Her Şeyiyle La Pianiste #10




"Pencereler ışıktan parlıyor.. Kanatları bu kadına açılmıyor.. Herkese açılmıyorlar.. Ne kadar istese de, iyi insan yok.. Birçokları seve seve yardım etmek ister, ama etmiyorlar.. Kadın boynunu yana eğmiş, hasta bir at gibi dişlerini gösteriyor.. Kimse ona el uzatmıyor, hiç kimse yükünü almıyor.. Omzunun üzerinden cansız gözlerle geriye bakıyor.."

Alışveriş merkezinde bir sahne var: Erika yürüken biri ona çarpıyor.. Arabalı sinema sahnesinde de aynısı: Erika koca kalabalığın ortasında.. Okul kayıtları sahnesinde de: Hocalar birarada otururken Erika tek başına.. Hep.. Kendini "üstün" görmesine rağmen, çevresinde dikkat çeken biri değil Erika, üstelik fark edilmiyor bile çoğu zaman.. Bilinçdışında hissettiği bu "değersiz Erika" imgesi; Klemmer'in de ona tecavüz edip, onunla ilgilenmeyişinin akabinde, artık kaçacak yer bulamıyor: Yüzeye çıkmaya, Erika'nın bilincine ulaşmaya başlıyor: Erika "artık" biliyor o kadar da "üstün" olmadığını.. Düşünceler bilincine çıkarken, kendisi külçe gibi dibe batıyor..

"Bıçak kalbine girmeli ve orada dönmeli!! Bunun için gerekli güç kalıntısı yetmiyor, Erika'nın bakışları boşluğa dalıyor ve Erika Kohut bir öfke, hırs, tutku coşkunluğu olmaksızın bıçağı omzunda bir yere saplar saplamaz kan fışkırıyor.. Yara zararsız, sadece pislik, cerahat içeriye girmemeli.. Dünya yara almamış, yerinde durmuyor.. Gençler bina içinde yitip gitmişler; uzun süre dönmeyecekleri kesin.. Evler dip dibe.. Bıçak tekrar çantaya konuyor.. Erika'nın omzunda bir yarık var, narin doku dirençsiz parçalandı.. Çelik içeri girdi ve Erika oradan gidiyor.. Taşıta binmiyor.. Bir elini yaranın üzerine koydu.. Kimse arkasından gelmiyor.. Karşısından gelen çok kişi var, onun yannda bölünüyorlar, içi boş bir gemi su alıyor sanki.. Her saniye beklenen korkunç acıların hiçbiri yok.. Bir arabanın camı çakmak çakmak oluyor.."

"Fermuarın bir parça açık bıraktığı Erika'nın sırtı ısınmakta.. Giderek güçlenen güneş sırtını hafifçe ısıtıyor.. Erika gidiyor, gidiyor.. GÜneş sırtını iyice ısıtıyor.. Erika'dan kan sızıyor.. İnsanların bakışı onun omzundan yüzüne kayıyor.. Hatta bazıları dönüp bakıyorlar.. Herkes değil ama.. Erika gitmesi gereken yönü biliyor.. Eve gidiyor.. Yavaş yavaş adımlarını hızlandırarark eve gidiyor.."

Yalnızlığın ne denli ağır/katlanılmaz olduğunu bilen ama yalnız olmaya/kalmaya alışmaktan da başka çaresi olmayanların filmi.. Filmim..

(Bitti..)
Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #9



Daha bir gece öncesi: Kadın, "her şeyi" istediğini ifade etmiş, bağlanmayı, dövülmeyi, acı çekmeyi arzuladığını belirtmiş, annesini önemsememesi gerektiğini söylemiş: Ertesi gece erkek kapıyı yumruklayarak içeri -kısmen, zorla girmiş: Tokat atmış kadına, kadının annesini odaya kilitlemiş ve tekme, yumruk -artık, Allah ne verdiyse kadını "dövmüş" ve onu becermiş.. Özellikle bu son bölümde kadın adeta bir duvar gibi, bir et yığını gibi yerde -öylece, yatmış.. 

"İstediğin bu değil mi??"
"Hayır.."

Bir tecavüz izlediğimiz çünkü: "Bu" şekilde istememişti/m: Mazoşizmi kurbanlık koyun olmakla karıştıran bir acemi-çocuk-adam: İşlerin "bu" noktaya geleceğini belki de, tahmin etmeyen bir piyanist, "Erika, kır çiçeği.."

Aradaki kalın, hatta neredeyse ülke sınırlarındaki mayınlı bölgeler kadar "büyük" sınırdan bahsetmek gerekiyor öncelikle: Mazoşist, irade beyanı yaptığı zaman mazoşisttir: Bu, hayatının her alanında, 7/24 eziyet görmek/acı çekmek istediği anlamına hiçbir zaman gelmez: Bir kadın/erkek/lgbtt mazoşist olduğunu ifade/"itiraf" ettiğinde bu, büyük çoğunlukla yatak odasının sınırlarının içerisinde kalır/-malıdır.. Yanisi: Mazoşist biri, birisine sizden istemediği sürece acı çektirme hakkınız yoktur.. Sadistler için durum biraz daha karışık bundan: Zira irade beyanı yapan bir mazoşist bulamadıklarında başka "kurban"lar aramakta ve bulabilmektedirler.. Hatta kimisi bu alanda öylesine ustalaşabilir ki, politikaya atılıp milyonlarca insanı öldürebilir.. Klemmer için önceki yazılardan birinde "yarı-bilinçsiz bir şekilde içindeki sadisti ortaya çıkarıyor.." demiştim: Bu darp-tecavüz sahnesi sadist-Klemmer'in; Erika'ysa bu sahnede mazoşist-Erika değil, bir kurban..

Klemmer'in gerekçelerine baktığımızda son derece rasyonalize edildiklerini görüyoruz: Amiyane tabirle, Erika göstermiş ama elletmemiş, azdırıp azdırıp vermemiştir: Üstelik "normal" olmayan isteklerde bulunmuş, ertesi gün spor salonuna gelerek "normal" olanı denemek istemiş, ancak başaramamış: Aklından çıkmayan Erika fikriyle kapısının önüne kadar gelip, mastürbasyon yapmıştı: Zaten dün gece de "annemi boşver, bana vur.." dememiş miydi?? Ne duruyordu o zaman-
kitapta Erika'nın evine gitmesinden önce uzunca bir pasaj daha var: Parkta geçen..

Ama hayır, işte çocuk-adam: "Bu" şekilde olmuyor o/ a/nlar: Mazoşist Erika, acıya doysa da "o" gece "normal" olan "bu" değildi ve sen bunu hiçbir zaman anlayamadın.. Biten bir ilişki: Erika, geceliği kanlar içindeki kadın..
Read more

La Pianiste #8: Haneke'yi Nasıl Bilir/din/iz??



[Haneke'yi nasıl bilir/din/iz: Hep bu fotoğraftaki gibi di mi??]

Das Weisse Band hakkında yazarken, bu filmle birlikte Haneke'nin yönetmenliğinde yeni bir dönemin başladığını belirtmiştim: Aslında çoğunlukla toplumsal konularda kafa yoran yönetmenin stil tercihleri ve daha "klasik" bir sinemasal dil tutturmasıyla birlikte girdiği bu yeni dönem, çok radikal bir değişiklik gerçekleşmezse eğer Amour'la da devam edecek gibi görünüyor: Ancak öncesine dönmek istiyorum..

Haneke'yi yönetmen olarak cidden seviyorum, hatta kelime anlamıyla da kendisini seviyorum: Uzaktan böyle nemrut filan görünse de, nedense bende hep çok şeker bir intiba uyandıragelmiştir.. Yönetmenlik kariyerinde tek bir kötü filmi bulunmayan nadir ve çağının/yaşayan en önemli yönetmenlerinden biri, birisi: Filmleri her ne kadar takdir edildiği kadar, "tereciye tere satmak"la da sıkça eleştirilir: Kendisi de burjuva köklerine sahip biri, birisi burjuva eleştirisini yine burjuvalara satar vs.. yucinematek'te yaptığım Haneke filmografisi yorumlarında da bu konuda herhangi bir cümle kurmayacağımı belirtmiştim, Haneke hakkında konuşurken de hala beni en çok sıkan iki şeyden biri bu "burjuva eleştirisi" cümlesi zira-
diğeri de "rahatsız seyirler dilerim" cümlesi: Hele bu cümleyi duyduğum/gördüğüm an o ortamdan/kişilerden tamamen uzaklaşıyorum..

neysse,, Der siebente Kontinent filmiyle başlayan üçlemesi kendi içinde oldukça tutarlı olmasının yanı sıra, stil bağlamında da oldukça cazip -hala: Hele hele yıl '11 olmuş ve film/dizilerin her saniyesini sahnenin bile önüne geçen müzikler işgal etmişken, kendisinin müziği "dışarıda" bırakan yönetmenliğine şapka çıkarmamız gerekiyor -hala: Evet, artık vebaya dönüşmüş bu soruna bir çözüm bulunması gerekiyor yani, artık yönetmen/kurgu direktörleri mi bir araya gelir, yoksa ışıkçısından set asistasına herkesin katıldığı bir genel zirve mi yapılır bilemem ama, ciddi anlamda sinemaya zarar vermeye başlayan bu tercihin sonlanması gerektiğini daha çok düşünüyorum: Yeri gelmişken belirteyim..

Üçlemesinden sonra çektiği La Pianiste son derece kişisel bir film olmasının yanı sıra, Haneke'nin yönetmenlik tercihlerinde de ciddi kırılmaların olduğu bir filmdi: Şiddetten başlayalım: O zamana kadar çektiği filmlerde şiddet her şeyiyle "ortada" olmasına, hatta konuları bizzat şiddetin kendisi olsa da, adeta bir Godot gibi, uygulanan fiziksel şiddeti Haneke bize göstermezdi: Oysa La Pianiste'te dakikalarca süren bir şiddet/tecavüz sahnesi izliyoruz-
hayır, Gaspar Noe kadar bayağı bir röntgenceliğe bulanmadan: Anne-kızın birbirlerine attığı tokatlar, kendini kesen bir kadın vs.. Eylemin "kendisi" tüm çıplaklığıyla ortada durmakta..
Müzik: Önceki filmlerinde toplasan 3-4 dk süren müzik kullanımı bu filmde zirve yapıyor-
eh, bunda bir piyanistin yaşamına odaklanmasının payı olduğunu da es geçmiyoruz haliyle..

Karakter kullanımı: Önceki filmlerinde oyuncularına kadrajdaki birer nesne muamelesi yapan ve genel olarak çalışılması en zor yönetmenlerden biri olduğu bilinen Haneke'nin bu filmde, kamerası adeta oyuncularına hayran bir şekilde onların etrafında dolaşıyor-
buna da her ne kadar "karakter filmi" deyip kestirip atmak mümkün olsa da, değil: Zira önceki filmleri de karakter filmleriydi: Daha farklı bir şey var: Huppert faktörü?? Uzun uzun Erika'nın yüzünü izletiyor Haneke bize: Klemmer'in.. Annenin.. 

Değişmeyen şeyler de var: Şiddet.. Haneke'nin şiddete teşneliği, daha doğrusu nedensiz şiddet üzerine kafa yorduğunu filmografisine bakarak anlamak mümkün: Bu açıdan La Pianiste de diğer Haneke filmlerinden çok da farklı bir noktada durmuyor: La Pianiste'te yaptığı çok daha ayrıntılı bir analiz-
sonradan Cache'de bir adım daha öteye götürerek mükemmelleştirdiği: Bu noktada Elfriede Jelinek'in payını da inkar etmemek lazım tabii.. Böylesi bir filme orijin olan o olağanüstü romanı ortaya çıkardığı için..

Başka bir yönetmenin elinde nasıl bir şeye dönüşeceğini merak etmediğim ender filmlerden La Pianiste: Çünkü "şu" haliyle öylesine kusursuz ki, bozulacak diye çok korkuyorum..
Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #7



Kırmızı şapkasıyla Erika eve doğru yürüyor, köşeden Walter onu takip ediyor ve birlikte eve gidiyorlar.. Çocuk-adam hala "klasik" numaralarla bu işin üstesinden geleceğini düşünüyor: Israrcı, kimi zaman buyurgan bir tatlı dil.. Odaya giriyorlar, Erika ısrarla mektubu okumasını istiyor..

Mektup -ki, hep söyleyemediğimiz şeyler için: Yazılanların şaka olduğunu düşünüyor Walter en başta, sonra tavrı değişip yadsımadan inkara dönüşüyor, gerçekle yüzleşince aşağılayıp çekip gidiyor.. Oysa Erika, başka kimseye olmadığı kadar dürüst o anda.. İstediklerini en açık şekilde ifade ediyor..

Hepimiz kısmen de olsa yaşamışızdır bunu: En tipiğinden bir örnekle başlarsam eğer, erkek futbol maçı izlemek isterken kadın bunu istemez; kadın mini etek giymek isterken erkek bunu istemez vs.. Karşımızdakini "olduğu gibi" kabullenme konusunda konuşurken mangalda kül bırakmaz ve ilişkinin başlangıcında bu yönde irade beyanı yaparken; zamanla kabul ettiğimiz şeylerden rahatsız olmaya başlarız: Sevgilimizin maç izlemesi/mini etek giymesi bize batmaya başlar , sonra başka "kusurlarını" da fark ederiz: Sanki zamanla değişiyor giderek tahammül edilmesi zor biri, birisine dönüşüyormuş gibi: Bir zaman sonra artık "katlanılmaz" bulmaya, eleştirmeye, tartışmaya ve kavga etmeye de başlarız.. Çünkü "ilkel idealleştirme" dönemi sona ermiştir, başlangıçta görme/k isteme/diğimiz şeyleri fark etmeye ve bunlar bize acı vermeye başlar.. "Ben hep böyleydim.."i kabul etmekte zorlanırız, "sonradan böyle oldun"u daha inandırıcı buluruz.. Eh, ikili ilişkilerde ilkel idealleştirme benzer dönemlerde devreye girdiğinden başlangıçta daha "şirin" ve pozitif olan poz kesmeler de yerini daha doğal bırakmaya başlayınca son, kaçınılmaz olur..

Walter ve Erika'yla alakalı görünmeyen bu paragrafı yazma sebebim konuya daha yavaş girme isteğimden kaynaklanıyor: Çünkü o ilk/el dönemde karşımızdaki kişiyi normal sınırlar içinde değerlendiririz, bu normal bize öğretilmiştir, ya da farkında olmadan içselleştirmişizdir.. Erika gibi "dışarıda" kalanlar içinse tepkilerimiz üç aşağı-beş yukarı aynıdır: Walter da Erika'yı "normal" olarak kodlayarak başlıyor "bu" ilişkiye: Hayran olunası bir piyano profesörü ne kadar uçlarda olabilir ki zaten??  Ona karşı devreye soktuğu ilkel idealleştirme öylesine güçlü ki, onun gibi olmak/onunla daha çok vakit geçirmek için okula kaydını yaptırıyor.. Erika ise -hep, temkinli.. Sadistik davranışlarının onu kendinden uzak tutmakla da bir ilişkisi var: Ancak bu Walter'a işlemiyor.. Ve perde açılıyor..

Erika, kafasındaki normale hiçbir şekilde uymuyor, "hasta" olarak yaftalayıp işin içinden sıyrılıyor.. Karşısındaysa her anlamıyla çıplak bir Erika duruyor: Tüm sosyal normları sıyırmış üzerinden, tek kişilik inşa ettiği dünyasına ikinci bir kişiyi almaya hazır.. İçinden bunlar geliyor, bunları istiyor.. Bunları açıkladığında yargılanmayacağını düşünüyor -ki, sana yazabilmiş.. Çocuk-adamın sessizliği karşısında bocalıyor bir süre: Sonra "evet" olarak algılıyor-
içimi dağlıyor -hep.. "Bundan sonra ne giyeceğime sen karar ver.." diyor, "istersen bana vur" diyor son bir çırpınışla: Ama, olmuyor.. "Normal" bulunmadığını anlıyor..

Annesine "seni seviyorum" deyip, kadının üzerine çıkıp onu öpücüklere boğması, sonra haykırarak ağlamaya başlaması bu yüzden: Dışarıda, bu dünyada ona yer olmadığını biliyor Erika, annesine, rahmine, amniyon kesesine geri dönmek istiyor..
Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #6


Erika eve girip odasına doğru yöneldiğinde kapıyı anne açıyor: Açar açmaz bir tokat yapıştırıyor kızının yüzüne.. Kızı "sen delirdin mi??" diye sorarken bir tane daha.. Bu defa kız annesine bir tokat atıyor.. Anne bekledi çünkü: Kızı gecikince doğrudan odasına dalıp eşyalarını yerlere attı, yırtmaya çalıştıkları oldu.. Bu sırada Erika sevişen bir çifti gözetlemekteydi.. Babanın ölüm yıldönümünde bu yaptığı neydi??

Erika'nın odasının kapısının bir kilidi yok: Olmadığı için Walter eve geldiğinde odanın kapısının arkasına dolap çekiyorlar.. Çünkü anne kızını kendisinden "ayrı" bir birey olarak görmüyor, göremiyor.. Birlikte aynı yatakta uyuyorlar; ikisi de dışa kapalı.. Ev, adeta annenin rahmi..

Anne sadist ve narsisist: Kızının mükemmel olduğuna inanıyor, küçüklüğünden beri onun da öyle düşünmesini sağlamış.. Kızını sürekli kontrol altında tutuyor.. Çünkü kendi hayatı çöp vaziyetinde: Elinden yemek yapmak vs.. dışında herhangi bir iş geldiğine dair bilgimiz yok: Bununla birlikte kızının her şeyi başarmasını istiyor: Kızı ünlü olmak yerine, öğretmen olarak kalınca bu defa okuldaki konumunu koruması için çeşitli öğütler vermeye başlıyor: Kontrolsüz bir figür çünkü: Kızını (Otto Kernberg'in tespiti) ayrı bir birey olarak görmek yerine adeta vücudunun bir uzantısı olarak algılıyor.. Bunun için uygun yöntemleri de var.. Modası geçmeyen klasik şeyler giymesi için kızını uyarmasının altında harcanacak para kadar, hatta belki daha çok kızının dikkat çekmemesi isteği var: Erika eve gecikince onun kıyafetlerine saldırması ise tipik bir anne-kadın kıskançlığı/psikozu: Kendisinden daha kadın olması.. Anne, zamanının geçtiğinin farkında: Ve kızının başka bir erkekle olmasını istemiyor: Bunu kızının kendine bağımlı kalması için arzuladığı kadar, kızının onu "geçmemesi" için de arzuluyor.. Çünkü Erika her anlamda ondan daha "fazla.."

Ancak, anne kızının hep yetersiz olduğunu hissettiriyor bir yandan ona: Odasının kilidini alarak, elbiselerini parçalayarak, eleştirerek/öğütte bulunarak, sürekli arayarak, resital sonrası üşütmemesi için omzuna hırka geçirerek vs.. Erika ne yaparsa yapsın annesinin yanında/gölgesinin altında.. Bununla birlikte öylesine ustalıkla/kurnazca kızıyla iletişim kuruyor ki: Aslında bunları hep kızını korumak istediği-
iyiliği için yapıyor.. Erika çoğu zaman dayanamasa da buna, "tam anlamıyla" itiraz edemiyor buna, duruma: Sıkılsa, yeri geldiğinde bağırsa/tokat atsa da, belli ki annesiyle olan mutual ilişkisinin alternatifinin olmadığını "biliyor.." Bilinçdışında kendisini bu denli değersiz hissetmesinin sebebinin annesi olduğu halde/rağmen..

Ve Walter: Annesi başından beri kaba davrandığı bu çocuk devreye girince kendi iktidarının sarsılacağını hissediyor, günden güne ellerinden kayan Erika, bir akşam çocuk-adamla çıkageldiğinde içtiği kanyaktan güç almasına rağmen bir şey yapamıyor.. Çocuk-adam kızına tecavüz ederken çaresiz kalmasına rağmen, ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyor.. Belki de aralarındaki "şey" bittiği, kızı -yeniden, kendisine kaldığı için seviniyordur; kim bilir??

Erika, annesinin eseri: Hayatta övünebileceği tek şey çünkü o: Başkalarını bu yüzden küçümseyebiliyorlar ikisi de: Parazitleri birbirlerinin..
Read more

La Pianiste #5: Sansür ve Die Klavierspielerin


Başlıktan da anlaşılabileceği gibi bu yazının konusu film değil: Genel olarak kitap da.. Sansürü konuşalım istiyorum.. İlk "özel" gazetenin, Tercüman-ı Ahval'in 1861'de "eleştirel" yaklaşımının akabinde iki hafta süreyle kapatılmasıyla başlayan bir süreçten başlıyor.. Osmanlı'ya matbaa geleli çok olmamasına rağmen, etkisi hep hissedilecek sansür Demokles kılıcı gibi sallanmakta her yerde..

Cumhuriyet kurulduktan daha iki yıl sonra çıkarılan Takrir-i Sükun da çok katı kurallar içermekteydi ve İstiklal Mahkemesi'nin aldığı (sonsuz) sürgün kararlarıyla birçok kişi susturuldu.. Sonrasını zaten biliyorsunuz sanırım: Basın/edebiyat/radyo/tv derken internette de binlerce içeriğe ulaşma hakkımız elimizden alındı.. Ancak sansürün Türkiye'nin ayrılmaz, adeta gündelik bir hayat pratiği haline gelmesinde en büyük rolü oynayan TRT'yi anmamak olmaz.. "Katı" kuralları toplumsal bilinçaltına öylesine sirayet etmiş ki, yılbaşında dansöz oynatmak çoğu kanalın rutini haline gelmişti.. Özel tvler kurulunca yaşanan özgürlük de RTÜK'ün devreye girişiyle baltalandı.. Peşinden gelen internet döneminde hızına yetişilemeyen sansür uygulamalarının ucu Youtube'a da uzanınca "oha" dememek mümkün değildi, ancak bunu da kanıksadık: Nasıl olsa bireysel seyir için hazırlanmış DVD'lerin bile '05 yılından beri, 6 (yazıyla altı) yıldır sansürlendiği, bandrol verilmediği bir ülkede yaşıyoruz..

Açık konuşalım: Çin gibi, bir Kuzey Kore gibi, bir Küba gibi, bir Suudi Arabistan gibi görünürde çok farklı siyasal görüşler içermelerine rağmen, özünde otoriter olan bu ülkelerden pek de farkı olmayan bir ülkede yaşıyoruz.. Durum yıldan yıla kötüye giderken, bu sene Snuff'ın yayımcısı ve çevirmeni hakkında dava açılmasıyla kendine yer bulan bu ülkede, nice yazar mahkemelik oldu, tehdit edildi, cinayetlere kurban gitti..

Die Klavierspielerin de bu mengeneye sıkışan bir kitap: Hakkında açılan dava sonrası toplatılıp, satışı durdurulan kitap, mahkeme bitince 2. baskısı sansürlenmiş bir halde çıktı.. Önce o notları yazayım:
"Ben, betimlediğim şart ve koşullardan kuşku duymuyorum.. Endişelendiğim şey, konuları doğru dürüst sunabilmek, bunu her defasında yeniden denemektir.. Her zaman başarılı olmadığım kesin.. Ama bunu denemek benim hakkımdır ve her toplumun bu denemelerimi okumaya hakkı vardır.."
Elfriede Jelinek

"Elfriede Jelinek, yaşayan en büyük Avusturyalı yazarlardan biri olarak kabul ediliyor.. Piyanist, onun başyapıtı..
Pek çok dile çevrilerek yayınlanan ve ünlü Avusturyalı yönetmen Michael Haneke tarafından senaryolaştırılıp filme çekilen yapıt, 2011 Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'ne değer bulundu ve ülkemizde de haftalarca gösterimde kaldı.. 10 Ocak 2002 tarihinde iki bin adet basılan kitabın baskı sayısının tükenmesine çok az bir zaman kala kitap, ülkemizde sıklıkla edebiyat eleştirmenliğine soyunan Muzır Kurulu'nun dikkatini çekti.. 27/2/2002 tarih ve 2002/50 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu'nun raporunca muzır bulunan kitabın satışı, İstanbul 2. Sulh Ceza Mahkemesi'nin 25/3/2002 tarihli kararıyla durduruldu.. Halkın ar ve hata duygularını incittiği, cinsi arzuları tahrik ve istismar eder nitelikte genel ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle toplatılan kitabın ikinci baskısını sansür bantlarıyla yayınlamak zorunda kalıyoruz.. Kitabın içerdiği düşüncelerin mi, yoksa tüm dünyanın başyapıt olarak kabul ettiği bir eseri sansür bantlarıyla yayınlamanın mı daha utanç verici olduğunun takdirini ise okurlara bırakıyoruz.."
Everest Yayınları..


Asıl utanç verici olansa bence şikayet dilekçesindeki "4- Değerlendirme" bölümü.. Aynen alıntılıyorum-
daha doğrusu yazıyorum..
"İnceleme bölümünde de belirtildiği gibi kitapta; bir edebi esere yakışmayacak nitelikte; toplumumuza yabancı, geleneksel değerlerimize ters, örf ve adetlerimize aykırı olan öğretmen ve öğrenci arasındaki cinsel ilişki, tüm açıklığı ile ar ve haya duygularını rencide edecek biçimde aşama aşama tahrik edici bir üslupla anlatılmaktadır.. Bu tür bir ilişki toplumumuzun sosyal normlarına ters düştüğü gibi, uluslar arası normlarla da çatışmaktadır.. Çünkü cinsel ilişkinin mahremiyeti tüm toplumlarda müşterek bir olgudur..

Kitapta; başkalarınca gerçekleştirilen cinsel ilişkiden haz alınabileceği karakterinin kahramanının şahsında gerçekleştirilerek yaşanabilir davranış tarzı olarak benimsenmekte, şiddetten hoşlanan anti sosyal davranışlara sıkça vurgu yapılarak olumsuz kişilikler örnek gösterilmektedir..

Ayrıca kitabın, estetik yapıdan uzak olduğu; zaman zaman argo ve amiyane tabirlere rastlandığı, bayağı ve ustalıksız anlatım tarzlarına başvurularak; bu tür eserlere rastlanmayacak ölçülerde, tarihin belli bir dönemine medeniyeti ve ahlakıyla damgasını vuran Türk Milletinin kimliğinin aşağılandığı, şehvet düşkünü varlıklar olarak gösterilmeye çalışıldığı müşahede edilmektedir..

Bu nedenle; kitaptaki yazıların normal sınırlar içinde kaldığını ve toplumun normlarıyla çatışmadığını iddia etmek mümkün değildir.. Zira insanlar ilkel hayatlarından bugüne kadar dünyanın her yerinde ve her toplumunda cinsi uzuv bölgesini kapalı tutmayı ve cinsi münasebetin gizliliğini vazgeçilmez kural olarak uygulaya gelmişlerdir.. Bu, toplumumuzda da böyledir.. Toplumumuzun ahlak anlayışı ve kuralları ile örf ve adetlelri cinsi münasebetin aşikarlığını kabul etmez.. Toplumlar varlıklarını koruyabilmek ve toplum düzenini sağlayabilmek amacyla sosyal normları oluşturmuşlardır.. Basın-yayın, araç ve organları bizzat bu normlara uymak zorunda oldukları gibi, toplumu bu konuda yönlendirme, ikaz etme, hatırlatma görev ve sorumluluğu ile de yükümlüdürler.. Bu görev ve sorumluluk toplumsal niteliklerdir.. Söz konusu kitapta yayınlanan yazıların bu toplumsal görev ve sorumluluk ile bağdaştırılması mümkün değildir.. Söz konusu kitapta asıl ağırlığın sekse yöneltilmiş olduğu, kitabın toplumun ahlak yapısıyla bağdaşmadığı ve halkın ar ve haya duygularını incittiği, cinsi arzuları tahrik ve istismar eder nitelikte genel ahlaka aykırı olduğu,

Ayrıca; müstehcen nitelikli bir kitabın öncelikle muzır olacağı muhakkaktır.. Ancak, bir aydan uzun süreli yayınlar kategorisinde değerlendirileceğinden 1117 sayılı yasaya 3445 sayılı kanunla ilave edilen Ek-2 inci madde kapsamına girmediği kanaatine varılmıştır.."

Aynı kafayı, yapısını tüm diğer sansür girişimlerinde bulabilirsiniz.. En kötüsü de her seferinde bu zihniyeti ciddiye alan, daha kötüsü destekleyenlerin var olduklarını bilmek..





Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #4



Okuldaki diğer iki hocayla Schubert'in (belki de şu an dinlediğiniz) Piano Trio No. 2'sunu çalarken, sahne değişiyor ve Erika'nın "gizli" dünyasına dalıyoruz: Kasadan alınan jetonlar giriş biletimiz: Üç kabin de dolu.. Olsun, bekleriz.. Annemize bu "an" için yalan söylemedik mi zaten??

Erika, pendulum: Röntgenciliğin sadizmi, kendini-kesmenin mazoşizmi.. Kitapta her şey, Erika'nın elinin üst kısmına 4 kesik atmasıyla başlıyor; ancak o jileti, "damadın geline güldüğü gibi gülen jileti" her yere yanında götürdüğünü biliyoruz.. Sonra, kendi evinde vajinasını kesiyor Erika: Diğer insanlar gibi "normal" sevişmek yerine, bağlanmak, dövülmek, saatlerce hareketsiz kalmak/bırakılmak istiyor.. En sonunda omzuna yakın bir bölgeye bıçağı saplıyor..
Beri yandaysa peep-show dükkanlarına, arabalı sinemalara gidip "gözetliyor" Erika..

Sadizm/in/den başlayalım: Sevişen bir çifti gözetlemek, ya da porno izlemek "hastalıklı" bir şey değil her şeyden evvel: Seksüel güdüleri sadece röntgenlerken harekete geçen biri, birisiyle karşı karşıyaysak "bozukluk"tan söz edebiliriz diyor DSM IV.. İşin normal/hastalıklı boyutuna girmeden, röntgenciliğin sadistik tonu üzerine yoğunlaşacağım biraz.. İlişkiye giren çift, ya da çıplak bir kadın/erkek/lgbtt "nesne"dir ve röntgenci "göz"üyle onu kontrol altında tutar.. Sadizmin gizil biçimi: Ancak kişiyi röntgenciliğe sürükleyen şeyler cinsel birleşmeye karşı duyduğu isteksizlik olabileceği gibi, kötü bulması da olası.. Ki, Erika'nın durumunu bu tanımlıyor daha çok..

Seksüel eylemlerde illa acı çekmek, "aşağılanmak" isteyen Erika'nın cinsel birleşmeye ancak böyle durumlarda "izin" vermesi, genel olarak seksi "kirli" ve kötü olara kodlamasından kaynaklanıyor.. Her ne kadar çok az sahnede görünse de, Erika temizlik konusunda handiyse obsesif.. Avm'de kendisine bir adamın çarpmasından sonra omzunu siliyor, deri eldivenleriyle genellikle elinde oluyor.. Kitapta çok daha ayrıntılı işlenen temizlik saplantısının ucu "insanların birbirlerinin içine girmesi"ni tiksindirici bulmasına değin uzanıyor..

Profesör olmasına vakit varken daha, bu titri kullanmaya başlayan; annesinin (de) gazıyla kendisini müzik alanında mükemmel görmesine rağmen, dünyaca ünlü bir piyanist yerine konservatuarda öğretmen olan, parlak bir kariyer yerine vasatla yetinmek zorunda kalan Erika'nın başkalarına karşı bu denli acımasız olmasının sebebi de bu arada kalmışlık: Hep daha fazlasına layık olduğunu düşünen karakterin daha fazlasını elde edemeyeceğinin farkındalığı bunları yaptırıyor ona: Bilinçdışında "biliyor" çünkü bunu, henüz bilincine ulaşmadığı için Erika hala kusursuz sanıyor kendini.. Bilinçdışı bu inkar bizi şuraya götürüyor: "Erika, kır çiçeği.." Süperegosunun kölesi.. Baskıcı ve katı süperegosunun kontrolündeki karakter, bu yüzden "cezalandırılmaya" ihtiyaç duyuyor, bağımlı hale geliyor..

Daha ayrıntılı yazacağım sonra ama, annenin rolünü de es geçmemek gerek: Kendisi de bir sınır bozukluğa sahip olan anne özelinde şunu belirtmem gerekiyor: Narsisizm ve diğer sınır bozukluklar adeta bir "genetik bozukluk" gibi kuşaktan kuşağa aktarılırlar: Çünkü kendisi de narsisist/sınır bozukluğa sahip anne (ya da bakıcı, diğer ebeveyn vs) çocuğu da -genellikle farkında olmadan, "bu" şekilde yetiştirir, daha doğrusu "böyle" olmasında rol oynar.. Zira çocuğun taleplerine yeterince cevap veremez.. "Anne, deliliğin birinci nesnesi.." Erika'nın annesi de, kendi sadizmini korkunç bir kılıfla geçiriyor kızının üzerine: Adeta nefessiz bıraktığı kızını sürekli kontrol eden, başkalarına karşı uyaran, kendisinden başkasına ait olmasını -asla, istemeyen annenin Erika'yı daha da delirttiğini-
peki ya baba?? Çok az yer verilse de, babanın da akıl hastanesinde ölmesinin işaret ettiği "genetik şüphe" var, girmek istemediğim..

yucinematek'teki ilk La Pianiste yazımda yanlış imlediğim bir noktayı düzelteyim: O yazıda şöyle demiştim: "Ayrıca, sadece iki sahneye dayanarak genel bi yoruma ulaşmak istemiyorum ve fakat, Erika'nın, işemeye erotik bi anlam yüklediği açık: Arabalı sinemada seks yapan çifti gözetlerken, olduğu yere çömelip işemeye başlıyor: Anna'nın sağ eli parçalandıktan sonra, hemen tuvalete koşuyor ve işiyor-
belki de, işemek orgazmına (tam olarak cinsel anlamını kastetmiyorum: Tatmin diyelim..) eşlik ediyor.."
Halbuki düşündüğümden farklı çıkmıştı olay: Erika'nın hep "en" heyecanlı yerde çişi geliyormuş ve bu küçüklüğünden beri böyleymiş.. Erotik herhangi bir anlamı filan yokmuş yani.. Bunu da düzelteyim yeri gelmişken..

Bilinçdışında hissettiği bu "cezalandırılması gereken" imgenin işaretçisinin peşine düşersek, penis haseti karşılar bizi.. Ancak değinmek istemiyorum.. 
Read more

Melancholia



Lars von Trier'nin '11 yapımı kişisel-kıyamet filmi Melancholia'yı dün Filmekimi kapsamında izledik.. Öncelikle belirtmem gerekiyor ki, yönetmenin mainstreame en çok yaklaştığı film olmuş: Öyle ki,  bir von Trier filmi gibi bile durmuyor kimi zaman.. Ancak yönetmen de bunun farkında olmalı ki, kendine has stilini zaman zaman ortaya seriyor..

Filmin hikayesi iki kız-kardeş üzerinde yükseliyor: Justine ve Claire.. Justine düğününde müstakbel eşinden ayrılan, Claire ise düzenli bir evliliğe/hayata sahip bir kadın: Claire Justine'in düğününü de organize eden bir Bree Van de Kamp adeta.. Bu sıralarda Melancholia adlı bir gezegenin Dünya'nın yakınından geçeceği hesaplanmakta.. Fakat hesaplamalarda yanlışlık yapıldığı ortaya çıkınca işler değişiyor ve gezegen Dünya'ya çarpıyor..

Filmin ikinci bölümü son derece "güzel"ken, ilk bölümü için aynı şeyi söyleyemeyeceğim malesef: Zira, tipik von Trier trükleri karşılıyor bizi: Mükemmel bir erkek ve "sorunlu" bir kadın figürleri, hemen her von Trier filminde olduğu gibi karşımızda dikilmekteler: Hatta, kadın düğün gecesinde, bir başkasıyla sevişiyor, "mükemmel" olmaktan başka bir kusuru olmayan kocayı, metin yazarlığından direktörlüğe terfi ettiği işini filan: Umursamıyor.. Film son derece hesapçı bir şekilde tanı koymuyor Justine'in durumuna.. Sebebiyse basit, kılıf bulmak.. Neden Justine "böyle" davranıyor?? Çünkü psikolojik sorunları var.. Pek süpermiş sahiden..

İkinci bölümde film adeta şaha kalkıyor, hatta itiraf etmeliyim ki, ilk defa bir von Trier filmine sempati duydum.. Koşullar değişince adeta kobaylaşıyor öncesini bildiğimiz insanlar.. Son derece sakin davranan iki insanın (Claire ve koca) çok farklı uçlara savrulması, hatta ilk intihar edenin "erkek" olması von Trier'in ufaktan değişmeye başladığının habercisi olabilir mi: Dahası Justine'in böylesine sakin kalabilmesi de şaşırtan başka bir unsur: Zira, von Trier'den tam tersi bir konumlama beklerdik.. Filmlerin sonunda görmeye alıştığımız ve fakat şaşırtmayan twisti, von Trier filmografisine atıyor gibi iddialı bir noktaya da çekmek mümkün bunu..

Beri yandan, oldukça sıkıcı bir burjuva eleştirisi de var filmin: İlk bölümdeki anne (Charlotte Rampling ne süper)  tüm o devasa burjuva setinin (18 delikli golf sahası -19 numarayı fark ettiniz umarım) ortasında adeta yürüyen bir saatli bomba gibi dolaşıyor.. Claire'se tipik, fazlasıyla tipik bir karakter.. Burjuva zevkleri öylesine klişe ki, kıyamet anında terasta şarap içmeyi istiyor: Justine'in söylemi taşı gediğine koysa da, yıllar öncesinde çekilmiş çok daha iyi söylemlere sahip bir dolu film varken, olabildiğince kitschleştirdiği bu dünyayı eleştirmesi "e yani.."den fazla bir anlam ifade etmiyor benim için..

Aynı sorun filmin açılış bölümünde de var: Antichrist'ın estetik açıdan zirvesi olan açılış bölümünde uyguladığı taktiği aynen Melancholia'ya da uygulaması başta "ohaa çok güzel.." dedirtse de, çok kısa bir süre sonra sıkmaya başlıyor, tablo gibi görüntüler filan ama, hepsi de bu.. Filmin tema müziği de son derece başarısız bana kalırsa.. Antichrist'ta öykünmeye başladığı Tarkovski evreni/estetiğini bu filmde de görmek de baymaya başladı ayrıca..

neysse,, çok dağıldım -yine.. von Trier'in kariyerinin en farklı filmi Melancholia.. Herkesin kıyameti kendine..


Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #3



"Oğlancık Erika'ya bakıyor dikkatle, ona biraz gülmesini öğütlüyor delikanlı.. Neden her zaman bu kadar ciddi??
..
Şimdi neşelenmesi istenen kuzene kendisine ait güreş numarasını gösterme zamanı geldi..

Onun için yolculuk başladı, aşağıya doğru son hızla, elveda.. Dönüşü olmayan yolculuk.. Uzunlamasına batıyor dibe.. Başaşağı gidiyor her şey, asansör iniyor aşağıya; ağaçlar, yaban gülü çalısının sardığı küçük merdiven korkuluğu yaydan fırlamış ok hızıyla geçip gözünün önünden kayboluyor.. Birdenbire yukarı çekildi Erika.. Kaburgaları birbirinin içine geçmiş gibi, Oğlancık'ın göğüs kılları görünmez oldu başının üzerinde.. Sınır çizgisi yer değiştiriyor.. Artık oğlanın hayalarının yer aldığı kesenin bağları göründü bile.. Hemen sonra küçük kırmızı Everest Tepesi çıkıyor ortaya acımasızca, büyük planda, hemen altında uzun açık renkli uyluk tüyleri.. Asansör aniden duruyor.. Zemin katı.. Sırtında bir yerde kemikleri çatırdıyor şiddetle, menteşeler gıcırdıyor, birdenbire öylesine sert sıkıştırıldı ki.. İşte diz çöktü bile, yaşasın.. Oğlancık bir kez daha bir kızı alt etmeyi başardı.. Yaz tatilinin getirdiği kuzeninin önünde eğilmiş duruyor şimdi kız; tatil çocuğu, öteki tatil çocuğunun önünde.. Erika'nın neredeyse dikişlerinden patlayıp çıkacakmış gibi duran bu gülen maskeye bakmak için kaldırdığı yüzünde, gözyaşlarının olduğu hafif bir cila parlıyor.. İyi oldu.. Oğlancık zaferinden çok memnun.. Kızı iyice bastırıyor çayıra.. Anne, çocuğunun, herkesin hayran olduğu yetenekli kızının, köylü bir gençten gördüğü muameleye karşı çıkıyor bağırarak.. Erkeklik organıyla dolu kırmızı kese sallandı, onun gözlerinin önünde baştan çıkarırcasına döndü, bir topaç gibi.. Kimsenin karşı koyamadığı baştan çıkarıcının o.. Kısa bir an için sadece yanağını dayıyor oraya.. Neden böyle davrandığını kendisi de bilmiyor.. Sadece bir kez hissetmek arzusunda, bu parıltılı Noel ağacı topuna sadece bir kez dudaklarıyla dokunmak istiyor.. Bir an için bu paketin alıcısı o.. Dudaklarını gezdirdi üzerinde, yoksa çenesi miydi?? Kendisi istedi bunu.. Oğlancık, kuzeninin içindeki bir çığı harekete geçirdiğini bilmiyor.. Erika gözlerini alamıyor bir türlü oradan.."

Bu alıntı filmde yer almayan kuzenle ilgili: Tıp okuyor, spor (güreş/judo) yapıyor, canlı, capcanlı.. Diğer erkek karakter Walter Klemmer'e ne kadar da benziyor değil mi: Prolog ve açılış jeneriğinin ardından devreye giren sarı saçlı, mavi gözlü güzel çocuğa: Erika ve annesi asansörle çıkarken, merdivenleri yürüyerek çıkmasına rağmen onlarla aynı hızda giden/güç gösterisi yapan, teknik okulda okurken bir yandan da klasik müzikle ilgili, iyi bir piyanist olmasının yanı sıra, spor yapan, Erika'nın aksine sosyal becerileri son derece gelişmiş çocuğa??

Daha önceki La Pianiste entry-yazımda belirttiğim gibi, Walter hiçbir Haneke karakterine benzemiyor:  Kusursuz, çok, çok ama çok fazla hem de.. Bünyesinde topladığı özellikler Erika'da bazı şeyleri harekete geçiriyor: Tuhaf bir kıskançlık -aşkla beraber, genç ve gelecek vaat eden bir çocuk..

Ancak iki erkek karaktere baktığımızda aslında birbirlerinden pek de farklı olmadıklarını görüyoruz: Jelinek'in yer verdiği iki erkek karakterin de bu denli "güçlü" (spor yapması), "akıllı" (tıp ya da teknik okulda okumaları), çekici, seksi olmasının Erika'yla alabildiğine kontrast yaratmak için olduğunu düşünmekten ziyade, farklı okumalar da yapabiliriz: "Ulaşılmaz erkek" imgesine: Psikolojide bilhassa histerik kadınların ısrarla kendileri için "ulaşılmaz" olan erkeklere aşık oldukları görüşü yaygındır: Ki, Oedipus çözümlemesine baktığımızda bunun belli bir gerçekliği de içinde barındırdığını görebiliriz.. Erika histerik değil, bunda mutabıkız.. Ancak aynı semptom, babasıyla sorunlu bir Oedipus dönemi geçiren çocuklarda da gözlemlenebiliyor.. Kitaptaki iki erkek karakterin de her açıdan (Walter'ın penisinin 17cm olduğu bilgisini de öğreniyoruz misal) bu denli kusursuz olmasının işaret ettiği nokta bu bana kalırsa: Ancak bunu Jelinek özelinde değil, kitap özelinde imlediğimi de belirteyim.. Erika'nın dikkatini sadece bu denli kusursuz erkekler çekebiliyor: Çünkü Erika da kendisini "kusursuz" olarak değerlendiriyor-
daha sonra yeniden ayrıntılandıracağım..

Walter daha ilk görüşünde Erika'dan etkileniyor.. Bununla birlikte çok çabalasa da, Erika ona istediği gibi davranmıyor, ancak bu sadece görünürde: Çocuğu ders çıkışında takip ediyor, her hareketini gözlüyor, Walter'ın yakınlık gösterdiği (filmde oldukça yakın davranırken, kitapta sadece göz kırpıyor) kıza hiç düşünmeden zarar verebilecek düzeneği hazırlayabiliyor..

Okul tuvaletindeki yakınlaşmalarının akabinde, Erika açılıyor -mektupla.. İşte bundan sonra Walter da giderek sadistleşiyor.. Erika'nın durumunu igğrenç bulurken, işi dalga geçmeye dek vardırması, Erika'nın oral seks yaparken kusması sonrasındaki "ağzın kokuyor" (ki, kitapta oldukça uzun sürüyor bu) eleştirisi ve hepsinden önemlisi Erika'nın mektupta yer verdiklerini yaptığı sahne.. Ve sonrası.. Her ne kadar s&m ilişkiler kendisine göre değilmiş gibi davransa da, Walter yarı-bilinçsiz bir şekilde içindeki sadisti ortaya çıkarıyor..

Çünkü Erika'yı elde edemediği her an değersizleştirmeye başvuruyor: İkili-karşıtlık.. Çevresindeki kadınları çok rahat bir şekilde etkileyen Walter da "ulaşılmaz" Erika'ya ulaşmak istiyor.. Her ne kadar filmde yer verilmese de, Erika günden güne daha "süslü" (gözü rahatsız edecek kadar) giyinmeye başlıyor-
walter için.. Çocuk da bunun farkında.. Ve tek isteği Erika'nın üstündekileri çıkarmak: Ancak bunu, Erika'nın rüküşlüğüne dayanamadığı için mi, yoksa Erika'nın içine girmek için mi istediğini bilmiyoruz..

Bildiğimiz tek bir şey var: Walter, Erika'ya aşık değil.. Sadece çok iyi rol yapıyor.. Erika'ya tecavüz ettikten hemen sonraki gün: Nasıl da rahat, hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyor..
Her şeyi yapmayı göze alan-
annesinden vazgeçmeyi bile: Herkesten gizlediği (her anlamıyla) içini, açmak.. Yargılanmamayı, dahası bunun için kaygılanmamayı ummak.. Beni hep ağlatan "bundan sonra ne giyeceğime sen karar ver.." demek/-ebilmek: Bunların ne anlama geldiğini, senin için ne anlam ifade ettiğini bile bilmeyen ve asla öğrenemeyecek bir çocuk-adama aşık olmak.. Sabırla, bir gün kullanacağını düşünerek, umutla satın aldığın/biriktirdiğin bdsm aletlerine küçümseyerek bakan bir çocuk-adam var karşında.. Yazdığın mektubu suratına fırlatan.. Geri dönüşsüz.. Dönüşümsüz: Ve seni terk eden-
hiç birlikte olmamıştı/k ki.. 
Buz pistindeki topuklu ayakkabılı kadın, "Erika, kır çiçeği.."
Read more

Her Şeyiyle La Pianiste #2



"Piyano öğretmeni Erika Kohut, annesiyle birlikte yaşadığı eve kasırga gibi daldı.. Erika bazen olağanüstü hareket ettiği için annesi kızına "kasırgam" derdi.. O günkü niyeti annesine görünmemek olan Erika, otuzlu yaşlarının sonlarını sürmekte olan bir kadındı.. Annesi ise neredeyse onun büyükannesi olacak yaştaydı.. Erika, zorlu yılların ardından dünyaya gelmiş, babası ise sırasını hemen Erika'ya devrederek sahneden çekilmişti.. Anlayacağınız, Erika gelmiş, babası gitmişti.. O günkü hızlı hareketinin nedeniyse, zorunluluktu; sonbahar yaprakları gibi hızla kapıdan içeri girmişti ve görünmeden odasına ulaşmanın derdindeydi.. Oysa anne, tüm heybetiyle Erika'nın yoluna dikilmişti bile; devletin ve ailenin oy birliğiyle, hem engizisyoncu hem de idam mangası sıfatıyla kızını sorgulayacak ve infaz edecekti.. Erika'nın evin yolunu neden bu kadar geç bulduğunu öğrenmek istiyordu.. Son öğrencinin, Erika'nın alaylarını yüklenerek süklüm püklüm evine gitmesinden beri nedereyse üç saat geçmişti.. Nerede olduğunu öğrenemeyeceğimi sanıyorsun herhalde, Erika.. Yalan söylediği için sözüne inanılmayan bir çocuk bile hesap vermelidir anneye, hem de kendiliğinden.. Bak, anne bekliyor seni: Bir, iki, üç, Erika.."

Böyle başlıyor Die Klavierspielerin, sonra akıyor, akıyor, yüksek bir noktadan dökülüyor.. Film de orijin olarak kendine bu sayfaları alıyor, sonrasını biliyoruz: Anne kızının, Erika'nın, geç gelmesinin sebebinin pahalı bir elbise olduğunu öğreniyor-
giyilmeden yırtılan -daha: Birbirine giriyorlar, anne duygu sömürüsü yapıyor, kızı ağlıyor, kızgınlığını unutup annesinden özür diliyor.. Anne de yumuşuyor.. Sarılıyorlar: Anne kahve yapmayı teklif ediyor.. Birlikte uyuyor anne-kız: Aynı yatakta..

Açılıştaki bu sahne, her şeyi özetliyor: Annesinin gölgesinde yaşayan bir kadın: Kızını -"kendi" izin verdiği anlar dışında, gölgesinden bir an bile çıkarmak istemeyen bir anne: Her ikisi de patlamaya her an hazır: Anne koruma kılıfına saklarken sadizmini, kızı kendini ifade etmek için saldırıyor..  Biliyorlar ama, bir yandan: Kendilerinden başka kimseleri yok.. Baba/kocayı akıl hastanesi-bakım evi karışımı bir yere bıraktıktan sonra sadece kendi başlarınalar, kaldılar: Komşuları yok, zaten istemiyorlar: Erika'nın arkadaşları pek az, anneyse yapayalnız.. Tek hayalleri yeni bir eve taşınmak -ücretinin büyük bir bölümünü Erika'nın ödediği.. Zaruri ihtiyaçlar dışındakiler yasak: Erika yine de buluyor bir yolunu -zaman zaman.. Varoşlardaki ucuz peep-showlar, açık sinemalar/parklar.. 

Bana göre sinema tarihinin en iyi/ayrıntılı işlenmiş s&m portresiyle karşı karşıyayız.. Eylemleri belki "tuhaf" geliyor Erika'nın, ancak öylesine gerçek ki, bir noktadan sonra biyopsi seansındaymışsınız gibi hissediyorsunuz: Erika'dan alınan parça/lar patolojiye gönderilip inceleniyor: Filmin/kitabın beni en çok etkileyen yönü de tam olarak bu-
filmi/kitabı başyapıt seviyesine yükselten de: Benzer bir hissi de Ingmar Bergman'ın Persona'sında yaşıyorum: Elisabeth Vogler karakteri de bana göre sinema tarihinin en iyi/ayrıntılı işlenmiş narsisist portresi..

Nasıl oluyor (da oluyor) peki?? Elfriede Jelinek'in konuşmaktan pek de hazzetmediği otobiyografik öğeleri var kitabın: Benzer şekilde babasını akıl hastanesinde kaybetmiş, piyano eğitimi almış yazarın -en azından, karaktere yaratım sürecinde kendi hayatından bir şeyler kattığını düşünebiliriz: Ancak s&m konusuna asla girmiyor Jelinek-
ben de girecek değilim..

Her kitap uyarlamasında adet olduğu üzere kitap ve film arasındaki farklılıklardan da bahsedelim biraz: Kitapta yer alan bazı kısımlar (Erika'nın annesiyle gittiği tatil, metrodaki davranışları vs..) filmde yer almıyorlar: Tatil kısmının çıkarılması bana kalırsa son derece iyi olmuş, zira kitapta da (kuzenle deneyimlenen ufak bir an dışında) pek de bir anlam ifade etmiyor.. Metroda yaşanan bölümler filmde yer alabilirdi..
 Erika'nın ellerinin parçalanmasına sebep olduğu öğrencisinin (ve annesinin) filmdeki rolü artırılmış: Tenor çocuk ise kitapta yer almıyor..
Walter Klemmer hakkında daha fazla bilgiye sahip oluyoruz kitapta: Ancak kitapta zaten Erika'nın öğrencisi olarak tanıtılan Walter, filmde Erika'yla sonradan tanışıp okula kaydoluyor.. Beri yandan kendisi buz hokeyi oynamıyor, kürek çekiyor.. Ve Erika'ya karşı o kadar da "aşık" değil: Elde edememenin güdüsüyle harekete geçiyor..
Bunlar dışında aslına oldukça sadık bir uyarlama La Pianiste.. Kullanılan müzikler bile kitapta geçen müzikler.. 

Haneke ve Huppert'i ilk kez bir araya getiren film sonrasında, ikili iki filmde (Le Temps Du Loup ve '12 gibi izleyeceğimiz Amour) daha bir araya geldiler: Bununla birlikte Haneke, daha Funny Games zamanından beri Huppert'le çalışmak istiyormuş: Funny Games için Huppert'e teklif götüren Haneke, reddedilince Susanne Lothar'la çalışmış-
ki, kendisi La Pianiste'teki diğer anne..
Isabelle Huppert, Funny Games'teki rolü filmi çok teorik bulduğu (insanların ekrandaki şiddeti deneyimlemesi) için reddetmiş.. Acaba o oynasaydı nasıl olurdu, diye düşünmeden edemiyor insan..
Read more

2. Yaş Kutlama-Tefrikası: Her Şeyiyle La Pianiste



yucinematek ikinci yaşına giriyor 11 Ekim'de -yarın: Toplamda 29 kısa, 6 orta ve 349 uzun metrajlık bir arşive sahip olan blogum, geçen sene artan iş yoğunluğum (ve kimi zaman ters-yüz olan hayatım) sebebiyle bir önceki seneye göre, görece daha az yoruma ev sahipliği yapsa da, hayatımda en çok keyif aldığım şeylerin başında geliyor:  Kutlama niyetine uzun süreden beri yapmayı çok arzuladığım şeyi bugün için bekletiyordum.. Elfriede Jelinek'in '83 tarihli romanı Die Klavierspielerin ve Michael Haneke'nin '01 yapımı filmi La Pianiste'i incelemek.. 

Filmi öylesine seviyorum ki, "en sevdiğin film nedir??" diye bir soruyla karşılaştığımda bilincime ilk düşen film La Pianiste oluyor-
handiyse bir refleks.. Romanı konusunda bu kadar kesin konuşacak değilim, zira ondaysa hep Sartre geliyor aklıma.. Ancak '02 yılında La Pianiste'i ilk izlediğimde içimde oluşan duygu durumu/yoğunluğu beni kitabına da yöneltti, fakat kitabı uzun bir süre bulamadım: Hakkında açılan dava sonrası satışının durdurulup/kitabın toplatılması, ikinci baskında birçok satırın sansürlenmiş bir halde çıkması, mahkeme sonucunda "yayımlanmasında sakınca yoktur" kararıyla birlikte sansürlü kısımların kitabın sonuna eklenmesi gibi olaylar zincirinin etkisi vardı bunda: Sadece iki baskı yapan kitabın ikinci el bir kopyasına ulaştığımda sene '08'di -düşünün..  O zamana kadar kitabı Taksim ve Kadıköy'deki her sahafçıya sormama, hatta abartıp yayınevini aramama rağmen kitabın bir kopyasına ulaşmak mümkün olmamıştı.. Ta ki bir arkadaşım bana hediye edene dek-
ki, onun da bulana kadar canı çıkmış: Kitabı bir günde yalayıp yutmuş ve filmdeki kimi sahneleri çok daha iyi kavramıştım: Bununla birlikte değiştirilen bölümler de vardı-
klasik uyarlama eleştirimi de yapayım..

yucinematek'in ilk dönemlerinde Ekşi Sözlük'teki entrylerimi taşıdığımdan La Pianiste için '07'de yazdığım entry duruyor hala: Güncellemenin zamanı geldi artık hem..

Her şeyden öte Isabelle Huppert'in en iyi oyunu hala bu filmde: Bu sene kaybettiğimiz Annie Girardot anne rolünde muhteşem bir şekilde parlıyor.. Haneke'nin yönetmenliğinde ikinci bir dönemin başladığını mimliyor.. Olağanüstü müzikleri.. Benzersiz ve incelikli ayrıntılarla süslenmiş teması.. Girardot ve Huppert'in ikinci kez anne-kız olduğu.. Benoit Magimel'in de ustalıkla oynadığı: Ama Huppert -hep..

Herkese iyi seneler..
Read more

Howl


'10 yapımı Rob Epstein ve Jeffrey Friedman filmi Howl, Allen Ginsberg ve onu bir şekilde meşhur yapan yargılanma süreci hakkında..

Film gayet belgesel: Ancak enfes animasyonlara sahip-
ki, asıl izleme sebebim buydu.. Ginsberg, '55 yılında Howl'u ilk kez okur, ardından kitap çıkar ve fakat kitabın yayımcısı hakkında dava açılır: '57 yılında sonuç çıkar.. Beat Generation'ın manifestolarından kabul edilen şiir hakkında herhangi bir yorum yapmayayım, zira şiire tahammül edemediğimi bilen bilir..

Eşcinselliğin "hastalık" olarak görüldüğü dönemde iki kez bu yüzden tedavi gören Ginsberg'ün meseleye yaklaşımını sorgulayacak değilim, bana düşmez de, çelişik bir durum olduğunu belirtmem gerekiyor.. Bununla birlikte Howl özelinde o zamanlarda böylesi bir söylemle ortaya çıkmayı da cesur bulmadığımı belirtmeliyim: Belki Amerika'nın içinde bulunduğu dönemin kendi bağlamı içinde düşünüldüğünde cesur gibi görünebilir, ancak dünya edebiyatı düşünüldüğünde "yeni" bir şey değil: Mesele de buradan filizleniyor zaten: Avrupa'da yayımlansa herhangi bir soruşturmaya uğramayacak şiirin, Amerika'da yılın olayına dönüşmesinin altında sistemin rolünü konuşmalıyız: Bir de benzer olayların başka ülkelerdeki (diyelim bir Türkiye) benzerliğine..

Bununla birlikte, filmin asıl derdini şiir ve Ginsberg'den koparıp çok daha kapsayıcı bir alana taşımak mümkün-
ki, öyle yapıyorum: Sansür..  Sansür hep vardı ve muhtemelen de hep var olacak: Çünkü her zaman saçma sapan nedenleri meşruiyet zeminine oturtma konusunda gayretkeş olanların çabalarını ciddiye alanlar çıkıyor: Bu kişilerin sebepleri çok çeşitli olabilir, ancak işi yasaklamaya götürebiliyor olmalarının, dahası bunu başarabilmelerinin yol açtığı durumlar zaman zaman geri dönülemez oluyor: Türkiye'de sürekli Demokles kılıcı gibi insanların üzerinde sallanan bu anlayış ne kadar çorak bir "sanat" ortamına sahip olduğumuzu açıklıyor.. Okuyucu/izleyici/dinleyici için sürekli sansürle iç içe olmanın etkisi ne kadar yıpratıcıysa, eser sahibi için çok daha korkunç etkilere yol açabiliyor.. Konu derin..

Allen Ginsberg'se hayat hikayesini anlatırken son derece rahat: Aslına bakarsanız son derece yapay duruyor-
bunda kendisini canlandıran James Franco faktörüne sonra geleceğim..
Şairliğin o kendine has havasını sindirip semirmiş bir vaziyette ortalığa saçtığı ahkamları dinlerken, sansüre karşı bir tavrı olan insandan ziyade, tipik Amerikalı bir yaklaşım buluyorum: "Nasıl kısa yoldan ünlü olurum??" Dönem düşünüldüğünde (gerçi hala değişen bir şey yok) tek derdi "keşfedilmek" olan yığına ait bir parça: Amacına da ulaşmış belli ki..

Filmin "sanatçı"ya bakışı da son derece karikatürize yalnız: Fransız şapkalar, kalın çerçeveli, büyük gözlükler ve sürekli sigara içen "Avrupai" tipler filmde cirit atmakta, ki artık beni bayıyor bu yaklaşım.. James Franco'nun sakallarının yeterince sık olmayışının takma-sakal ve bıyıkla kamufle edildiğini fark ettiğim ilk anda (ki filmin hemen başlarına tekabül ediyor) filmden uzaklaşıyorum..

En iyisi hiçbir şey düşünmeden filmdeki animasyonların keyfini çıkarmak: Querelle'e gönderme yapılan sahneyse filmin zirvesi..



Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.