, 25. yılını kutlayan bu filmle ilgili ne yazsam olmayacak, ne kadar komik olduğunu belirtmeyeyse gerek bile yok tabii.. Kısa bi özet şeyettikten sonra, dvd ekstalarına geçicem..]

Film, rockumentary diye tanımlıyor kendisini-
mockumentary yeterince melez bi kelime diilmiş gibi..

Film, Marti DiBergi'nin proloğuyla başlıyor.. Kendisi Spinal Tap hayranı ve onları Amerika turnesi boyunca belgeleyeceğini söylüyor.. Grubun yavaş yavaş batışını izliyoruz, muhteşem beklentilerle çık/ıl../an albüm/turne, onlar için kabusa dönüşüyor, sahne şovları korkunç geçiyor (dekor olarak Stonehenge kullanmaya karar veriyorlar ve fakat ölçüler karışınca küçücük bi Stonehenge maketiyle karşılaşıyorlar misal-
ki, Derek'in maketi yapacak ablayla konuşmaları müthiş..), davulcuları korkunç şekillerde ölüyor, sahneyi filan bulamıyorlar, David'in eşi (ki, Yoko Ono yani: bildiğin..) grubun 5. elemanı gibi her bişiilere karışıyor, yetmiyor grubun menajeri oluyor, Nigel, gruptan ayrılıyor, grup iice batıyo filan.. Kabaca bu..

Filmi komik yapan tabii ki grup elemanları ve onların salaklıkları.. Büyük ve süslü cümlelerle konuşan grup elemanlarının seksi ile seksisti ayırt edememeleri, sahneyi bulamamaları, Derek'in pantolonuna koyduğu salatalıklar (ki, bu gerçeği öğrendiğimiz sahne muhteşem tabii ki..), 11'e kadar ibresi olan amfileri filan, müthiş..
Ve fakat film kurmaca olduğundan eğlencenin dozu da iki katına çıkıyor-
üç katına çıksın istiyorsanız, filmi David, Nigel ve Derek'in sesli yorumlarıyla izleyin: Ben öyle yapıyorum :))

Rock'n Roll klişelerinden böylesi bi mizah çıkarmak herkeslerin harcı olmasa gerek (Dani California'ya laf mı çarptık ne??): Müthiş bi film sahiden de..

Bi sahne misal:
Smell The Glove'un kapağı şirket tarafından reddedilir, grup Memphis'e gelir, orada Duke'la karşılaşıp el sıkışırlar, Duke'un yeni albüm kapağı hakkında konuşurlar:
- Kapak resmini gördün mü??
- Hayır, sanmıyorum..
- Şöyle bişii: Çıplak bi kadın ve masaya bağlanmış bi adam.. Ellerinde kırbaçlar var ve ikisi de yarı çıplak..
- Nereye varmak istiyorsun??
- Smell The Glove'dan çok daha kötü..
- Bunu yayımladı ve şu an 3 numara..
- Ama orada kurban o: Bize olan itirazsa kadının kurban olmasına yönelikti..
- Eğer şarkıcı kurbansa seksist diildir..
- Bunu düşünmeliydik..
- Tersine çevirmiş..
- Eğer sizi bağlasaydık sorun olmazdı..
- Tam tersi yani..
(Böyle yazınca o kadar komik diilmiş gibi geldi bi an, ama yarılmıştım..)

Gelelim dvd ekstalarına: Bi kere 1 saat 7 dklık çıkarılmış sahne içeriyor: En çok güldüklerimi yaziym..
O ilk parti gecesinde David ve Nigel, Amerika'ya İspanyolların mı, yoksa Hollandalıların mı daha önce gittiğini tartışıyor.. Sonrasında yıldızlar, evren geyiği yapıyorlar..
O meşhur sahneyi bulamama ve kaybolma sahnesinde bi ara Nigel, hiçbi yere gitmeyip "hello hello.." diye sayıklıyor..
Şoförleri grup elemanlarına ve groupilere pizza getiriyor, Nigel ona esrar veriyo denemesi için.. Başta gayet "olmaz.." diye yaklaşan şoförü bi sonraki sahnede elinde pizza kenarından yaptığı mikrofon ve sadece külotuyla şarkı söylerken görüyoruz..
Ertesi gün Marti DiBerg, o esrarlı sahne için, şoföre "seni utandıracak bişii yapmam.."/kaydı yayınlamiycam diyo..
Nigel, gitar koleksiyonunun önünde röp verirken (ki, 3-4 sahne var bununla ilgili..), farklı stillerden bahsediyor: İki notadan oluşan bi örneği var ki, gülmekten yarıyor sahiden..
"Romance.." kelimesinin Roma/Rome'dan geldiğini söyledikleri (belki de etimolojik açıdan öyledir, bilemiyorum..) sahneyse çok komik, bu çıkarıma İtalyan filmlerinin her zaman yatakta geçmelerinden bahsederek ulaşmalarıysa çok daha komik bittabii..
Elvis Presley'in mezarını ziyarete gidip, orada sadece çelenklerden bahsetmelerineyse yarılmaktan bişii diyemiyorum..
Grup elemanlarının imza gününde simsiyah kapağa, siyah kalemle imza attıkları sahneyse kesinlikle filmde de yer almalıydı..
David'in oğlu varmış yaw, hem de bildiğin ergen: Hemen akabinde kulise gittiklerindeyse, Derek'in çizmelerini çıkarma çabaları olağanüstü..
Derek'in kısa filmi (özellikle de finali..) olağanüstü ötesi..
-yine, Derek'in pantolonuna yerleştireceği salatalığı folyoya saran görevliye daha büyük bi salatalığı verip, "bu daha ii olur.." demesi.. O diil, koyduğu yeri beğenmeyip, "sol taraf.." demesi Cem Yılmaz'a da ilham kaynağı olmuş, emin oluyorsunuz yani bundan..
David'in karısını görmezden gelen menajerin gidişi ertesindeki kavga da var tabii..
Nigel ve David'in David'in eşi yüzünden tartışmaları ve Nigel'ın gruptan ayrılması akabinde David'in eşinin (imdb'ye bakmaya üşenmek çok kötü bişii..) yeni gitarist olarak Ricky'yi bulması ve David ve eşi arasındaki "aynı numara.." tartışması..
Ricky'yle ilk konser: David'in çöküşü..
Süfer sahnelerdi..

Diğer eklere gelelim:
"Vintage Tap Materials.." bölümünde iki röportaj var:
"Flower People Press Conference.." bölümünde, Tap'in ilk dönemlerine gidiyoruz: Saçlar kısa, gözler baygın baygın bakıyo.. Klişe sorulara (çiçek gücü, özgür aşk, Vietnam Savaşı, uyuşturucu..), klişe yanıtlar (kahkahalar, esprili yanıtlar, "eö, çok uzun sürdü tabii..", "su da bi uyuşturucudur..") yanıtlar veriliyor..

Diğer bölümse "Spinal Tap On "The Joe Franklin Show.."" Burada diğer konuk gruptan çok daha süfer..

Video kliplerdeyse 4 şarkı için hazırlanmış klipleri izleyebiliyoruz:
Gimme Some Money, bildiğin Beatles parodisi..
(Listen to..) The Flower People'sa, psychedelic.. Efektler gayet ii olmuş..
Hell Hole'sa, grubun metal dönemine bakış atıyor: Jartiyerli bi ablanın gayet ateşli bi şekilde açtığı klipte, metal klişelerinin (gitar parçalama, fareler, uzun yemek masasında yalnız başına yemek yemek, çıplak kadınlar, izbe bi ev (ki, dekor kendisi..)) içinde yüzüyoruz..
Big Bottom'sa grubun funk dönemine ışık tutuyor: Derek'in 8 telli iki gövdeli bası başlı başına yarma potansiyeline sahipken, Nigel'ın makyajı, sakalı (ki, bununla ilgili çıkarılmış bi sahne de var..) derken süfer eğlendiriyor..

"Promotion Materials.." bölümündeyse, filmin trailerları filan var.. Bahsetmek istediğim özel bölümse Spinal Tap'in Heavy Metal Memories toplama albümü.. İçindeki şarkıları yazıcam:
Hell Hole
Silent But Deadly
The Incredible Flight of Icarus P. Anybody
Blood To Let
Brainhammer!
Bent For The Rent
(Tonight I'm Gonna..) Rock Ya Tonite
Break Like The Wind
Cups And Cakes
Rainy Day Sun
(Listen to..) The Flower People
Heavy Duty
(Again With..) The Flower People (yazılar akarken sıra buna geldiğinde yarılıyorum haliyle..)
Sex Farm
Nice'n Stinky
Stonehenge
Rock'n Roll Creation
Gimme Some Money
Big Bottom

Son ekstra bölümüyse "Commercials.." bölümü.. 3 tane reklam var burada da..

Kısaca filmi sesli yorumla izleyip, ekstralarını da üzerine tükettiğinizde vücudunuzdaki melatonin, endorfin ve serotonin salgılarının hepsinin artmaya başladığını fark ediyorsunuz.. Keşke hep öyle kalsalar..
Read more

District 9


Fazlasıyla heyecan verici bi şekilde başlayan District 9 ne yazık ki, ilk yarım saatinden sonra fecii irtifa kaybedip, en klişesinden bi Amerikan aksiyon filmine dönüşüyor..

Hikayesi şu: Bilinmeyen bi gezegenden gelen uzay gemisi Johannesburg'un orta yerinde "mahsur kalır..", çünkü bi parçası düşmüş ve hareket edememektedir.. Hükümet yetkilileri gemideki uzaylılar için bi kamp inşa eder, ve fakat zaman geçtikçe uzaylıların gündelik hayata etkileri beklenenden daha yıkıcı olur, çünkü hükümet onlar için bütçe ayırmaktadır, ayrıca uzaylılar çok "kaba.."dır, insanlara saldırmaktadır filan.. Sonunda yerel halk ayaklanır ve baskılara dayanamayan hükümet, D-9 sakinlerinin hazırladığı yeni kampa sürmek için operasyon düzenler, ve bu ekibi yönetecek kişi Wikus'tur..

İlk gün çeşitli zorluklarla geçse, bikaç asker yaralansa, bikaç uzaylı "karides.." öldürülse de, operasyon operasyondur: Ta ki, Wikus'un yüzüne ne olduğu bilinmeyen siyah bi sıvı fışkırana ve kolu yaralanana kadar.. Wikus, enfeksiyon kapmıştır ve mutasyon geçirmektedir.. Önce kusar, sonra burnundan siyah bi sıvı gelir, iki tırnağı çıkar filan.. Ve fakat doktora gitmek istememektedir.. Akşam eve döndüğünde sürpriz terfi partisinde yığılıp kalır ve hastaneye götürülür..

Ve fakat o da nesi?? Eli mutasyon sonucu uzaylı pençesine dönüşmüştür.. Hükümet yetkilileri devreye girer ve Wikus, üzerinde araştırma yapılmak üzere devletin "gizli.." işlerinin döndüğü laboratuvara götürülür..

Filmin buraya kadar olan "giriş.." kısmı hakkaten süfer.. Hatta Amerikalıların uzaylıların ilk önce NY veya Chicago'ya ineceği fantezileriyle çok da güzel dalga geçiyor.. Ama dediğim gibi, buradan sonrası klişe yumağı..

"Gerçek.."le yüzleşen Wikus, kaçıyor, ne yapacağını bilemez halde saatlerce dolaştıktan sonra D-9'a sığınıyor.. Uyandıktan sonra Christopher'la tanışıp kaynaşıyor ve yeni bi dostluk inşa ediliyor: Her ne kadar anlaşamasalar da zaman zaman: İkisi de siyah sıvıya ihtiyaç duyduğu için güçlerini birleştirip laboratuvardan sıvıyı çalıyorlar ve fakat, Wikus 3 yıl gibi katlanılmaz uzunlukta bi süre sonra iileşeceğini öğrendiğinde uzay gemisine gitmek için geminin kayıp parçasını hareket ettiriyor, araç vuruluyor, umutlar yıkılıyor, tutuklanıyorlar.. Nijeryalılar aracın yolunu kesiyor, Wikus'u ele geçiriyorlar, umutlarımız bu kez "gerçekten.." tükeniyor..

Ve fakat o da nesi: Uzaylıların yaptıkları mükemmel zırh devreye giriyor ve Wikus'u kurtarıyor.. Bulduğumuz umut yine yıkılıyor, Wikus, Chris'i yalnız bırakıp, ölüme terk ediyor.. Ve fakat ve fakat, "son anda karar değiştirme.." devreye giriyor ve Iron Man'e dönüşmüş Wikus düşmanlarla savaşıyor: Mutlu son..

Filmin şu anlattığım hali, neredeyse yıllardan beri uygulanan aksiyon şablonun üzerinde yükseliyor-
hot Fuzz'ın şahane dalgasını geçtiği:
i) İi adam, kendini kötülük çemberinin içinde bulur..
ii) Kötülerle savaşmaya karar verir.. Dönüşüm geçirir..
iii) Climaxe kadar küçük zaferler kazansa da, filmin tonuna karamsarlık hakimdir..
iv) Mutlu son..

Filmin "öteki.." olarak uzaylıları seçmesi, tek ilginç noktası ve fakat, alegorik bakarsanız onları, sisteme ek yük getiren herkesler olarak okuyabiliriz.. Zenofobi sacın bi ayağını oluştururken, ekonomi diğer ayağını oluşturuyor filmin: Zenofobi bakımından ordu, Independence Day misali davranırken, hatta Wikus da onlardan "görece.." hoşlanmazken (o bile "karides.." diyor bikaç kez başlangıçta..), empati yapabilmek için "öteki.." olmamız gerektiğinden dem vuruyor film-
ki yenii bişii diil..

Dahası şu anki sistemin ötekilerinin bile yeri geldiğinde nasıl da zenofobinin güvenli kollarına kendilerini bırakıp, uzaylılarla olan mutual ilişkilerine rağmen, onları ötekileştirebileceğini de anlatıyor..

Ekonomi konusundaysa filmin sistem yanlısı bi tavrı var; hatta Nijeryalıları "kötü.." göstermesinin tek sebebi de, onların vergi kaçırıyor olması bence, ahah..

Uzaylı konusu ilginç, çünkü tüm insanlığın "ortak.." düşmanı olma potansiyelleri var, film de şimdiye kadar çekilen onlarca "uzaylı düşmanlarımız.." filmini/fikrini ters-yüz edip, "hayaa, önce bi kendinize bakın.." diyor.. Fikir ii olsa da, içeriğini dolduramıyor District 9: Heyecanını yitirip, aksiyonu her şeye tercih ediyor.. İnsan bunun yerine bi doz Mars Attacks! alıp rehabilite olmak istiyor..
Read more

Los Amantes Del Circulo Polar




Sembolizm -hakkaten, bazen dozu kaçtığında elde patlayabilen bişii (The Cell geliyo misal, aklıma ilk..), ve Los Amantes Del Circulo Polar da, sembolizmi ölçüsüzce kullanıyor: Daha isminden başlayan "circulo.." sembolizmi, kurgusu, görselliği, müziği, karakter isimleri, tesadüfleri, leitmotifleri, kısaca her şeyinde aşırı dozda kullanılınca rahatsız ediyor..

Alt-metin ekliycem diye başlangıçta Elektra kompleksine atıf yapıp, sonrasında Ana'nın duyduğu tek bi hikayeyle ("dedem paraşütüyle ağaca takılan bi Alman askerini kurtarmış: Yarım sigarayı paylaşmışlar..") bu kompleksi "aşması.." fazlasıyla g/ereksiz bi ayrıntı olmuş misal..
Bana fazlasıyla zorlama gelen bi film kısaca, sahneleri ezip geçen aşırı müzik kullanımınaysa hiç girmiyorum..

Görsel stili ve kurgusu takdire şayan: Ancak hepsi bu-
ya da ben çook öküzüm, romantizmden anlamıyorum, ahah, neysse,,
Read more

Die Höhle Des Gelben Hundes


Meditatif film..

Açılış sahnesi bile oldukça etkileyici, tema müziği ve filmde kullanılan müzikler şahane -söylenen şarkılar da..
Nasnaa'nın ve diğer iki küçük kardeşin performansları da oldukça etkileyici... Zochor zaten Cannes'da en iyi köpek ödülünü almış-
nasıl bi kategoriyse artık..

Nasnaa'nın okumak için gittiği şehirden dönmesiyle birlikte, hikayemiz başlıyor.. Tezek toplamaya çıktığında Zochor'u bulan Nasnaa, onunla arkadaş oluyor.. Babasının şehre gittiği bi gün, sürüyü otlatırken/güderken Zochor kayboluyor, onu aramaya dalmışken, sürü kendiliğinden geri dönüyor, annesi Nasnaa'yı aramaya çıkıyor..
Nasnaa bu sırada yaşlı bi kadınla karşılaşıyor ve onun evinde kalıyor, annesi gelene kadar..
Yaşlı kadından Sarı Köpeğin Yuvası (filmin Türkçe ismi bu..) hikayesini dinledikten sonra eve dönüyor..
Babası geliyor, aile ertesi gün taşınmaya başlıyor-
ve fakat baba, Zochor'un da onlarla birlikte gelmesi konusunda ayak diriyor-
kim kazanıyor, bilin bakalım, ahah..

Filmin üç şahane sahnesi var:
i) Anne, çelik kaçerolası kırıldığında kocasından yeni bi tane almasını istiyor.. Baba da plastik olanlardan alıyor.. Önceki gibi olduğunu sanan anne, onu ısınan yemeğin içinde bırakır.. Sonuç, malum-
ahah, bu sahneyi ilk gördüğümde "işte modernizm eleştirisi azizim.." diye düşündüm sanırım: Şimdi bloga şey ederken o kadar da ilginç bulamadım, neysse,,
ii) Aile taşınırken, "yaklaşan seçimlerde oy kullanın.." sloganlı bi kampanya arabası geçiyor-
bu hala ilginç ve güzel ve gerekli bulduğum bi enstantane..
iii) Reenkarnasyonla ilgili hakkaten büyüleci bi sahneyi barındırıyor..
Yalnız, filmde bi koyun derisi yüzme sahnesi vardı ki, kötü yani..

Film, dokundu hakikaten bana.. Sevdim.. Sevimli, amatör ve sıcaktı..
Beel istiyorum bi de..
Read more

American Psycho


Homofobik bi gizli eşcinselin hikayesi..

Gerçi filmde (kitabını okumadım, bilmiyorum..) bununla ilgili sahne iki tane: Tuvalete biri, birisini öldürmek için gittiğinde, onun boynunu sıkarken, diğerinin öpmesi-
ancak, Patrick olayın ilerlemesine izin vermiyor..
Öldürdüğü bi başkası hakkında dedektifle konuşurken, onun gizli eşcinsel olduğunu söylüyor.. vs..

Bu gizli eşcinsel/homofobi okumasını sadece bu sahnelere dayandırmıyorum tabii.. Patrick bi kere inanılmaz obsesif, kartvizitlerden tutun, takım elbiseler, öldürmek için kullandığı yöntemler, cinayet öncesi müzik tarihinden bilgiler ritüeline kadar.. vs..

Filmin sevişme sahnelerinde kendini aynadan izlemesi narsisistik okumalar yaptırabileceği gibi; ben daha farklı bi yol denemek istiyorum: Bu adam, aslında hep penisinin ereksiyon halinde kalmasını istiyor/izliyor: Porno izliyor, akabinde spor yaparak kaslarını şişiriyor (kanla doluyor onlar da..), kartvizitlere fallik anlamlar yüklediği bariz, güç takıntısı var (dilencilere yaptığı..) filan..

Bi de sevişme esnasında sadizme (mizojini olarak okuyunuz..) kayması: Ki, bence kendini en fazla açık ettiği yer de burası..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.