Jeux D'Enfants


'03 yapımı Yann Samuell filmi Jeux D'Enfants, açıkçası fazla şekerlenmiş-
reçel terminolojisi..

Romantik-komedi pek sevmediğim için izlemediğim filmi, seçki dolayısıyla dün izleme şerefine eriştim: Ki bu yazıda da filmden/aşktan ziyade, kurulan dünyalardan bahsetmeyi planlıyorum-
bilinç-akışı yazmanın böyle faydaları da oluyor, yazı iki cümle daha uzadı..

neysse,, hikayesi şu şekilde: Julien ve Sophie, aynı sınıfta okuyan iki çocuk, Julien annesinin kendisine verdiği atlı karıncalı kutusunu Sophie'ye hediye edince aralarında bir oyun da başlıyor: Birlikte büyüyen ikili birbirlerine aşık olsalar da bunu itiraf etmekte zorlandıklarından ayrı yollara savruluyorlar ve hatta birbirlerinden kopuyorlar, finaldeyse mutlu bir son karşılıyor bizi tabii ki..

"Masalsı atmosfer.."e sahip filmin Peter Pan Sendromu'nun her bünye için uygun olmadığını söylemek de gerekiyor: Film de bunun farkında olduğundan sadece kendi kitlesine hitap eden füg trükleri kullanıyor.. İşte bu zihniyetle ciddi problemlerim var benim: O bildik slogandan faydalanırsam kitlelerin afyonu bir filmle (daha..) karşınızdayız.. Çünkü gerçek dünya o kadar boktan ki, başa çıkmak için Jeux D'enfants gibi afyonlara ihtiyaç duyuyoruz: Her şeyin böylesine pembe, şeker pembesi olduğu filmde, tabii ki betona gömülmek de "güzel.." bir şey olarak kodlanıyor.. Buradan reklam estetiğine geçebiliriz: Tüm o göz alıcı renkleri, animasyonları ve elbette ki metal atlı-karıncalı kutuyu ustalıkla fetişleştirmeyi başaran film bittiğinde o dünyada yer almak istiyorsunuz: Bir metal kutunuz ve "ruh eşiniz.." olsun.. Olsun ki, sıkıcı karınızdan, kocanızdan, çocuklarınızdan, işinizden kurtulabilesiniz.. John Berger, Ways Of Seeing'de reklamların ürünü değil, o ürüne sahip olmanın yaşattığı kıskanılma hissinin verdiği mutluluğu sattığını imlerken bunu kastediyordu işte: Betona gömülmeyi bile kabullenecek hale gelmeyi..


Film bu hissi "satarken.." (hadi Fransızca kasalım..) folie a deux'yü sıçrama tahtası olarak kullanıyor: Reklamlarda içtiği sadece kola olmasına rağmen delicesine mutlu olan insanlar görüyorsak, bu filmde de oyun uğruna yapılanlardan sonraki hissin de aynı olduğunu belirtmemiz gerekiyor.. Durumun "saçmalığı.." ayan beyan ortadayken, nasıl oluyor da bunu kabulleniyoruz kısmına geldiğimizdeyse, "onlar gibi olmak.." karşılıyor bizi: Çünkü önceden belirlenen hedef kitleye uygun çekimler hazırlanır hep.. Üst segment gelir grubu için hazırlanan reklamlarda bu tür mutlu insan simgesi göremeyiz: Çünkü onlar zaten mutludur, onlar için daha farklı reklamlar hazırlanır, alt gelir grubunaysa mesaj direkt verilir: "Yarın şu ürün gazetenizle bedava..", "Yarın şu ürün şu kadar değil, bu kadar.." Bu kadardır.. Alt-orta ve üst-orta gelir grubunaysa bir üst seviyeye çıkacağı müjdelenir: Gerçekleşip gerçekleşmeyeceği önemsenmeden..

Bu film de bize Julien ve Sophie gibi olursak "mutlu.." olacağımızı söylüyor.. Gerçekleşip gerçekleşmeyi önemsemeden.. Ciddiye alıp almamaksa sizin bileceğiniz iş.. Onlar sadece ürünlerini satıyorlar..
Read more

Microcosmos: Le Peuple De L'Herbe


'96 yapımı Microcosmos, Claude Nuridsany, Marie Pérennou'nun ortaklaşa yönettikleri büyük bir proje.. Benimse genellikle uykum olmadığında uyumak için seçtiğim filmlerden-
sesini kısıyorum tabii..

Küçük bir çimenlikteki çeşitli böceklerin yaşamlarına odaklanan belgeselde birkaç cümle dışında dış-ses kullanılmıyor: Ki zaten bunun sebebi de belli: Görselliğin etkisini azaltmamak: Hatta film görsel gücüne öylesine güveniyor ki, tv için değil de beyaz perde için hazırlanıyor: Gösterime girdiğinde de öyle büyük bir etki oluşturuyor ki, bazı sahneleri antolojilere dahi giriyor-
"özellikle.." hangisini kastettiğimi tahmin ettiniz sanırım..

neysse,, aradan geçen yıllar ve özellikle Life adlı devasa belgesel-dizi filmin görsel gücünü oldukça azaltmış olsa da, "ilk.."lerden olması filmi hala benzersiz kılmaya yetiyor da artıyor.. Herhangi bir konusu olmayan, dahası herhangi bir porno filmin dahi sahip olduğu belirli bir kurguya dahi sahip olmayan filmin ana temasının yaşam döngüsü olduğunu söyleyebiliriz: Açılış ve kapanışın da başkalaşım sahnelerine ayrılması dolayısıyla: Yan temalar olarak, zorluklarla mücadele, kavga (iktidar: eheh..), üreme vs..ye yer veren filmin, "film.."den ziyade kolaja daha çok benzediği de aşikar: Sahnelerin birbiri ardına episodik bir şekilde dizilmesi izleme keyfini azaltıyor..

Ve bir eleştirim de, ses kurgusuna olacak yalnız: Ayrıntılı ses miksajıyla, abartılı ses miksajı arasında bence ciddi bir fark var ve fakat filmin ses ekibi bunun farkında değiller muhtemelen: Zaman zaman stüdyoda yaratılmış hissi veren "yapay.." sesler de izleme keyfini azaltan başka bir etmen..

-yine, neysse,, gelelim filmin asıl gücüne: Film genel olarak yakın-plan çekimlerden oluştuğu ve bu planların da korkunç derecede "yakın.." olması dolayısıyla gösterime girdiği her yerde büyük bir beğeniyle karşılanmıştı.. Hakikaten de olağanüstü bir işçiliğin yer aldığı filmin sahnelerini izlerken etkilenmemek mümkün değil.. Bununla birlikte stop-motiondan ve çeşitli efektlerden de yararlanan film, araya giren genel-planlarla konudan uzaklaşsa da, çok çok özel görüntüler sunuyor.. Size de keyfini çıkarmak kalıyor..

Salyangoz sahnesinin "bu.." kadar beğenilmesinde sevişmelerinin insan sevişmesini andırmasının ve dün biraz didiklediğim porno ve erotizm ayrımından erotizm ayağını temsil etmesinin payını yadsıyamayız: Yoksa uğur böceklerinin "pornosu.." da gayet şık bence..
Read more

Zack And Miri Make A Porno


'08 yapımı Kevin Smith filmi Zack And Miri için laflar hazırladım.. Ne zamandır aklımdaydı, gelen maillerde görünce "aa, işte bu.." oldum-
beklenen fırsat..

Hikayesiyse kısaca şöyle: Zack ve Miri, tee ilkokuldan beri arkadaşlar ve aynı evde kalıyorlar.. Her bir şeylerini bilen ikili, parasal sıkıntıları içinde yüzüyorlar: Borç yükünden kurtulamayan ikili, çareyi bir yapımcı bularak porno film çekmekte buluyor, ekip kuruluyor ve çekimlere başlamışken sıra Zack ve Miri'nin sahnesine geldiğinde işin rengi değişiyor ve film kırılıp, climax-öncesi-ayrılığı yaşıyor: Bir süre yalnız takılan ikili, sonunda mutlu sona ulaşıyorlar..

Gayet belli olduğu üzere romantik-komedi şablonunda ilerleyen filmin pornoyu çerez niyetine kullandığını söyleyerek hata etmeyiz: Ancak, işte burada konvansiyonel sinemanın bil/in../dik kuralları devreye girdiğinden, en "hafif.." tabirle "konvansiyonel sinema porno çekse nasıl olur??"dan öteye gitmeyen bir yapı karşılıyor bizi..

Öncelikle filmin seks bakış açısında ciddi sorunlar var: Son yıllarda sınırları iyice muğlaklaşan porno-erotizm ayrımını filmde de, üstelik son derece klişe şekliyle, görmek can sıkıyor: Hem de en feciisinden..
Porno ve erotizm ayrımı aslında uzun zamandır yok: Özellikle de son 10 yıldır çekilen porno sınırında dolaşan filmler Türkiye'de genel dağıtıma çıkamasa da, festivallerde bolca gösterilmekteler..
Sadece penis/vacayna göründü bu porno demekle ayrım yapılamayacağı için (sebebine geleceğim birazdan..) önceden bu ayrımı şu şekilde yapıyordum ben: Sevişme sahnesi grafikse, erotiktir: Sevişmede "gerçek.." bi birleşme oluyorsa pornodur.. (Geldim..) Zira, filmlerde kadın vücudu alabildiğine sergilenirken, penis gösterilmez/di: Çünkü sektör erkek egemen kodlarla işlemekteydi-
ki, hala batı cephesinde yeni bir şey yok..
Misal, aynı grafik sahne-gerçek sahne ayrımını şiddet filmlerine de uygulayabiliriz:
Hostel, Saw, A L'interieur, Frontiere/s gibi delice şiddet gösteren filmlerdeki sahneler de grafik: Şiddet gerçeğe dönüştüğündeyse, snuff oluyor-
ancak bu ayrım hala geçerliliğini koruyor..

Zack And Miri'de de, bu ayrımı en kaba-saba şekliyle görüyoruz: Film ekibindekiler dahi "öteki.."leştirilerek sevişmeleri duygusuz ve mekanik bir şekilde yapılıp, bu his seyirciye de geçiriliyor: Ancak Zack ve Miri'nin sevişmeleri öylesine "yoğun.." duygular barındırıyor ki, porno "olamıyor.." Ve bu ayrım, Otto Kernberg'in de makalelerinde sıkça yer verdiği noktaya götürüyor bizi: "Sevgi temelli aşk her türlü erotik unsurdan ayıklanmıştır ya da idealleştirilen değerli bireyler sözkonusu olduğunda erotizm hafif bir imayla geçiştirilir.. Genital cinsellik "bilinir..", ama ancak idealleştirilmiş kişilerin duygusal deneyimleri dışında hoş görülebilir.. Tipik olarak, aleni cinsellik konvansiyonel dramada değersiz, aşağılık ve saldırgan ilişkiler ya da "tuhaf.." insanlarla bağlantılıdır.."
Love Relations: Normality And Pathology..

Alıntının gayet güzel özetlediği gibi gördüğümüz tuhaf tiplemelerin mekanik seksiyle, aşıkların seksi aynı kefeye konulamaz.. İşte bu kasıtlı ayrım yüzünden film, her ne kadar Kevin Smithian ol/maya çalış../sa da, olamıyor-
star Wars göndermesi olağanüstü her zamanki gibi, ancak Kevin Smith'in de başarılı olduğu alan sadece buymuş gibi hissediyorum uzun zamandır-
clerks.'ü saymıyorum tabii..

neysse,, pornoyu hikayesine dahil etmekle zekice bir buluş yapan film, baştan aşağı öylesine bilindik şekilde ilerliyor ki, etkileyici olamıyor malesef..
Read more

Fight Club


David Fincher yönetmenliğindeki '99 yapımı Fight Club'ı birden fazla şekilde değerlendirmek mümkün..

Hikayesi kısaca şöyle: Anlatı çeşitli psikolojik destek gruplarının toplantılarına giden bir "turist..", ancak bununla birlikte insomniadan da mustarip, dahası kastrasyon endişesi duyan bir dissosiyatif.. Uyku problemini tam da çözmüşken, hayatına giren Marla, dünyasını adeta alt-üst ediyor: Ve her şey de bundan sonra başlıyor: Tyler’la "tanışan.." Anlatıcı’nın evinde bir patlama meydana geliyor, Tyler’ın izbe evine taşınıyor, Marla ve Tyler sorunlarıyla boğuşurken dövüş kulübünü kuruyor/lar bir yandan da.. Ve işler büyürken, Anlatıcı, önce dissosiyatif olduğunun farkına varıyor, sonrasında da bazı önlemler almaya çalışıyor, ama ne fayda..

Evet, zamanında kendine bolca hayran toplamış ve topladığı hayranlarını sürekli artıran Fight Club, bir fenomene dönüşmekte gecikmedi.. Başta da değindiğim gibi, birden fazla şekilde değerlendirilebilecek filmi, bir devrim öyküsü olarak görmek kadar, beri yandan "zararsız.." olarak nitelemek de pekala mümkün.. Görsel açıdan da oldukça oyuncaklı akan ve hikayesiyle adeta bütünleşen filmin asıl işleviyse toplumsal açıdan supap işlevi görmesi..

Biraz daha açalım: Hayatındaki tüm "amaç.."larından vazgeçip, o çok sevdiği mobilyalarını bile patlatan Anlatıcı, bastırdığı her şeyini içine boca ettiği Tyler aracılığıyla kendi gerçekliğini inşa ediyor.. Uzun bir süre bundan memnun olan Anlatıcı, bir zaman sonra işlerin kontrolden çıkmasıyla bundan vazgeçip, polise dahi gidiyor, Marla'yı korumak istiyor: Ancak Tyler hala ondan "bağımsız.." olduğu için başarısız oluyor, ta ki aralarındaki dinamiği çözene kadar.. Oyunun kurallarını öğrenen Anlatıcı, Tyler'dan kurtulup Marla'yla birlikte kendini feda ediyor.. Ve fakat -şimdilik, dissosiyatif kişilik bozukluğunu bir kenara bırakırsak, Tyler, daha çok reklam dünyasının kodlarıyla var olan ve oyununu buna göre oynayan bir karakter..
Reklamların en sık kullandığı temaların başında gelen "özgürlük.." mefhumunun ucunu Diesel "Be Stupid.." sloganıyla bir adım daha öteye taşısa da, reklamlarda kullanılan "özgürlük.."ün sözlük anlamına tekabül etmediğinin hepimiz farkındayız: Ancak sistemdeki (çok küçük..) çıkıntılıkların (göndermeli-oldu bu kısım..) ürün satışını artırdığının farkına varan kitsch dünyanın yaratıcıları bunu kullanırken ölçülü olmaya da olanca gayret ediyorlar.. Mevzuya geri döndüğümüzde Tyler'ın vaat ettiği özgürlük de bundan pek farklı değil açıkçası.. Mayhem'in eylemleri bu açıdan rahatlıkla değerlendirilebilir: Sıra son plana geldiğinde Anlatıcı'nın var gücüyle bunu engellemeye çalışması da bu yüzden: Reklamlardaki "özgürlük.." zımnidir ve hiçbir zaman da "gerçek.." bir özgürlüğü sunmazlar, Anlatıcı'ysa buna ulaşmak için yola çıkmasına rağmen, bilinçli bir şekilde karşı da çıkmaya da çalışıyor.. Ve orta-yolu bulan bir final izliyoruz..

Filmin tüketim kültürü üzerine söyleyecek pek çok sözü var, eh, bunların birçoğunun da hedeflerini bulduğunu söyleyebiliriz, adeta kendi müritlerini yaratan IKEA, Starbucks ve diğer kendi marka-toplumunu üretmeyi başarmış firmalar özelinden, iyi bir işe/kartvizite, tarz ve markalı kıyafetler giymekten, televizyona biat etmeye varıncağa değin pek çok "şey.." bu mesaj kaygısından nasibini alıyor: En büyük payıysa bankalar alıyor haliyle: Simgesel anlamda kapitalizmin simgesi olan gökdelenlerin yıkılmasıyla yeni bir "dünya geleceği.."nin bizi karşılayacağı aşikar-
filmdeki gibi flashback esprisi yapmak istedim bu noktada..
Da işte, film tüm bu meselesinin altını ne kadar dolduruyor?? Ya da şöyle soralım?? Bu film gerçekten bir devrim öyküsü mü, yoksa kopyanın-kopyasının-kopyası hayatlar yaşayan "uyuşuk.." bireyler için bir fantazma mı?? Hepimizin birer Anlatıcı olduğunun gayet farkında olan filmin üstündeki ironi sosu bence en çok Tyler'ın "beni yaratan sensin: Biraz sorumluluk al.." cümlesinde kendisini gösteriyor.. Çünkü bir noktadan sonra alter olan kontrolden çıkmaya başlıyor: Bastırılan tüm duygular (ki, eşcinsel okuması da var bunun daha..) vücut bulmaya başladığında, gerçekleştiğinde onu yaratanın bizzat kendisi korkmaya başlıyor: Kendisinden.. Ne yapacağını bildiği için önlemini alıyor, başlangıçta gayet memnun olduğu Mayhem eylemlerine silah karışınca korkuyor, ancak bir insan öldüğünde artık bir şeyler yapması gerektiğini fark ediyor.. Sancılı geçen kabullenme süreci, kendi kültünü inşa ediyor: Dövüş Kulübü'nü, ya da, "kabul edilebilir.." sınırlardaki sistem eleştirisini..

Dövüş Kulübü'nün ilk kuralının ondan bahsedilmemesi ama ne gam?? Bizzat Tyler franchising dağıtmaya, kendi ordusunu kurmaya başlıyor: Kurduğu ordunun gayet faşist bir yapılanmayı andırması vakit bulundukça didiklenebilir ancak, dövüş özelinden konuşabiliriz biraz: Karşımızda gayet homoerotik bir dünya var.. Anlatıcı'nın Tyler'la olan ilişkisinin barındırdığı örtük eşcinsellik de fazlasıyla tanıdık.. Tabii bir de kastrasyon konusu var: Kazınan saçlar, dökülen dişler gibi simgelerde izini sürmek mümkün olduğu.. Ve tabii gerçek bir erkek olma isteği (kendi inkarıyla birlikte..) de var..

Sonuç olarak etkili bir hikaye kuran film, tüketim kültürünün emniyet supaplarından birine dönüşüyor: Ya da şöyle diyelim: Herkesin Tyler'ı ve özyıkım öyküsü kendine..
Read more

Sizden Gelenler: (500) Days Of Summer


[Öncelikle uzun, upuzuun bir ara sonrası -yeniden, merhaba.. Okul, iş, sevgili yaratığıyla kavgalar, vizeler, projeler, tatiller derken ancak bugün, şu an müsait olabildim.. Tarkovsky filmografisine kısa bir ara vermekten bir şey olmaz sanırım..
*: Bir de gelen 56 mailden ilk 20sini yazacağım demiştim ancak, 56 mailden seçki yaptım, umarım bu da sorun olmaz..]

'09 yapımı Marc Webb imzalı (500) Days Of Summer, "ilginç.." bir film.. Bu kadar..

Hikayesi kısaca şöyle: Bir kızımız var, Summer, bir de esas oğlumuz: Tom.. Summer, aşka inanmayan, dahi zırvalık olarak gören bir ablamızken, Tom'sa hep o "doğru.." kişiyi beklemiş.. Summer'ın işe başlamasıyla tanışıp, kaynaşıyorlar, ancak aralarındaki "şey.."in adı kon/ul../madığından işler Tom için zorlaşmaya başlıyor.. Ve bir gün, Sid-Nancy metaforuyla ayrılıyorlar: Summer, başkasını bulup evlenirken, Tom bununla baş etmeye çalışıyor ve kişisel gelişimiyle birlikte yeni bir aşka yelken açıyor (mu??)

Evet: Bu filmi sevmedim ben, nedenlerine gelmeden önce öncelikle romantik-komediye biraz eğilmek lazım: Aynı şablonla üretilen Hollywood romantik-komedilerinden bayan bir kesim olduğu ortada, ki, böyle olduğu için Amelie el üstünde tutuluyor: Bununla birlikte Amerika'dan çıkan son dönem romantik-komedilerde iki eğilim karşımıza çıkıyor: İlki, klasik şablondan ayrılmayan (Gigli, ya da şöyle diyelim: Jennifer Lopez'i oynatmadan bir film çektiğinizde..) belli bir gişe garantisi olan romantik-komediler, diğeriyse daha "zeki.." olanlar: Bu eğilim aslında sadece romantik-komediyle sınırlı değil: Animasyondan, aksiyon filmlerine değin büyük stüdyo filmleri giderek daha çok zeki numaralar barındırıyorlar ve bu eğilim çok daha iyi olmasına rağmen, kendi "aynı.."lığını yaratmada gecikmedi..
Büyük stüdyoların bağımsız filmlerden devşirdiği bu anlayış daha ne kadar "trend.." olarak kalır, belli değil ancak, muhaliflerini de yaratmaya başladı çoktan: Stallone'nin '10 yılında The Expandables gibi bir film çekmesinin başka bir açıklaması olamaz zira..

neyse,, çok dağılmadan ana konumuza geri dönelim: (500) Days Of Summer'ın beni fena halde iten bir filme dönüşmesinde yukarıda kısaca değindiğim şeylerin çok büyük payı var: Daha açılış sahnesindeki nottan, final sahnesine kadar filmi izlerken içim şişti açıkçası.. Evet, gayet "orijinal.." dokunuşlar var senaryosunda, sıçramalı kurgunun gayet de eli yüzü düzgün bir örneği, müzikleri güzel, oyunculukları da başarılı (ancak hayır, Zooey'yden bahsetmiyorum burada..) ve fakat film öylesine mekanik ve öylesine hesapçı ki, yansıtmaya çalıştığı ruh hali hiçbir şekilde "gerçek.." görünmüyor desem, abartmış olmam herhalde..

X Kuşağı'nın son demlerinin ürünü karakterlerinin göndermeli-muhabbetleri evet "ilginç.." de, bu kadar: Ya da şöyle söyleyeyim, senaristleri de bu kuşaktan gelme olan bir filmin X-Kuşağı "gibi yapmak.."la, X Kuşağı "olmak.." arasında ciddi bir fark var: Filmdeki göndermelerin hikayeye ne gibi bir katkısı olduğunu hala çözememem de bu yüzden sanırım..

Kısa ve öz sahnelerle hızlı bir şekilde "akan.." filmi izlerken, tam da bu sebeple sıkılmıyorsunuz, ancak Tom'un istifa etmeden önceki (sosyal mesaj da verelim anlayışından kaynaklanan..) berbat tiratında olduğu gibi, bazı sahneleri fazlasıyla zorlama bulmak da olası: IKEA "setinde.." olanlar, tipik bir reklam sekansından hiçbir farkı olmayan (sorsan müzikal der..) Tom'un seks-sonrası-özgüven-patlaması-yaşayan-erkek tripleri var.. Ancak en kötüsü de dış-ses: Bildiğin Amelie taklidi..

Fazla mekanik buldum evet bu filmi: "Suç.." benim mi, yoksa son dönemde iyi bir çizgi yakalayan FoxSearchlight'ın bunu sürdürmek için fazla kasması mı bilemedim..
Read more

Graphic Sexual Horror

Read more

Stalker




Tarkovsky'nin '79 yapımı filmi Stalker, öncelikle başına gelen felaketle anılan bir film: Sansür yüzünden mi, yoksa bir kaza sonucu mu olduğu hala muallakta olan olay yüzünden filmin negatifleri yanınca, Tarkovsky (ve oyuncular..) filmi yeniden çekmek için bir araya gelirler: Gelmesine de filmin bütçesi oldukça küçülmüş bir hale gelince daha "minimal.." bir film izleriz-
"acaba nasıldı??" sorusuyla, malesef ki yanıtlanması imkansız bir şekilde duruyor oralarda bir yerde..

Ancak bu handikaba rağmen Stalker, olağanüstü görüntülere ve müziklere sahip: Daha açılış sahnesinde sizi kendine bağlayan (ve belki de şu an dinlediğiniz..) Eduard Artemyev'in olağanüstü tema müziği, filmde ne zaman girse, içinizde bir yerlere dokunmayı başarıyor.. Filmin finali de gördüğüm en etkileyici finallerden, öyle böyle değil..

Filmin hikayesiyse şöyle: Stalker, bir yazar ve bilim insanını Zone adı verilen "özel.." bir bölgeye götürmek için anlaşır: Zone'sa, hakkında çeşitli iddialar olan, içinde bulunan oda sayesinde girenlerin en gizli dileklerinin yerine geldiği bir yer: Yazar, ilhamını geri kazanmak için, profesörse Nobel ödülü almak için bu yolculuğa çıkarlar: Zorlu bir kovalamacadan sonra Zone'a vardıklarında Stalker'ın (Zone'un..) katı kuralları yüzünden zorlansalar da odanın eşiğine kadar gelirler..

Filmin inançla çok sıkı bir bağı var: Bunun izini isterseniz bilim-kurgu/fantezi evreninin kendisinde, isterseniz (Tarkovsky'nin filmleri düşünüldüğünde..) Hıristiyanlık kültüründe sürebilirsiniz: Ben ikisini de denemeye çalışacağım..
Bilim-kurgu/fantezi ya da herhangi bir kurmaca "evrende.." geçen eserlerde, öncelikle okuyucunun/izleyicinin bu evrenin kurallarını kabul etmesi beklenir: Atıyorum Matrix'te karakterler uzak mesafeleri yer çekimine meydan okuyarak kat edebilirken, Lord Of The Rings'te Tek Yüzük'ün kendi iradesi vardır, Sauron'u, Yüzük Tayfları'nı çağırır, bulunmak "ister..", Star Wars, çok uzun zaman önce uzak bir galakside geçerken, The Exorcist'te Şeytan/Pazuzu insanların vücutlarının yönetimini ele geçirebilir-
son örneğe birazdan geleceğim yine..

Evet, yaratılan bu evrenlere ve onların kurallarına inanmanız gerekir: İnanmazsanız o filmden herhangi bir keyif almanız mümkün hale gelmez: Stalker'daki Zone da böyle bir yer: Stalker, Zone'un tüm kurallarını kabul etmiş ve ona göre davranırken, profesör ve yazarsa şüphe içindeler: Oranın gerçek olup olmadığını "kanıtlamak.." isteyen profesör, gerçek olma ihtimaline karşı yanında orayı yok edecek bir bomba taşırken, yazar, nesnel bir sebeple değil, kendi kişiliği dolayısıyla şüpheye düşüyor-
bilinçaltından ziyade, "fıtrat.."la karşılanabilecek bir durum sözkonusu burada-
buna da geleceğim yine..

Bu noktada bir parantez açıp, bir karşılaştırma yapmak lazım: Üstte verdiğim birkaç örnekteki film, seyircisinden evreninin kurallarına inanmasını talep ederken, The Hitchhiker's Guide to the Galaxy'de Douglas Adams, tüm o absürtlüğü okuyucu/izleyicisinin gözüne sokarak, alışıldık okuyucu beklentileriyle ustaca oynarken, Tarkovsky yarattığı evrenin "gizemli.." kalmasını tercih ediyor: İşte bu noktada Stalker, Stalker-yazar/profesör karşılaşması, özdeşleşmesiyle seyirciyi de içine çekiyor.. Zone gerçek mi?? Yoksa uydurma mı?? Verilen cevap, filmin sizinle olan temel meselesi zaten..

Gelelim The Exorcist'e: O filmde "ateist anne.."'nin reddettiği metafizik olgulara inanmaya başlamasıyla, Stalker'daki evren arasında da bir bağlantı kurulabilir: Stalker, her ne kadar inanç eksikliği konusunda Exorcist kadar katı davranmasa da, inanmayanlara yönelik eleştirel bir tavır takındığı da ortada: İşte buradaki "inanç.." mevzuu son derece karışık çünkü doğrudan Zone'un neyin metaforu olduğu konusuna bağlı: Bu konuda öyle çok derine girmeden Hıristiyan kültürüne dair birkaç çıkarım yapmak gerekiyor: Filmin ilk yarılarında orta çağa dair birkaç tespit yapılıyor: Peşinden gelen Aydınlanma Çağı ve reform hareketi, her ne kadar orta çağ skolastizmini yok ettiyse, kilisenin de gücünü aynı oranda azalttı: Şimdiye geldiğimizde de durum pek değişmiş değil: İnanma ihtiyacı duymadan ömrünü tamamlayan çok insan var: Filmdeki karakterlerin de şüpheleri onları Zone'a inanmaktan alıkoyuyor.. Stalker'ın finale doğru söyledikleri de "inançsız.." toplum için bir ağıta dönüşüyor..

Filmdeki en gizil istek ve psikolojiye dair referanslar, Oklukirpi'nin kendini asmasına sebep olan olaylar zinciri vs.., odada istenilen şeyin bilinçaltından kaynaklandığını işaret ediyor gibi görünse de, aslında fıtratla, yani doğuştan gelen özelliklerle ilgili olduğuna dair okunmaya çok daha müsait-
ben öyle yapıyorum..

Çok etkili ve çok güzel bir "gizem.." Stalker..
Read more

My Son, My Son, What Have Ye Done


Werner Herzog'un '09 yapımı filmi My Son'ın televizyonda yayımlanan herhangi bir polisiye dizi bölümünden hiçbi farkı yok: Hatta onlardan bile kötü, zira süresi onların neredeyse iki katı.. Şimdi hakikaten kağıt üzerinde ilgi çekici görünen hikaye, nasıl bu kadar "çöp.." kıvamına geliyor/-ebiliyor, insan sebebini de merak ediyor: Bunun sebebi düşük bütçe filan da değil.. My Son başta oyunculuklar olmak üzere, son derece özensiz bir film: Psikolojik gerilim olma iddiasındaki film, ne bunun altını doldurabiliyor, ne de gerilim yaratmada herhangi bir beceri gösterebiliyor.. Kimisi son derece anlamsız flashbacklerle iyice dağılıp, bir türlü toparlanamadan yalpalaya yalpalaya ilerliyor.. İşin psikoloji kısmıysa son derece berbat bir düzlemde ilerliyor: Flashbackleri karakterini derinleştirmek için kullanıyor, ancak saplantılı anne-oğul, Orestes dışında başka anlamlı gönderme yapamadan karşımıza son derece karikatür bir suçlu çıkarıyor..

Hikayesiyse şöyle: Oğluna son derece saplantılı bir şekilde bağlı olan bir anne karakteri var, bu baskının altındaysa yaşamaya çalışan bir oğul.. Peru'daki tatilinde psikotik yönü ortaya çıkıyor ve günden güne kötüleşen karakter, bir sabah annesini öldürüyor.. Devreye giren dedektif, iki kişiyle (nişanlısı ve oyunun yönetmeni..) konuşup, boşlukları kısmen kapatırken, sonradan olayın iki tanığıyla da konuşup mevzuyu çözüyor.. Bu sırada gelen özel tim de suçluyu yakalıyor..
Bu kadar..

Filmin, belki de en "gerilim.."li okumasını şu düzleme taşıyabiliriz: Ya büyük bir komplo izliyorsak?? Çok saçma olduğunun farkındayım bu düşüncenin ancak, her şeyi "ortada.." olan hikaye öylesine sakil ki, açıkçası "tüm mahalle ve tanıklar aslında yalan söyleyip, masum bir insanı tutuklattılar, görüyor musun??" düşüncesi daha bi "iyi.." oluyor..

neysse,, oyunculuklara geleyim: Eğer, daha önceden Bug'ı izlediyseniz, Michael Shannon'ın aynı rolü, aynı mimikler ve donuk bakışlarla oynadığını fark etmişsinizdir ki, filmin en büyük dezavantajlarından biri, birisi de bu malesef.. Onun dışında Willem Dafoe herhangi bir varlık gösteremezken, Chloe Sevigny görece belli bir ton tuttururken, anne rolündeki Grace Zabriskie'nin neden bu kadar overacting takıldığını çözemedim.. Filmdeki en iyi performansı aksanının da yardımıyla kısacık bir sürede Loretta Devine çıkarırken, Udo Kier, her zamanki gibi fecii fetiş bir şekilde izletiyor kendisini-
aksanını yerim..

Werner Herzog'un bile muhtemelen sonradan hatırlamak bile istemeyeceği bir iş My Son: David Lynch içinse "alışıldık.." bir fiyasko..
Read more

1. Yaş Filmi: Film Socialisme


Evet, Yucinematek artık bugün bir yaşında: Bu bir yıllık süre boyunca 29 kısa, 6 orta ve 235 uzun metraj film yazısıyla, toplamda 270 filmlik bir sayıya ulaştık-
bu yazıyla birlikte 271 olacak..
Yeniden herkese çok teşekkür ediyorum..

Filmekimi bünyesinde izlediğim Godard'ın '10 yapımı Film Socialisme'i biraz olsun çözebilmek için, sosyalizm olgusuna değil, bir önceki uzun metraj-başyapıtlarından Notre Musique'e bakmak gerekiyor: Bunun sebeplerine geçmeden önce, iki filmin de, isimlerinin o konuyu (müzik/sosyalizm..) anlatmak için seçilmediğini, film sırasındaki bir cümleden alıntılandığını belirtmek gerekiyor: Her ne kadar ben de başlangıçta "nerde benim sosyalizm üzerine makale-filmim??" diye düşündüysem de, film aktıkça rahatladım..

Film, teknik açıdan önceki Godard filmlerinden herhangi bir farklılık taşımıyor, Godard alametifarikaları yabancılaştırma unsurlarının tekmili birden üzerinize üzerinize geliyor, bu açıdan da film, Godard-fetişistlerinin beklentilerini fazlasıyla karşılıyor-
bu parafı anneye de itlaf etmek gerek, bir yandan..

(Kahve molası..)
Tıpkı Notre Musique gibi, üç bölümden oluşan film -yine, onunla benzer temalarda geziniyor: Adamın filmografisi sürekli bu kafa yormalarıyla geçse de, Notre Musique ve Film Socialisme birbirine temas eden, zaman zaman da birbirini tamamlayan filmler..

Film Socialisme'in konusuna gelirsek, filmin üst metninin ilk bölümü mavi tura çıkmış yolcuların enstantanelerine yer veriyor, ikinci bölümse birkaç karakter etrafında şekillenen çeşitli kavramlara dair sorular/cümleler şeklinde ilerlerken, son bölümüyse ilk bölümde gezilen 6 yere dair çeşitli arşiv görüntüleri ve söylemlere ayrılmış..

Sartre'dan Derrida'ya, Genet'den Beckett'a, Geothe'den Heidegger'a Shakespeare'e bir sürü yazara dair yapılan göndermeler bir yana, görsel kolajlardan da bolca yararlanan filmin ilk bölümü savaşların, katliamların kalıntıları üzerine inşa edilen şehirleri son derece lüks bir gemiyle gezinen insanların, gündelik yaşam pratikleriyle kafa yordukları meselelerin tezatlığını son derece etkili bir biçimde ortaya koyarken, savaş ve katliamların insanlık vicdanında ne kadar yer kapladığına son bölümde yer veriyor..

Para, ilk bölümün etkili temalarından biri tabii: İspanya'dan, Filisten'den kaçırılan paralara ne olduğu, onlarla ne yapıldığına dair sorgulamaları alakasız görüntülerin üzerine bindiren Godard'ın, Hollywood'un kuruluşuna dair yaptığı tespiti filmin (muhtemelen..) en çok tartışılan konularından biri, birisi olacak, eğer Amerika'da yaygın dağıtıma çıkarsa/-abilirse..

İkinci bölümse aralarındaki yakınlığı çözemediğim bir grup insanın konuşmalarından Avrupa'ya dair bir kesit çıkarıyor: Daha çok sanat üzerinden tespitler sunan bu bölüm de, yine parasal mevzulara girdiğinde aklıma tabii ki, birkaç yıl önce patlak veren küresel krizle birlikte, Avrupa'yı şu sıralar pençesine alan mali krizler ve kurtarma planları geldi: Bunun dışındaki özgürlük ve eşitlik temaları da Avrupa'nın geçmişi ve bugününe dair not edilesi mottolarla işleniyor..

Son bölümse çeşitli savaşlar ve katliamlar görmüş 6 yere dair kolajlardan mürekkep, ve Godard, bu bölümde doğrudan tüm insanlığın vicdanına sesleniyor.. Filmin en önemli bölümünü oluşturan bu pasajla film de bitiyor, çok güzel bir iş: Godard, yine bildiğimiz gibi yani..
Read more

Zerkalo


'75 yapımı Tarkovsky filmi Zerkalo, yönetmenin kendi kişisel anılarından da izler taşıyan, ölmekte olan bir adamın geçmişe bakışını anlatan bir film..

Zerkalo'nun izleyici belki de en zorlayan yönü, belli bir kurgusunun olmaması: Oldukça dağınık görünen filmde sahneleri/ani geçişleri birbirine alışık olduğumuz kurgu trükleri değil, baş karakterin duyguları bağlıyor: Adeta kişisel bir anı belgeseli olarak ilerleyen film, hissettirdikleriyle de son derece benzersiz bir deneyime dönüşebiliyor.. 2. Dünya Savaşı, çocukluk günleri, yanan ev, boşanmış aile, anneyle olan ilişki, çocuk/lar..

Filmdeki en belirgin tema karakterin kendi çocukluğunu, çocuğunun da yaşadığını hissetmesi: Bu yüzden kendini çocuğunun silüetinde görüyor.. Çocuğuna (Ignat..) "benimle kalır mısın??" diye sorduğunda, Ignat "hayır.." diyor; ancak bu onda bir yıkıma sebep olmuyor: Çünkü, onu da annesi büyütmüş..

"Her çocuk babasının kaderini yaşar.." diyorum bu duruma: Ya da belki, yaşadıklarından ders alıp, çocuğuna aynılarını yaşatmamak için çabalar, kendini paralar-
kişisel sular bunlar, da, filmin babasız büyüyen çocuklar için son derece sığınılası bir liman olduğunu da belirtmem gerekiyor..
Anneyle olan ilişki de bundan tamamen etkileniyor haliyle: Sürekli yan yana olma hali, büyüyüp, kendi çocukları olduğunda bile, "çocuk.." olmaktan kurtarmıyor "baba.."yı: Mutual ilişki, çoğu zaman zorlasa, kavgayla da geçse, o kopamama illeti yapışıp yakana bırakmıyor..

Arşiv görüntülerini de kullanan film, 2. Dünya Savaşı'na odaklanıyor: Çoğu çocuğu babasız bırakan o savaşa.. Ve onun babası da gelmiyor o yaz..

Müzikleri ve görüntülerinin ne kadar güzel olduğundan bahsetmeme gerek bile yok sanırım..
Read more

Andrey Rublyov


Tarkovsky'nin '66 yapımı olmasına rağmen, resmi gösterime ancak 3 sene sonra çıkan filmi, Marketa Lazarova'yla birlikte Orta Çağ'a dair izlediğim en güzel/gerçekçi filmlerden.. Ancak Marketa'yı bu yazıda ele almayacağım..

Epizodik bir şekilde ilerleyen Andrey Rublyov'da, filme ismini veren kiliselere ikonlar işleyen sanatçının hayatına bakıyoruz.. Birden fazla temanın birlikte işlendiği filmin hikayesiyse genel olarak şöyle: Yunan ikon sanatçısı Theophanes, Kirill ve Rublyov'a bir kilise işi teklif eder: İkisi de kabul etmelerine rağmen, yola çıkacakken Kirill, cemaatten ayrılır: Zira Rublyov'a olan kıskançlığı öylesine büyük ki, bir soytarıyı ihbar eden kendisi olmasına rağmen, ihbarcının Rublyov olduğunun sanılmasından da hoşnuttur..
İşe başlayan ekip, bir türlü tam verimli çalışamamaktadırlar: Derken bulundukları yer Tatarlarca işgal edilir ve halkın çok büyük bir bölümü öldürülür.. Bu savaşta bir askeri öldüren Rublyov, "günah.." işlediği için, sessizlik yemini ederek kefaretini ödemeye başlar..
Bu sırada Prens bir çan yaptırmak ister, çan-yapıcı dahil çok fazla insan öldüğü için aramalar umutsuz bir şekilde sürerken, çan-yapıcının oğlu Boriska babasının ona çan yapmanın sırrını verdiğini söyleyerek zorla kendini kabul ettirir: Çan yapılır ve çalar..
Olağanüstü bir epik sekans gelir peşinden: Boriska babasının ona sır mır vermediğini ağlayarak itiraf ederken Rublyov sessizlik yeminini bozar ve Teslis Kilise'sindeki işten bahseder..

Evet, kabaca bu düzlemde ilerleyen film, meziyetlerini daha inanılmaz güzellikteki açılış sahnesinden itibaren göstermeye ve tuhaf, adını koyamadığım bir mistisizmle sizi kendine bağla/yıp, ak../maya başlıyor..
Dönem atmosferi yaratma konusunda çok çok üstün bir teknik başarı sağlayan filmin en güzel sahneleriyse, pek tabii ki çarmıh sahnesiyle, 21 haziran'da kutlanan pagan ateş festivali sahneleri..

Kirill'in ikiyüzlülüğü ve af dilemesi, Boriska'nın kendine olan inancı ve yaratıcılığı, Rublyov'un öldürmeyle ortadan ikiye yarılan hayatı ve inanç hesaplaşması gibi temaların yanı sıra, en dikkat çekici ayrıntı Pagan ve Hıristiyan kültürleriyle, Rus ve Tatar kültürleri arasındaki ilişki.. Ezen-ezilen ilişkisi olarak öne çıkan bu durumda, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, kabul etmeyenlere baskı uygulanmasıyla, Rus köylülerinin Tatarlarca katledilmesi birbiriyle aynı: Ancak film iki ilişkide de taraf tutmuyor, olanca sakinliğiyle tarafsız kalmayı tercih ediyor..

Filmin en büyük sorunuysa, sansürden kaynaklanıyor.. Orijinal hali ~3.5 saat olan filmin dvd baskılarının hepsi daha kısa sürelere sahip: Bu baskıların da süreleri birbirlerinden farklı.. Tarkovsky'ye yönelik bu baskılarıysa daha sonraki yazılarda konuşalım..

Mükemmel bir güzellik, en sevdiğim Tarkovsky filmlerinden..
Read more

Tarkovsky Evrenine Giriş: Ivanovo Detstvo


Evet, dün o kadar Saw izlemenin de kendi rehabilite olma ihtiyacı/hissiyatını doğurması kaçınılmazdı ve dün yazıyı yazdıktan sonra ani bir kararla Tarkovsky filmlerine dalmaya karar verdim.. Bunun çeşitli sebepleri de var haliyle:Kısacık planlardan gına gelmesi, kan tüküren insan görmekten sıkılmak, estetiğin kollarına kendini bırakma isteği: Oysa 3 film daha yazacaktım gore seçkisi için ve ara verecektim birkaç gün..
Ne zamana kadar??
11 ekime kadar: Geçen seneye kadar herhangi bir anlamı olmayan bu gün, artık bir anlam ifade ediyor: 11 ekimde blog, 1 yaşına girecek.. Ve küçük bir sürpriz yapmak istedim..
11 Ekim'de şu an ne olacağına karar veremediğim bir filmle 1. yaş yazısını yazdıktan sonra 20 filmlik bir seçki yapacağım.. Daha doğrusu yapacaksın/ız.. Blogda yer almasını istediğin filmi yucinematek@hotmail.com'a mail olarak attığınız takdirde, ilk 20 filmi blogda bir seçkide toplayacağım-
eğer aynı filmler istenmişse, film sayısı 20 olana kadar diğer mailler devreye girecek..
Ancak, şöyle bir isteğim var: Elimde olmayan filmlerin dvdsini alacağım için, Türkiye'de satışta olmasına dikkat ederseniz sevinirim: amazon'dan sipariş verip de, gelmesini beklemekle vakit kaybetmek istemiyorum zira..
İlginize teşekkürler şimdiden :))

Gelelim, Tarkovsky evrenine: Oldukça sevdiğim bu yönetmenin filmografisinde görece az ama oldukça etkili çalışmalar mevcut: Sinemasının özellikleri birçoğumuz tarafından bilindiği için, bunlara pek girmeden, filmleri kendi başlarına ele almak çok daha yerinde olur diye düşünmekteyim: Bunun dışında -gerekmedikçe, dini semboller eksenine pek de kaymak istemiyorum: Evet, daha çok Tarkovsky filmlerinin hikaye ve görsel gücüne odaklanacağım-
antichrist yazısında bahsettiğim için Solyaris bu yazı grubunda yer almayacak..

Tarkovsky'nin ilk uzun metrajı Ivanovo Detstvo '62 yapımı Ivan, annesini, kız kardeşini, babasını 2. Dünya Savaşı'nda kaybetmiş, hüzünlü ama mağrur bir "asker.." çocuk olan Ivan'ın hikayesi..

Filmdeki rüya sahneleri Ivan'ın anne ve kız kardeşine yönelik özlemine işaret ediyor: "Baba.." Ivan'ın bilinçaltında (ve dolayısıyla rüyalarında..) yer almıyor, çünkü buna gerek de yok: Ivan babasının rolünü üstlenmeye başlayıp, keşif kolculuğu görevini üstleniyor-
bilinçli bir possession gibi görünse de, bakış açısına göre farklı şekilde okunabilir bu: Misal, İsa-havari denkliği kurulabilir (keşif kolculuğu da uygun bir metafora dönüşebiliyor..), ya da politik açıdan bakarsak lider-sonraki adam okuması da yapılabilir..

Ivan'ın görevinden alınmaya karşı direnmesinin sebebi de bu: Yaşadığı onca acının yanı sıra, babası gibi de davranmak zorunda.. Rüyasından uyanınca "sayıkladım mı??" diye soruyor bu yüzden.. Zayıflığını dışa vurmamalı..
"Bana babammış gibi davranma.." diyor bir yerde de..

Filmde aklımı başımdan alan çok fazla "an.." var ancak, Ivan'ın kız kardeşiyle yağmur altındayken gördüğü düşte, kamyonun sahile gelip elmaların yere saçılması ve atların o elmaları yemeleri estetik açıdan olduğu kadar, sembolik anlamda da filmin zirve noktası bence..

Savaş filmlerinden alışık olduğumuz milliyetçi saçmalıklara öyle çok kendini kaptırmıyor film ve bu güzel bir şey, müzikleri de süper.. Daha ne olsun..
Read more

Saw Olayı: III, IV, V, VI


Öf, Saw serisine bir başladım, pir başladım, dün ilk kez izlediğim 2. filmden sonra, bugün de oturup geri kalan diğer 4 filmi izledim: Bunun şöyle etkileri oldu:
i) Filmleri teker teker değil de hepsini tek seferde yazmaya karar verdim..
ii) Serinin tema müziği çok güzel..
iii) Bir insanı ölümle burun buruna getirip hayatta kalması için oyun oynamak için o kadar emek verip, onca düzenek hazırlamaya değer mi?? Kılımı bile kıpırdatmam zira ben misal..
iv) İkinci filmle birlikte "film.." değil de dizi izliyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz..
v) Oyunculuklar rezalet: Her "kurbanın.." aynı tepkileri vermesi bayıyor bir yerden sonra..
vi) Açılış jenerikleri filmden filme gelişim gösterirken, V. filmin jeneriği en güzeli bence..
vii) Açılış sahneleri filmlerin kendilerinden daha güzeller..

Serinin temel sorunu, para hırsından ötürü mahvedilmesi: Üçüncü filmle gerçek anlamda bir "final.." izlememize rağmen, peşinden yarısı saçmalık sınırlarında dolaşan flashbacklerle şişirilip doldurulmuş ve heybesine 3 filmi daha (~5.5 saat: az buz değil..) katıp karşımıza çıkan filmler, 6. filmle nihayete eriyor sanırken, şu sıralar gösterimi için geri sayan (ve adet olduğu üzere 3 boyutlu olmaktan da kaçınmayan..) bir filmle serinin muhtemelen para getirdiği sürece devam edeceğini anlıyoruz-
cümle/ler çok düşük olmuş olabilir, sori şimdiden..

neysse,, hatırlayabildiğim kadarıyla: 3. filmde Amanda'nın Jigsawlığa soyunmasına rağmen, bunu eline yüzüne bulaştırması, Jigsaw'ın ameliyatıyla, ameliyatı yapan doktorun eşinin sınavını izliyoruz: Oğlunu kaybeden baba travması Jigsaw'ın ölümüne sebep oluyordu..
Ve fakat ölse bile hegemonyasını devam ettirme derdinde olan Jigsaw, otopsi masasındayken dahi "play me.." yazan kasetler çıkarmaya, oyun oynamaya pek meraklı: Serinin sonu diye öldürülen Amanda'nın yerine geçecek kişinin ve Jigsaw'ın eski eşinin sahneye çıkışını işzliyoruz ki, bence en kötü Saw filmi IV..
Beşinci filmde Hoffman üzerindeki şüphelerinde haklı çıkan diğer polisin başarısızlığa uğramasının yanı sıra "birlik olunuz.." minvalli mesajlı bir oyun da karşımıza çıkmakta..
Son filmdeyse, yine bir sigorta şirketinde oldukça yetkin bir konuma sahip biri, birisinin testiyle, Jigsaw'ın son oyununu izliyoruz: Hoffman'ın yine kurtulması da Saw 3D'ye hazırlık niteliğinde olmuş.. Da olmuş..

Da, ilk filmden beri tekrarlanan (ve kendi çapında kültleşip, bir öğreti/dine dönüşme potansiyelini barındıran..) Jigsaw felsefesinin yükseldiği noktalar oldukça düşündürüyor beni: Adeta Orta Çağ skolastizmini çağrıştırır şekilde revize edilen kurallar silsilesinde kurtuluşun bu kadar az bir olasılık barındırması, akla "günahkar çocuk.." imgesini getiriyor: Filmdeki kurbanlar, adeta Jigsaw'ın oyunlarıyla vaftiz ediliyorlar ve yaşamlarının ne kadar değerli olduğu sonucuna varıyorlar..

Bunun dışında Jigsaw, adaleti sağlama konusundaki tavrıysa da, Amerika'nın tipik politikasının bir yansıması olduğu kadar, handiyse her evinde silah bulunan bir ülkenin insanlarının izdüşümüne dönüşüyor: Haksızlığa uğradığında sen de karşılığını verebilirsin: Hukuk vs.. gibi şeyler engel değil.. Ayrıca, filmdeki polisler ve ajanların bu kadar beceriksiz çizilmesi de bunun bir uzantısı..

Ailenin öneminden bahsetmeyi ilk filmde bile düşünmemiştim ancak, filmlerde sürekli karşımıza çıkması ve ailenin kutsanması da oldukça önemli: Şu yüzden: Toplum dediğin şeyin temelini aile oluşturuyor çünkü: Daha kolay yönlendirilebiliyor, güdülebiliyor, manipüle edilebiliyorlar: Aile olmanın verdiği "güven.." hissi üzerinden bolca manipülasyon yapan film, bireyciliğe karşı oldukça olumsuz bir şekilde yaklaşıp, adeta kötüleme kampanyası yapıyor..

İlk filmde "kötü.." olarak tanıtılan Jigsaw'ın flashbacklerle sulandırılıp, "kahraman.."a dönüştürülmesi de boşuna değil: Bunun içinse Amanda ve Hoffman'ın "kurtuluşsuz.." oyunları devreye giriyor: Filmler, adeta ateşi gösterip sıtmaya razı eder hale getirici bir işleve sahip-
konjonktür bağlamında okunabilir bu..

Gibi.. Bulmak isteyen daha çok şey bulabilir: Ancak ben oldukça sıkıldım..
Read more

Saw II


Birkaç günlük arada, ne yapacağımı düşündüm açıkçası: Başka filmlere geçsem mi, yoksa Saw'ı mı izlesem diye.. Ve sonunda Saw serisini sıkılana kadar izlemeye karar verdim.. İlk kez izlediğim Saw II beklediğimden de kötü çıktı, hatta kapatmayı düşündüğüm noktada filmi durdurup, kahve, sigara molası filan verdikten sonra filme devam ettiğimde şaşırdım: Zira filmin en yavaş, yavan ton kazandığı andan itibaren bir twist tufanı alıp da başını gidiyor: Ve ta-ta: Manevi kızımız Amanda sahneye çıkıyor..

neysse,, Jigsaw'ın ölüp ölmediğini de bilmediğim için hikaye özetinde herhangi bir yanlışlık olursa şimdiden sori..
Jigsaw'ın ölmeden önceki son çalışması, bir polis memurunu hedef alıyor: Matthew, zamanında kirli işler çevirip, birçok kişiyi suçsuz yere hapse tıkmış bir polis.. Jigsaw ne yapıyor?? Tüm o sahte kanıtlarla hapse tıktığı kişilerle Matthew'ın oğlunu bir evde buluşturuyor: Bu sırada da Matthew'ı deniyor.. Ancak ondan birkaç adım önde olan Jigsaw, Matthew'ı tuzağa düşürüp manevi kızı (Ülkü'nün diye devam edesim geldi bir an..) Amanda'nın kollarına bırakıyor..

Şimdii, filmin altı delicesine dolu bence: Ya da, bugünlerde her şeyde öyle saçma bağlantılae bulmak ve kurmakla meşgulüm ki, film de bundan payına düşeni alıyor haliyle: Ancak, ilk Saw yazısında da belirttiğim gibi, Saw II'nun da fecii bir günah-kefaret ayağı var: Hatta öyle ki, Jigsaw bir ara toplum psikolojisine dair tespitlerini ortalığa saçmadan duramıyor, edemiyor: Neymiş efendim, yaşama isteğimizi kaybetmişiz..
Öncelikle toplum psikolojisinin yorumlanması gibi şeyler beni hiç cezbetmiyor: Hatta Zizek'i de en çok bu yüzden sevmem.. Ancak, Jigsaw'ın bunu söylemesini neye bağlamalıyız?? Dahası, Matthew'ın sahte delil hazırlamasını, diğer kadın polisin konuşarak (bürokrasi..) her şeyin hallolacağına dair telkinleri ve fakat tek işe yarayanın "kaba kuvvet.." olduğunun -bir kez ve kimbilir kaçıncı kez, daha farkına varılması.. Eh, bunlar Amerika'dan yıllardır dinlediğimiz öyküler değil mi?? Batı Cephesi'nde Yeni Bir Şey Yok yani..

Beri yandan Jigsaw'ın aynı tespiti yaptığı filmdeki (bence..) kilit cümlenin öncesindeki Darwin göndermesi de karşılığını kişilerin hapsedildikleri evde buluyor: İsmini hatırlamak için efor sarfedemeyeceğim adamımız, handiyse film boyu evrim teorisinin kanıtı gibiyken, twistle birlikte yere serilmesiyle, bilgilere sahip obskürantik Amanda'yla, "en zayıf halka.." olan Matthew'ın hayatta kalışı da manidar bir şekilde ironik..
Read more

Saw


James Wan yönetimindeki '04 yapımı Saw, peşinden 6 devam filmini de getirerek, adeta '80lerdeki seri-katil furyasını yeniden yaratmayı başarabilmiş, her ne kadar sonrakilerini takip etmesem de, görece düzenli bir şekilde ilerleyen, eli yüzü düzgün bir yapım..

Jigsaw n/ickli bir katilimiz var: Lawrence'ın dediği gibi aslında teknik olarak katil değil, sadece düzeneği kurup, az bir olasılıkla kurtulmayı başarabiliyorsunuz.. İzlediğimiz ana öyküdeyse oldukça fazla sayıda kurbanı var Jigsaw'ın: Lawrence, Adam, Zep ve Lawrence'ın eşiyle çocuğu..

Açıkçası, film ~2 saat boyunca tek-mekan gerilimi yaratamayacağının farkında: Gerilimi belli bir dozajda tutabilmek içinse ölümleri, Lawrence ve Adam'ın hatırladıklarını, Lawrence'ın eşi ve çocuğuyla Zep'in yaşadıklarını da araya sıkıştırıyor-
tüm film boyu tek mekan gerilimini yaratabilmeniz içinse Alfred Hitchcock olmanız gerekiyor (Rope, özellikle de Lifeboot..)

Açıkçası filmi izlerken, türün belli başlı örneklerinin iyi yönlerinin alınıp kullanıldığı da fark ediliyor: Özellikle Jigsaw ve Zep bağlantısı, The Silence Of The Lambs'teki Hannibal ve Buffalo Bill'i akla getiriyor-
zep, "aslında.." katil olmasa da..
Jigsaw'ın giydiği hayvan başlı kıyafet, Wicker Man'de de kullanılmıştı..
Ayrıca, Jigsaw'ın kendine özgü mizah/oyun anlayışı da uzaktan Freddy'yi andırmıyor değil..

Hepsinin ötesinde film tüm gücünü finalindeki twistinden alıyor: "Sahnede silah varsa patlamalıdır.."ın bir kez daha gerçekleştiğini gördüğümüz an, hakikaten oha olsak da, bir sonraki izleyişte film o kadar keyif vermemeye başlıyor: Dahası, anlamayanlar için şeklindeki twist sırasındaki tüm ayrıntıların hızlı bir şekilde geçmesi de bir garip..

neysse,, filmin verdiği mesajlar nedir?? diye didikleyecek olursak, öncelikle uyuşturucu bağımlısı ablamıza Jigsaw'ın verdiği derse bakalım: Nedir?? Uyuşturucu kullanarak "sana bahşedilen.." bedenin ve hayatın kıymetini bilmiyorsun.. O zaman seni bir sınava sokalım.. Kendini bir başkasını öldürerek kurtaran ablamız, "hayatın çok değerli olduğunu bana gösterdi.." derken, "uyuşturucu kullanmayın.."ı da alttan vermeyi başarabiliyor..

Diğeriyse, Lawrence ve "hayat bağları..": Bir ailesi, iyi bir işi var: Ama o, ailesine yalan söylüyor: Ailenin toplumu nasıl da ayakta tuttuğunu söylememe gerek yok sanırım: Ailesinin kıymetini anlaması için Jigsaw böyle bir "iyilik.." yapıyor Lawrence'e: Ayağıysa işlediği günahın "kefaret.."i oluyor..

Bu açıdan yorumlandığında film sıkıcı bir vaaz halini alıyor haliyle..
Read more

Baise-Moi


'00 yapımı Coralie Trinh Thi ve Virginie Despentes'ın birlikte yönettiği Baise-Moi, kendisinden çok, içeriğindeki gerçek seks sahnelerinin kopardığı gürültüyle anılan, ilk kez !f'te izlediğim bir filmdi.. İlk izlediğimde de sevmemiştim, şimdi yeniden izlediğimde de sevmedim-
pierre'e dvdsini benimle paylaştığı ve despentes'ın soyadının nasıl okunduğu konusundaki yardımları için de teşekkür edeyim yeri gelmişken..

Filmin konusuysa şöyle: Manu var, sürekli nevrotik ve dead-pan takılan bir ablamız: Nadine'se handiyse nemfoman bir fahişe.. Manu tecavüze uğradıktan ve kardeşini öldürdükten sonra kaçma planları yaparken Nadine'le tanışıyor.. Ve ikisi hırsızlık ve seri katillik kariyerlerine başlayıp, takılıyorlar.. Bir seks kulübünde bulunan herkesi öldürdükten sonraki işlerinde Manu öldürülüyor, intihar edemeyen Nadine'se yakalanıyor..

Bonnie & Clyde, Thelma & Louise ve Natural Born Killers (belki biraz da Henry..) filmi izlerken akla ilk gelenlerden bazıları.. Ancak, içeriğindeki şiddet bir yana, film daha çok gerçek seks sahneleriyle anılıyor.. Bu alandaki ilk örneklerden biri, birisi olan film, benzerlerinin de pıtrak gibi çoğalmasında rol oynadı, hatta !f de filmin bu yönünü fazlasıyla öne çıkararak, filmin hafızalarda "porno.." olarak kodlanmasında ciddi bir rol oynamıştı.. Ancak, film izlenmeye başlandığında o sahnelerin çok az olduğunun anlaşılması da beraberinde bir hayal kırıklığı yaratmıştı-
işte bu noktada, filmin sırf satmak için böyle bir yöntemi seçtiğini anlamak çok da zor olmuyor..

Halbuki, filmin odaklanmaya çalıştığı bir nokta var Manu üzerinden, ancak, altını öylesine boş bırakıp, seks ve öldürme anlarına ve abuk subuk repliklerin cazibesine öylesine kapılmış durumda ki, tüm meselesini öteledikçe öteliyor.. Tecavüze uğrayan Manu'nun, misandriden misantropiye geçişini yansıtmada en büyük sorun oyuncunun kendisinden kaynaklanıyor: Cidden Manu rolündeki abla (imdb'ye bakmaya üşenmek..) yol boyunca kadınlığını "keşfederken..", aslında yine obsesif-kompulsif karakter yapısının elinden kaçamıyor..

Manu'nun, temel sorunu, seksi "kötü..", aşağılık bir eylem olarak kodlaması: Ağır-klasik Katolik bakış açısının ürünü olan bu düşünce/delüzyon, muhtelemen tecavüzden de önce vardı, ancak "cezalandırılma/cezalandırma.." döngüsünü başlatma için katalizör görevi gördüğü de muhakkak.. Ve Manu, dediğim gibi kadınlığını keşfetse de, onunla barışamadığı için, genital bölgesini kesip, seviştikten sonra erkekleri öldürüyor..

Nadine'se neden böyle bir etkinliğin içinde?? Film buna asla cevap vermeye yeltenmiyor ve bu da karakteri öylesine havada bırakıyor ki, "yani??" derken buluyorsunuz kendinizi..

Kötü bir film Baise-Moi: Daha kötülerini de gördük gerçi..

*: Bu yazıyı, Rachel Loshak - China Doll eşliğinde yazdım..
Read more

Hostel: Part II


Eli Roth'un '07 yapımı ikinci Hostel filmi, ilkinin (de..) gerisinde ancak, bir-iki sahnesinde yakaladığı ton ilkinde bile yok..

İlk filmin aksine, daha "masum.." (termallerin keyfini sürmek..) bir amaçla Slovakya'ya giden üç kızımız da, benzer bir sona uğramak üzere tabii.. Ve tabii ki sona kalan, kendini kurtarıyor..

Öncelikle filmin paranoyak açılış rüya sahnesi, gerçekten işlevsel: Hem filme etkili bir giriş yapmamızı sağlıyor, hem de iki filmi birbirine bağlıyor: Ancak Paxton, şebekenin radarından kurtulamayıp ölüyor..

Diğer sahneyse, ilk kızımızın ölüm sahnesi: Erzsebet Bathory'ye gönderme yapan bu fetiş ötesi sahne, tüm filme bedel bir görsel ziyafet sunuyor cidden..

Bunun dışında, film tabii ki, ilk filmden daha fazla bilgi vermeye başlıyor Elite Hunting hakkında.. Kurbanları öldürmek için açık artırma yapılıyor"muş.." misal (ilk filmdeki ücret tarifesi açılış fiyatını gösteriyor..), kazanan hangi aletleri/mizanseni istediğini seçiyormuş, kurbanı öldürmeden oradan çıkış yasakmış (yoksa sizi öldürüyorlar..), kulübe girebilmek için simgelerini dövme olarak yaptırmak zorundalarmış da -mış..

İnternetteki underground klanlar gibi çalışan bu sitenin mafyöz tarafının özellikle belirtilmesi filmin gerilim ayaklarından birini taşısa da, zenofobi ayağına da çok güzel bir şekilde hizmet ediyor-
soğuk Savaş tortusuna bağlayabileceğimiz bu durumun tam da Amerika'nın Polonya'daki üssüne yerleştireceği füzeler için karşılıklı kozların/blöflerin oynandığı o çalkantılı döneme denk gelmesi de belki benim komplo teorimin bir uzantısı, ancak "batılı olmayan.." Avrupalılara karşı Amerikalıların bakışının köklerine indiğimizde o kadar da "abartı.." durmuyor sanki..

Bir de, onlarca kez izlediğimiz psikolojik dönüşüm var filmde: Biri, birisini öldürmeye çok meraklı adamımızın bunu gerçekleştirememesi, ve fakat bu işe oldukça temkinli yaklaşan diğer adamımızın ölüm makinesi dönüşmesi.. Sığlıkta bir eşik..

neysse,, Erzsebet Bathory göndermeli fecii fetiş ölüm sahnesi ve bir de açılıştaki rüya sahnesi için bile izlenmesi gereken bir film Hostel: Part II.. Geri kalan ~85 dakikada sıkılmamak için ne yaparsınız, onu bilemem..

*: Bu yazıyı M.I.A. - XXXO eşliğinde yazdım..
Read more

Hostel


'05 yapımı Eli Roth filmi Hostel, birkaç açıdan sorunlu bir film.. Bunun sebebiyse Otto Kernberg'e atıf yaparak söylersem eğer, konvansiyonel olmasında yatıyor-
her ne kadar öyle görünmese de..

Hikayesiyse şöyle: Üç genç Amsterdam'da kız peşinde koşmakta ve fakat amaçlarına ulaşamıyorlar: Tanıştıkları bir çocuk onları Slovakya'ya yönlendiriyor: Seks için her şeyi yapabilecek durumda olan gençlerimizse soluğu orada alıyorlar ve fakat teker teker ortadan kayboluyorlar da: En son tuzağa düşen Paxton (köpek adı gibi tınlamıyor mu sizce de??) kurtulmayı başarabiliyor ve intikamını da alıyor..

Film, torture porn adı verilen -yeni, janrın öncülerinden olmasına rağmen, gayet klişe kodlar üzerinden işliyor: İkinci filmin eleştirisini yazarken çok daha ayrıntılı olarak değinirim de, seksin kullanılışı çok ilginç: Kernberg'in sözleriyle yazarsam: "Aleni cinsellik konvansiyonel dramada değersiz, aşağılık ve saldırgan ilişkiler ya da "tuhaf.." insanlarla bağlantılıdır.."
Love Relations: Normality and Pathology..
İkinci filmde, ilk filmdeki gibi herhangi bir seks sahnesi göremememizin sebebi de bu cümlede saklı.. Çünkü ikinci filmdeki kadın karakterler "tuhaf.." ya da değersiz değil.. Ancak, ilk Hostel filmindeki kadınlar değersiz ve tuhaflar, o yüzden seks de alabildiğine görselleşebiliyor..

Paxton'ın kendini kurtarması da var tabii: Katharsisin sağlanması için kötülerin yenilmesi gerekiyor ve fakat, Paxton üçüncü sınıf milliyetçi aksiyon filmlerindeki gibi bir dönüşüm geçirerek "dünyayı.." kurtarıyor..

Filmde, ayrıca zenofobinin her türlüsünün izini sürmek mümkün: Hatta öyle ki, film/ler sonrasında bırakın Slovakya'ya gitmeyi, interrail konseptine bile mesafeli yaklaşmaya başladım.. Eli Roth her ne kadar "çoğu Amerikalının adını bile duymadığı bir ülke: Ben bunu ters-yüz etmek için Slovakya'yı seçtim.." dese de, olayın pek de öyle olmadığını anlamak için alim olmaya gerek yok..

neysse,, bir de gizli bi klanımız var: Açıkçası filmin en yaratıcı olduğu alan da bu klan: Açıkçası aksiyonist okumalar da yapmak da isterdim kendileriyle ilgili, ve fakat film bunu taşıyamayacak kadar sığ..
Read more

Dancer In The Dark (ve biraz da Stroszek..)


Gore/işkence pornosu seçkisinde Dancer In The Dark'ın ne işi olabilir?? Cinayet sahnesi yüzünden değil tabii ki: Asıl sebep filmin duygusal bir porno olmasından kaynaklanıyor.. Seçkiye ayrı bir tat ve doku katacağını düşündüğüm için yer veriyorum..
Stroszek'in ne işi var peki?? Onu da karşılaştırmalı okuma yapmak için seçtim, zira, iki film de benzer tema/lar üzerine odaklanıyor, ama bir porno değil.. O zaman başlayalım-
o değil de ne yavşak bir giriş yaptım..

Öhm, '00 yapımı Lars von Trier filmi Dancer In The Dark'ı ilk izlediğimde I've Seen It All bölümünde ve filmin sonunda delicesine ağladığımı bilirim.. Ancak von Trier'e karşı olan önyargılı tutumum ve o zamanlar Björk'ten ciddi anlamda nefret edişim filmi sevmemi engellemişti, ki, Trier(ve filmleriy..)'le kurulan bu bipolar bağı aslında seviyorum: Hem elinizin altında olmasını istiyorsunuz, hem de kötü muamele etmeyi seviyorsunuz-
trier'in seyircisiyle kurduğu ilişki de haliyle böyle olduğu için arada oluşan efendi-köle/sadist-mazoşist denge gayet tatminkar bir boyut kazanabiliyor: Her iki taraf için de.. Hem iki taraf da biliyor ki, bu ilişki taraflardan biri, birisi ölene kadar devam edecek.. Açıkçası Trier'in bu yönden provokatif olması hoşuma bile gidiyor diyebilirim kendi adıma..

neysse,, film: Genetik miras yüzünden kör olacağını bilen Selma, çocuğunu da alıp Çekoslovakya'dan Amerika'ya göçüyor: Komünist olan Selma, çocuğunu ameliyat ettirmek için para biriktiriyor, çok çalışıyor ve fakat finansal bir krize giren komşuları onun parasını çalıp olayı farklı aksettirdiği için Selma suçlu duruma düşüp, idam ediliyor..

Müzikal türünü ters-yüz eden film, sırf bu yönüyle bile takdiri hak ederken, kantarın topuzunu kaçırıp, duygusal açıdan seyircisini öyle istismar etmeye hevesli ki bildiğin pornoya dönüşüyor-
diğer Trier filmleri gibi-
çoğu türk filmi gibi..

Bir de Stroszek var: Açıkçası Stroszek'i seçme sebebim, iki Avrupalı karakterin Amerika tecrübelerinin aynı sona ulaşması..

'77 yapımı Werner Herzog başyapıtlarından Stroszek'te hapisten çıkan Bruno, fahişe bir arkadaşıyla birlikte Amerika'ya para kazanmaya gidiyor: Tıpkı Selma gibi prefabrik bir evde kalan Bruno, Amerikan Rüyası'nın öyle filmlerdeki gibi olmadığını tecrübe edip, finalde intihar ederken, fahişe arkadaşı Eva, Amerika'da nasıl "ayakta.." kalınacağını öğrendiğinden mutlu sona ulaşabiliyordu..

Evet, Amerikan Rüyasını yerle bir eden sadece bu filmler değil, ama Selma'nın idamının aslında bir intihar oluşuyla, Bruno'nun intiharı birbirine çok yakınsıyor: Selma Bill'e söz verdiği için mahkemede sessiz kalırken, Bruno da benzer bir sebeple "tutunamıyor.."

Ancak iki filmin de ayrıldıkları nokta var, o da tutturdukları duygusal tonlar: Dancer In The Dark ele aldığı meselesini ne kadar sulandırıyorsa, Stroszek o kadar mesafeli durmayı başarabiliyor: Buna da tercih ya da meziyet diyebiliriz..
Read more

Ginî Piggu Olayı: Senritsu! Shinanai Otoko, Manhôru No Naka No Ningyo, Nôtoru Damu No Andoroido, Pîtâ No Akuma No Joi-San


Masayuki Kusumi'nin yönettiği serinin üçüncü filmi, Senritsu! Shinanai Otoko, ya da İngilizce adıyla He Never Dies, en saçması olarak hakikaten diğerlerinden farklı olduğunu ortaya koyuyor: İçine kapanık, işyerinde başarısız olan ve sürekli iş yüklenen/terslenen, yalnız yaşayan Hideshi'nin intihar çabasına odaklanan film, onun "ölemediğini.." fark etmesiyle ayrı bir boyut kazanıyor.. Önce bileğini kesen, sonrasında koluna kalem sokan, sonra bileğini yerine "bantlayan.." Hideshi, arkadaşı ziyaretine geldiğinde onu şakağına sapladığı gönyeyle karşıladığında "Elvis.." şaşırıyor haliyle: Ancak bunun bir şaka değil gerçek olduğunu anladığında işler çığrından çıkıyor.. Elvis'in arabada bekleyen sevgilisi eve geldiğindeyse kafası kesik Hideshi'yi konuşur halde buluyor vs..

Filmde bir de anlatıcı var: Rocky Horror Picture Show'daki anlatıcının parodisi mi desem, gerçeği mi desem karar veremediğim bir şekilde masadaki objelere varana kadar (dünya bile var, evet..) handiyse "aynı.." bir mizansenle farklı bir adamı hitap eder halde bulmak, filmin en "ilginç.." ayrıntısı haline geliyor ister istemez..

Hideshi Hino'nun yönettiği dördüncü film, Manhoru No Naka No Ningyo serideki en çok sevdiğim film: Yönetmenin kendi mangasından uyarladığı filmde, karısının ölümüyle boğuşan bir şizofren bir ressamın çocukluğunda karşılaştığı deniz kızıyla yeniden karşılaşması ve sonrasında yaşananları anlatıyor: Vücut dışında oluşan tümörlerin giderek yayılması karşısında ne yapacağını şaşıran adam, çaresiz bir şekilde sona yaklaşıldığında onu öldürüyor-
ancak soruşturmada, kendi eşini öldürdüğü ortaya çıkıyor: Ressamın zihninde ve tuvalinde birbirine bağlanan/karışan iki kadın imgesinin yanında, finalde şöyle bir soru da var: Peki ya o hiçbir balığa ait olmayan ve ressamın evinde bulunan pul ne olacak??

Serinin öykü çatısı en iyi oluşturulmuş filmi olan film, görsel açıdan da zaman zaman çok etkili oluyor: Özellikle solucanların cirit attığı sahnelerde.. Bunun dışında bazı seyirciler için zorlayıcı olsa da, serinin mainstreame en çok yaklaşan filmi..

Kazuhito Kuramoto'nun yönettiği Notoru Damu No Andoroido'ysa teknik açıdan fecii berbat bir film.. Kız kardeşini iyileştirmek isteyen fecii zengin bir mucidin hikayesine odaklanan film, Notre Dame kadar Frankenstein'a da yakınsıyor.. Beni hiçbir şekilde etkilemeyen filmin en komik anı, adamımızın cesedin üzerine propları yerleştirirken kadın memesinin "aslında.." yumuşak olduğunu fark ettiği an.. Osilaskobu filan "süper sonik teknolojik.." diye yutturmaya çalışan bir filmden bahsediyoruz.. Hımm.. neysse,,

Serinin Hajime Tabe yönetimindeki son filmi Pita No Akuma No Joi-San'sa kendini komik sanan filmlerden: The Simpsons'taki Marge saçlarına sahip bir travesti doktorun (ama lisanssız..) tedavilerini izlediğimiz filmde Psycho parodisi filan yapılıyor da, cidden katlanılması mümkün değil bence: İzlerim diyorsanız da siz bilirsiniz..
Read more

Ginî Piggu Olayı: Akuma No Jikken, Chiniku No Hana


Çeşitli yönetmenlerin çektikleri 6 orta metraj filmden oluşan Gini Piggu serisi 5 yıla yayılan bir mockumentary: Grafik şiddet içermesine rağmen snuff dedikoduları çıkmakta gecikmemiş, hatta Charlie Sheen FBI'a başvurmuş, ancak "zaten.." film yapımcıları hakkında soruşturma devam ettiğinden kendisine "ilgileniyoruz.." bilgisi verilmiş.. Yönetmen ve ekip her ne kadar aklansa da, film/ler../in snuff izleme dürtüsüne hizmet ettiği de açık..

[Flashback..]
Henüz bu seriyle tanışmadığım zamanlarda, şöyle bir yazı yazmıştım:
"benim tesis filmiyle keşfettiğim bi olguydu şu snuff denilen nane/halt/bok: bu türün ne olduğundan ziyade, bu tür filmlerin etkilerinden/özlemlerinden bahsetmek lazım biraz..

cannibal holocaust'taki cesedin de gerçek olduğu iddia edilir misal, dedikodu olduğu açıkça belli olsa da, bu film özelinde ve başka mecralardan (çocuk pornografisinde de bu tür dedikodular dolaşmakta, aynı şekilde bazı snuff-pornolar da çekildiği) bazı çıkarımlar yapılabilir:

şiddet ve cinsellik, evet insanın sürekli bastırmaya çalıştığı duygulardan ikisi, filmlerde cinsellik sorunu aşılmasına rağmen, şiddet hep grafik olarak kalmıştır: bunda sinemanın oldukça geç ortaya çıkmasının etkisi olduğu muhakkak: zira sinema insan öldürmenin herhangi bi yaptırımının bulunmadığı zamanlarda ortaya çıksaydı eğer, bu konuda da filmler çekilebilirdi-
hayvan öldürme ise sinemanın sıklıkla başvurduğu bi yöntemdir misal..

ancak, bi dürtü var ve bunlar engellenemiyor: çocuk pornografisi ne kadar yasaklanmaya çalışılırsa çalışılsın, cinsellik yaşının 18'den düşük olduğu ülkelerde bu tür materyaller üretiliyor; snuffta da bu böyle, hatırlıyorum bi ara iki askerin birinin boğazını kestiği video ortalıkta dolaşıyordu..

kanuni yaptırımlar sonucunda önü kesilmiş bir alanda bu açlığı gidermek içinse grafik şiddet gittikçe daha uç noktaları deniyor, istismara dönüşüyor.."
ug tek, 29.06.'07, ekşi sözlük..

Evet, insan öldürmek bir suç ve bunu gerçekleştirmek/izlemek isteyenler için tek alternatif giderek uç noktalara taşınan örnekleriyle gore sinema oluyor.. Gini Piggu da özellikle ilk filminde buna yönelik bir görüntü yönetimiyle karşılıyor bizi: Belki bütçe kısıtlamaları, belki bilerek ortaya çıka/rıla../n ucuz ev videosu tadındaki görüntüler, kesinlikle filmin hanesine + olarak yazılmalı..

Satoru Ogura'nın yönettiği ilk film Akuma No Jikken, bir grup gencin bir kadına uyguladıkları işkenceleri konu alıyor: Yapılan işkenceler ırasıyla, tokat, tekme, kerpetenle deri sıkma, asılı bırakma, sandalye üzerinde döndürme, igğrenç bir gürültüyü 24 saat aralıksız dinletme, tırnak çekme, kızgın yağla kol yakma, kurtçukları vücuduna atma, et ve sakatat parçaları fırlatma, çekiçle eline vurma, ve en sonunda gözü iğneyle delme-
oyuncuların hepsi inandırıcılık sorunu yaşasa da, işkence gören ablamız sadece gürültü dinleme bölümünde inandırıcı olabiliyor.. Filmin grafik açıdansa en başarılı olduğu an tabii ki finaldeki göz sahnesi: Gerçekten süper..

İkinci film, Chiniku No Hana'yı da Hideshi Hino yönetiyor: Serinin en bilindik filmi olmasının sebebiyse, adı geçen snuff dedikoduları ve Sheen'in ihbarı.. Ya açıkçası filmin bir yerinde (sol kolun kesildiği sahne..) efektler öylesine sırıtıyor ki, insan ne dese bilemiyor sahiden..

neysse,, bir samuray seri-katilin cinayetlerinden bir tanesini izlediğimiz Chiniku No Hana, estetik kaygılara da sahip, belli başlı/circle kurgulu bir hikayeye de: Yakaladığı kadınları (muhtemelen..) eterle bayıltıp, sonra verdiği uyuşturucuyla adeta paralize eden samurayımız, önce eller, sonra kollar, sonra bacaklar, sonra bağırsak ve iç organlar, sonra da kafayı kesip, en sona kadının en "değerli.." mücevheri, gözü bırakıyor.. Ceset koleksiyonunu filan görüyoruz sonrasında..

İkinci film, her ne kadar daha bir "in.." olsa da, açıkçası ilk filmdeki göz sahnesi tüm filme (hatta külliyata..) bedel olduğu için ilk film, bana her zaman daha "iyi.." geliyor: Ayrıca migren ataklarından mustarip olanlar için film, ciddi bir özdeşlik de kurduruyor..
İkinci filminse tema müziği son derece başarılı..

Kohut, sadizm için "özünde narsisistik yaralanmayı telafi çabasıdır.." derken tam da bunu kastediyordu, ama işte lazım :))
Read more

À L'intérieur


Amerika sinemasında Post-Vietnam Sendromu'nu sadece öyle tribal film karakterlerinde görmüyoruz.. Korku filmlerinin '70 ve '80'lerdeki abartı gore filmlerde de izi sürüldüğünü biliyoruz.. Hatta şu son dönemde iyiden iyiye ortalığı (ve mideleri..) sallamaya başlayan gore-ötesi işkence filmleri/pornolarının da 11 Eylül travmasının dışavurumu olduğunu da..

Hah işte, Fransızların durup dururken böylesi "gore.." filmler çekmesini neye bağlamalıyız?? Açıkçası akla ilk '05'te patlak veren göçmen isyanları geliyor.. Bu tabii işin teorik okuma kısmı.. Hatta ben de gayet bu fikri benimsemiştim, ta ki Fransız bir gazeteciyle (kendisi referandumu izlemek için gelmişti Türkiye'ye ve hala burda..) yaptığım konuşmaya kadar-
kendisine "abi neden 'bu..' tür filmlere merak saldınız bir anda: Biz sizi kafede oturup, sürekli sigara içen ve saçma muhabbetler yapan stereotipler olarak tanımıştık halbuki.." soruma, her şeyi özetleyen o en kısa kelimeyle cevap verdi: Para.. "Hımm, ok.." diye ikna olmuş gibi görünsem de, o an hala "göçmenlerle ilgili önyargılarınız bilinç düzeyine çıkıyor.." minvalli düşünüyordum ve fakat, bu fikre de alışmaya başladım-
ki, benzer bir dönüşümü İspanyol sinemasında da görmekteyiz: Bu ülkeler (de..) dünya film piyasası trendlerini çok yakından takip etmeye başlayıp, pastadan pay almak istiyorlar: Açıkçası bunun en sevindirici yanı, Fransızların 3. sınıf erotik saçmalıklardan kurtulması oldu ancak, bir İspanyol sineması gibi yeri geldiğinde dünya sinemasına yön verebilen örnekler çıkaramadılar-
gerçi ülke sineması uzun süreden beri sıkıntıda ya, neysse,,

'07 yapımı Alexandre Bustillo ve Julien Maury filmi A L'interieur da bu new-gore akımının Fransa'daki öncülerinden bir intikam filmi.. Fallik objelerle birbirine saldıran iki kadının bebekleri üzerine karşılaşmaları zaman zaman saçmalık boyutuna gelse de (polis memuru zombi mi oldu yani??), az biraz daha uğraşılsa çok güçlü olacak atmosferi sebebiyle kendisini izletiyor-
"hep daha fazla.." diyen gore-teşneleri için bunlara da gerek yok tabii, organlar parçalansın yeter :))

Filmin hikayesiyse şöyle: Bi kadın ve kocası araba kazası yaparlar: Kazadan sadece hamile Sarah'nın kurtulduğuna inanıp 4 ay sonrasından hikayemiz devam ediyor: Sarah doğum-öncesi depresyonu/tribi sebebiyle "son gece.."sinde yalnız kalmak istiyor ve fakat tam da o gece kazadan kurtulan diğer Kadın devreye girip, Sarah'nın kazada ölümüne sebep olduğu bebeğinin intikamını aynı yöntemle almak istiyor..
Beri yanda film, periyodik olmayan aralıklarla göçmen isyanlarına yer veriyor.. Böylesi bir filmde politik meselenin işi ne?? diye sorduğumda karşıma şu çıkıyor..

Filmdeki iki kadın ve bebek/ler de metafor: Sarah Fransa'nın kendisi, Kadın'sa göçmenlerin temsilcisi: Filmin açılışını Fransa'nın "kirli.." geçmişi olduğunu kabul edelim.. Biriken öfkenin akacak mecrasını bulması gerekiyor.. Fransızlar şehir merkezlerinde kendilerini güvende hissederken, Sarah da aynı hissi evinde yaşıyor.. Ta ki "dışarıdan.." gelen bir tehdite kadar.. Kadın, geçmişin gölgesi gibi (kıyafeti bu açıdan manidar oldukça..) Fransa'nın üzerine çöreklendiğinde karşı koyuyor: Yüzleşme ancak işler çığrından çıktığında başvurulan bir yöntem olduğu için, sürekli mücadele içinde izliyoruz iki kadını: Sarah'nın hamile olması, ona acımamıza, onun yanında olmamıza sebep oluyor-
olaylar sürerken haberlerin çoğunun Fransız kaynaklardan dünya basınına geçildiğini düşünebiliriz muadil olarak..
Ve film umutsuz bir finale sahip: Dahası bu okumayı sürdürürsek, bildiğin zenofobik: Fransa'nın ölüp, geleceğe "dışarıdan.." gelenlerce yön verileceği gibi bir finali var: Üzülüyoruz Sarah'ya: İstenen de bu: Çünkü o "bilerek.." işlemedi o "suç.."u..

[Çok dağıldım -yine..]
Başka bi "abartı.." yorumla devam edicez :))
Read more

Slaughtered Vomit Dolls


[Rehabilite dönemi..]

Lucifer Valentine'ın '06 yapımı filmi Slaughtered Vomit Dolls, hakikaten de her mideye (izleyici demedim..) göre olmayan, yönetmeninin n/ickinden film ismine, kamera hareketlerinden diyaloglarına, görüntülerinden mizansenlerine, işkence ve kusma sahnelerinden ses bandına kısaca her şeyiyle çok ama çok aşırı bir film.. Film bile demeye dilim varmıyor açıkçası, zira, uzun bir video-art çalışmasını fazlasıyla andıran filmin, mecra olarak neden sinemayı seçtiği de ayrı bir soru/n.. Cidden abi "neden sinema??"

Bir yanda yönetmenin satanist manifestosu, diğer yandaysa blumik bir striptizcinin hikayesi.. Bu iki hikaye bir araya geldiğinde görece izlenir de, yönetmen kendisini bir türlü tutamıyor.. Yönetmen kendisini o kadar ciddiye alıyor ki, en uzun planı ~10'' bile zor sürüyor.. Dogma'ya rahmet okutacak bir kamera kullanımı da işin içine girince filmi görsel açıdan izlemek gerçekten zor bir deneyime dönüşüyor-
iltifat olarak söylemedim bunu: Yani karşımızda Irreversible'ın bar sekansı gibi bir kaotik bir güzellik yok..
Ne var?? Gerçekten fazlasıyla kasılmış/-tırılmış bir görüntü yönetimi var: Berbat kelimesinin bile karşılayacağından şüpheliyim, ahah..
Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, ses bandında satanic-voice-over var: Oyuncuların seslerini yavaşlatarak "koyu.." tonlar elde etmeye anlaşılan pek bayılan yönetmenimiz, işin ucunu bir türlü tutturamamış-
misal, açılış bölümündeki o manifesto bölümünde "şık.." durmasına rağmen, sonradan bildiğin sıkıyor, bayıyor, "öf, yeter ulan!!" dedirtiyor..

Öhm, neysse,, filmin hikayesiyse şöyle-
dvdsindeki açıklama olmasaydı, bunu bile yazamazdım -cidden: 19 yaşındaki striptizci kızımız Angela, adını söyledikten sonra dişlerini birbirine vurmaya başlıyor istem dışı: Kalçaları morluklar içinde ve balerin olma hayalindeki Angela, bir fahişeye "dönüşüyor.." Uyuşturucu (da..) kullandığı ortada olan Angela'nın bir başka problemi de (muhtemelen -yine, uyuşturucudan kaynaklanan..) blumia ve (-yine, uyuşturucudan kaynaklanan..) halüsinasyon/paranoya sorunu var-
metamfetamin, eet-
filmde uyuşturucunun lafı bile geçmiyor..
Ayrıca, üç "infaz.." da izliyoruz filmde: İkisi '94, biri '02 tarihli.. Son derece kötü bir efekt tasarımına sahip bu sahnelerden en "güzel.."i, '02 yılına ait olanı..

Periyodik olmayan aralıklarla kusulan filmde, bazı mizansenlerin kurgulanışı yüzünden, yüzünüze kusuluyor.. Bazı kusmuklar gerçek değilken, bazıları gerçek filan..

Aslında yönetmen saçmalamasa, filmle alakası bile olmayan kişisel düşünce/inançlarını zorla enjekte etmeseydi (ki, Satanist manifestodan ziyade delüzyonal bir ergen karalamasına benziyor söylenenler..), üzerine de içeriği taşımaktan ziyade "eh, ilginçlik olsun hocu: Hem sanatsal görünür.." minvalindeki eklemlenmiş kamera hareketlerini, ses miksajını filan dengeleyebilse ve ana konusu olan striptizcinin fahişeye dönüşümüne odaklansaydı, ortaya gerçekten etkili bir film (hatta yarı-belgesel..) bile çıkabilirdi.. Çünkü film merkezindeki konuyu teğet geçmeye öylesine hevesli ki, hiçbir şey söylemiyor.. Kaçan büyük bir fırsat bu açıdan Slaughtered Vomit Dolls..

neysse,, animasyon sonrasında böyle bir filme ihtiyacım vardı benim: Devamı da gelecek, ahahha..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.