Antichrist'a Önyargılı Bi Okuma ve Solyaris..


Lars von Trier'in son filmi Antichrist, hakkaten deli işi bişii.. Oyunculuklar ve atmosfer müthiş, daha ilk sahnesinde içine çekip, müthiş bi deneyim yaşatıyor ve bu adam bunu hep yapıyor..

Filmin hikayesini lineer olarak kısaca anlatırsak: Anne ile baba sevişirken, çiftin çocuu intihar eder ve anne bu travmayla başa çıkamaz: Tedavi görür, ardından kocasıyla korkusuyla yüzleşmek için Eden'a giderler: Orada gerçekleri öğreniriz, kadın çocuunun ölümüne izleyici kalmıştır, hem kocasını hem kendini cezalandırır: Kocası kadını öldürür.. Film biter..

Daha prologda aslında, Trier, mesaj veriyor: Çift sevişmeye başladıktan kısa bi süre sonra cam açılıyor rüzgarla.. Ve uyanan çocuk, sandalyeyi çekip, kendini boşluğa bırakıyor-
sonraki sahnelerde flashbacklerle kadının olayı gördüğünü de anlıyoruz..
Filmde rüzgarın estiği sahneleri tam hatırlayamıyorum ama, kullanılışı tesadüfi diil: Rüzgarın habercisi olduğu kötü (başta adını koyamasak da, sonradan öğreniyoruz..) bişii var..

Yas ve acı bölümünde de keza: Kadın ağlıyor, çok ağlıyor, kendini suçluyor, kafasını klozete vuruyor: Ve fakat, climaxe doğru itiraf ediyor: "Ağlayan kadın hile yapandır.." diye-
trier'in duygusal pornolarını "dram.." diye yutturmasına alışkın olan bizler için, çok da şaşırtıcı bişii diil bu..

Umutsuzluk ve üç dilenci bölümlerindeyse, çiftin sevgisinin nefrete dönüşümünü izliyoruz: Film, başından beri manipüle ettiği seyirciye bu bölümlerden itibaren bilgilerini vermeye başlıyor: Devreye giren Okültizm, filme yeni kapılar açsa da, diğer taraftan Trier'in aynı şeyleri yeniden tekrarlamak için bulduğu bi yöntem olduğunu düşündürüyor..

Bu bağlamda, Okültizm'e geçmeden önce, önceki Trier filmlerinden ikisini kısaca anmak lazım: Breaking The Waves ve Dogville: Bu filmlerdeki kadın ve erkek karakterler birbirlerinin aynısı: Bess, kocasının isteğiyle (basit bi fantezi ya da "karısının iiliğini düşünen koca.." imgesi olarak dursa da..) diğer erkeklerle sevişmeye başlıyor: Dogville'deki Grace'se, yakalanmamak için kasaba erkeklerinin isteklerine boyun eğiyor: Kabulleniyorlar-
kabullenmek önemli donemiz: Çünkü Antichrist'taki kadın cadıya "dönüşmüyor..", zaten (her kadının..) içinde bulunan cadılığı "kabulleniyor.."-
kadın cinselliğinin erkek egemen sistemin tasarrufuna alınmasıysa insanlığın tarihiyle yaşıt olduğundan pek girmiycem..

Ama kadın/lık ve Hıristiyan kültüründeki cadı kavramı incelenmeyi hak ediyor: Cadı ve büyü/büyücülük birbirinden ayrılmaz kavramlar gibi görünse de, antropolojide her zaman birlikte görülmezler: Misal, Türkiye'de (genellersek İslam coğrafyasında..) büyü, nazar (kötü göz..), hatta hortlak/cin gibi inançlar olmasına rağmen, Hıristiyan kültüründeki gibi bi cadı/lık inancı yoktur-
keza Bushmanlar ve Andaman yerlilerinde de büyü inancı olmasına rağmen, cadılık geleneği yoktur..
Büyücü, istek üzerine büyü yapar/hazırlarken, cadı sadece kendi çıkarları için büyü yapar..
Hıristiyanlıkta tüm cadılar kadındır-
neden olduğunu işlemeye gerek yok sanırım: Filmin, işi gelip cadılığa bağlamasını başka bi yönetmen olsa bu kadar büyütmezdim ve fakat yönetmen Trier olunca didikleyesi geliyor insanın..
Cadılıkla mücadelenin el kitabı Malleus Malifecarum cadıların "cadı olduklarını.." itiraf etmeleri için uygulanacak yöntemler yazar: Bunlar sırasıyla, tatlı dil, tahkir, korkutma ve ağır işkence..
Filme geldiğimizdeyse, koca bu yöntemleri farkında olmadan uyguluyor..
Tatlı dil: von Trier erkeklerinin başka bi özelliği: Breaking The Waves'teki koca, Dogville'deki Tom ve bu filmdeki erkek aynılar: Öylesine iiler ki, tüm suç kadınların üzerine kalıyor.. Ekstra bişii yapmalarına gerek yok..

[Çok dağıldım galiba..]
Filmin başında gayet erotize ve estetize bi biçimde sunulan sevişme, film ilerledikçe giderek sadistik bi ton kazanıyor: Isırma eylemi, tokatlanma isteği/eylemi derken, kastrasyon ve klitoris kesmeye uzanıyoruz: Ve üç dilenci geliyor-
koca, hepsiyle karşılaşmıştı önceden..
Kadın, kocasının penis ve taşaklarına eline geçirdiği bişiiyle vuruyor: Kastrasyonda amaç, erkeği sperm üretemez hale getirmektir: Yani illa Osmanlılar gibi penis kesmeye gerek yok.. Sembolik bi idam filmde izlediğimiz: Penis hala erekte ve kadın ona mastürbasyon yapıyor-
amacı kendi zevki diil, eğer öyle olsaydı, penisi vajinasına sokardı..
Mastürbasyon sonucunda kan geliyor adamın penisinden: İdam edilen erkekler idam sırasında "son kez.." meni boşaltırlar: Kadının kocasına verdiği mesajsa şu: "Penisin yok: Artık ölüsün.."

Bi klitoris, iki diyeti ödüyor: Çocuun ölümüne sebep olan "zevk..", erkeği kastraste etmenin vicdan azabı: Üzerine de, Hıristiyanlıkta seksin zevk için diil, doğum amacıyla yapıldığını eklediğimizdeyse kadının neden vajinasını/rahmini diil de, klitorisini hedef aldığını anlamak daha da kolaylaşabiliyor..

Solyaris meselesi: Filmi izlerken aklıma hiç Tarkovsky gelmemişti açıkçası-
çünkü atmosferi başka bişii düşünmenize izin vermiyor hakkaten.. Ve fakat filmin sonunda Tarkovsky'ye adandığını okumamla, aklıma sadece Solyaris geldi..
Benzeyen oldukça "fikir.." var iki filmde: Eden'ın Solyaris olduğu açık: Çünkü iki yerin de fiziksel ve mental etkileri birbirine benziyor: Solyaris'te Kris (ve diğer herkesler..) bilinçaltlarından gelen imgelerin gerçekleriyle karşılaşırken, Antichrist'ta "chaos reigns.." diyen tilkiler (ki Wiki'den aldığım bilgiye göre von Trier, bizzat, şahsi, kendisi söylemiş o repliği..), kadının ayağını yakan çimenler, kaynağı belirsiz ağlama sesleri var..

İki filmdeki erkek karakterler de kadınlarını seviyor ve onlara inanıyorlar: Sonradan durum değişiyor tabii, Kris, ölen karısının yeni suretine inanmayı sürdürürken, Antichris'taki koca bundan vazgeçiyor..
İki filmdeki kadınlar da erkeklerini seviyorlar ve fakat, bu sevgi stabil diil-
iiden iiye -iice, erkekle kadının farklı yaratıklar olduklarına inanıcam bu gidişle: Sevildiklerine dair şüphe duyuyorlar, bu konuda çoğu zaman onay bekliyorlar, diğer kadınları tehdit olarak görüyorlar, kendilerini cezalandırmaktan çekinmiyorlar.. Ama finalde ikisi farklı yollara savruluyor: Solyaris'te Hari, Kris için yeni bi "gerçeklik.." inşa etmek için kendini feda ederken, Antichrist'taki kadın yaptıklarının cezasını çekiyor..

Üç dilenci geliyor: Koca elleriyle boğuyor kadını, sonrasında yakıyor: Ve von Trier, "cadılar cezalandırılmalı.." diyor-
eğer şu hikayeyi, cadı/lık alt-metniyle sunmasaydı, basit bi suç-intikam filmi olarak görebilirdim: Ancak, önyargılı bi okuma bu ve tüm olanaklarımı kullanıyorum, ahah.. "Tüm kadınlar cadıdır.."a çıkan bi final sonrası (kadının "kadın vücudunu doğa yönetir, yapman gereken şey sadece doğayı kabullenmek.." repliğini hatırlayın..), epilogda kimliksiz hale getirilmiş yüzlerce cadı (ruhu..) görmek, fecii derecede can sıkıyor..
Read more

Cache


aile.. anne, baba, çocuk.. okul.. tv.. yayınevi.. sokak.. bi kaset.. beyaz poşet.. yves'lerde geometri.. akşam yemeği.. "merhaba anne.." karanlıkta bi çocuk.. bi resim.. bi kaset.. yüzme dersi.. arkadaş grubu.. reenkarnasyonla ilgili bi şaka.. zil.. kan tüküren bi çocuk.. bi kaset.. çocukluk evi.. "bahçede oturup oturamamanın yalnızlığınla bi ilgisi yok.." şüphe.. anne.. lenin bulvarı.. "bilmiyorum.." 47 numara.. tehdit.. gözyaşları.. bi kaset.. "özür dilerim.." sinema.. pierre'le dertleşme.. euronews.. "pierre'e sor, o herr şeyi biliyor.." suçluluk.. eminem.. yüzmede birincilik.. asansör.. tuvalet.. "şu sahte kibarlıktan vazgeçer misin??" iki hap.. boğazını kesen bi adam.. başı kesilen bi horoz.. horozun başını baltayla kesen bi çocuk.. babasının horozu kesmesini istediğini söyleyen bi çocuk..horozun başını kendisini korkutmak için kestiğini söyleyen bi çocuk.. "gitmek istemiyorum.." diyen bi çocuk.. evden, sosyal hizmetlere zorla götürülen bi çocuk.. okul çıkışında konuşan iki çocuk: seine'de yüzen 200 ceset..
Read more

Le Temps Du Loup




[Filmin afişlerine bakarken demin fark ettim: Avrupa için hazırlanan afişlerde "A film by Michael Haneke.." yazarken, Amerika için hazırlanan afişlerde "A film by Michael Haneke: Director of The Piano Teacher.." yazıyor, neysse,,]

Filmde, her türlü asgari ihtiyacına erişimi kısıtlanmış insanların çaresizliğini ve bunun için buldukları çözümleri izliyoruz: Zaman tersine akmış gibi -bi anda: Paranın, mahkemelerin, özel mülkiyetin, benzinin olmadığı bi dönem, hiçbirinin anlamı yok: Eşyalar takas ediliyor; Bea'nin dediği gibi saatin pek bi değeri yok.. Kadınlar bişiiler alabilmek için vücutlarını kullanıyor.. Kocanı öldüren adamla karşılaştığında onu cezalandıracak bişii yok..

Sonra misal, güç dengeleri: Koslowski'yse sadece silahı olduğu için grubun lideri oluyor, olabiliyor: Çünkü seni öldürebilir.. Anne'se hala özel mülkiyet fikrinden kurtulabilmiş diil..
Bu çıkışsızlıkta kimisi çözümü dua etmekte buluyor sürekli, kimi trenin geleceğini umuyor, kimisiyse hayatta kalmanın derdinde, kimisi umursamıyor..
Benny hiç konuşmuyor, Eva'ysa konuşacak pek kimse bulamadığı (bulduğuysa yalnız ve gururlu takıldığı için..) babasına mektup yazıyor..
Haneke bu defa "rahatsız etmek.." için seyirciyle oynamıyor, belgesel/kehanetmiş gibi izliyor/duyuyorsunuz Georges'un öldürülüşünü, tecavüze uğrayıp intihar eden kadını, bebeğin ölümünü, atın öldürülüşünü, kavgaları, sinir/ağlama krizlerini, Benny'nin intihar girişimini-
-belki de, trenin gelişini..

Eva rolünde Anais Demoustier ışıl ışıl parlıyorken, Isabelle Huppert'se olağanüstü -hep.
Read more

La Pianiste


Haneke'nin en sevdiğim filmi: Öyle böyle diil..

Gayet pasif-agresif olan Erika'nın annesiyle olan hastalıklı ilişkisiyle açılıyor film.. Ardından Walter, Erika'ya aşık oluyor (ben de ben de..) ve sırf onun yüzünden konservatuvara kaydoluyor.. Erika ise cinsel tatminini peep showlarda spermli selpakları koklayarak, ya da arabalı sinemalarda başkalarını röntgenleyerek ya da kadınlığını (kendini??) keserek gideriyor: Walter'a karşı duyduğu ilgi yüzünden pasif-agresifliği devreye giriyor ve Walter'ın yakınlık kurduğu kızın ellerine zarar veriyor-
en hassas yerin neresiyse, düşmanında da o bölgeye saldırırsın..
Walter'la Erika'nın aşkı çıkmaza giriyor ve film mazoşist bi finalle bitiyor..

- Her aşkta böyle bayağılıklar vardır..

Ayrıca, sadece iki sahneye dayanarak genel bi yoruma ulaşmak istemiyorum ve fakat, Erika'nın, işemeye erotik bi anlam yüklediği açık: Arabalı sinemada seks yapan çifti gözetlerken, olduğu yere çömelip işemeye başlıyor: Anna'nın sağ eli parçalandıktan sonra, hemen tuvalete koşuyor ve işiyor-
belki de, işemek orgazmına (tam olarak cinsel anlamını kastetmiyorum: Tatmin diyelim..) eşlik ediyor..

Filmi her izlediğimde beni ağlatan sahnede, bi an var: Erika yerinden kalkıp, gardrobunu açıyor ve "bundan sonra ne giyeceğime sen karar ver.." diyor: bu sahne neden bu kadar içimi eziyor, neden bu kadar yaralıyor beni, bilmiyorum.. o an..

Erika'nın annesi (ve kendisi..) yüzünden erkeklerle olan ilişkilerinde tecrübesiz olduğunu fark ediyoruz: Walter'a (ki, hiçbi Haneke filminde olmadığı kadar kusursuz bi karakter kendisi: Hem fiziksel, hem mental..) duyduğu ilgi yüzünden çok bocalıyor, istese bile ilk adımı atamıyor.. Walter kendisine geldiğindeyse tuvalette öpüşmeyi keserek, ona mastürbasyon yapıyor: Mesleki hayatındaki sadizmi ilk cinsel tecrübesinde de uygulamak istiyor, ama sonuç alamıyor..

Psikoloji der ki: "Sadistik eğilimler mazoşist eğilimlerle yan yanadır.."-
splitting sağolsun..
Erika'nın ilk sadizm denemesi çuvallıyor, ve yıllardır başkasına açamadığı sırrını Walter'a açıyor.. Aşağılanıyor.. Öfkesini, cinsel ihtiyacını annesine "yansıtıyor.."-
ne kadar çok s/avunma mekanizmamız var böyle-
ki, annesiyle olan o sahne de içimi dağlıyor benim -hep..

Erika çıkış yolu bulmak için "normal.." davranmayı bile deniyor, ama hayır: Spor salonundaki oral seksler ona göre diil: Tecrübesizlik?? Belki, ama vücudun istemediği şeylere karşı gösterdiği tepkiler de var..
Walter geliyor sonrasında: Erika'nın istediklerini yapmak için: Ama hayır, "tam olarak.." bunu istemiyordu, el ve yüze vurmak yasaktı, oysa sen burnunu kırıyordun neredeyse, tecavüzdü eet istediği, ama "bu şekilde.." diil..

Yolunu kaybediyor Erika.. Bi bıçak yardımına geliyor: Kendini bi kez daha kesiyor..

Olağanüstü bi film.. Isabelle Huppert.. Chopin..
Read more

Code Inconnu: Recit Incomplet De Divers Voyages



Eö, açıkçası Haneke'nin en az sevdiğim filmi bu: Aklımda bölük börçük sahneler var hep: Episodik ilerleyen film 71 Fragmente Einer Chronologie Des Zufalls'ı fecii şekilde andırıyor: Çok da uzun yazmayacağım, çünkü cidden en az bunu hatırlıyorum: Bi de bu film, dvdsine sahip olmadığım tek Haneke filmi: TRT2'de tesadüfen karşılaşmıştım '08'de ağustos ayında-
hatırlatma metotları: la mort..
Hatta programın konuğu La Pianiste'i sevmediğini belirtince kızmıştım, ahah..

neysse,, filmden aklımda kalan/lar, Juliette Binoche (ve güzelliği..) ve tabii ki, kırmızı-beyaz kıyafetli bando takımının müthiş performansı..

*: Filmi yakın zamanda yeniden izlemem lazım..
Read more

Funny Games/Funny Games U.S.



Haneke'nin yönetmen olarak en sadist olduğu film bu sanırım: Özellikle kaydın geri alınması karşısında filmi ilk kez izleyen herkesler sağlam bi "ohaa.." çekmiştir, hiç boşuna itiraz etmeyin..

Her şey, iki beyaz, bembeyaz giyinmiş iki çocuun yumurta istemesiyle başlıyor: Yumurta kırıldıktan sonra Anna, "tamam sorun diil.." gibisinden şeyler söyleyecek ve yenilerini verecek kadar kibar ve fakat onlar da kırılınca bazı şeylerin yolunda gitmediğini anlıyor tabii, ve fakat her şey için çok geç.. İki genç, evin köpeği dahil tüm fertlere çeşitli "oyunlar.." oynarken, anksiyete sarıyor tüm vücudumu: Aşağılanma, işkenceler de/vam ede../rken, çıkışsızlık/boğulma hissiyle baş etmek de zorlaşıyor ve bir an önce film bitsin istiyorum.. Bitmiyor, tam "hah, bu sefer olacak galiba.." derken yeni bişii umutlarımı alıp götürüyor, o duygusal ve fiziksel terör sanki bana uygulanıyor.. İşleri bittiğinde yeni bi eve gidiyorlar.. Ki, nasıl bi fasit daire içine hapsolduğumu anlıyorum..

Filmle ilgili klasik "burjuvayı eleştiriyor, kendimizi güvende hissetmek için bulduğumuz önlemlerle aslında kendi hapishanemizi inşa ediyoruz.." gibi şeyleri yeniden tekrarlamanın anlamı yok: Arnı Frisch olağanüstü: Tam bi piç ve inanılmaz karizmatik.. Susanne Lothar da süfer..

Filmin U.S. versiyonunu izlememek için uzun bi süre direndim ben: Haneke her ne kadar "koşullar filmi çekmem için uygun: Hem Amerikalılar da rahatsız olmalılar.." diye briflese de, para için filmi yeniden çektiği aşikar: Tabii, katı kurallarını kabul edecek yapımcıyı da buldu, Naomi'yi de ikna ettiler, ve fakat film ticari anlamda tam olarak yerlerde süründü: 15 milyonluk bütçesinin 10%'unu bile zar zor toparlayabilen film sonrası, Haneke rotasını yeniden Avrupa'ya çevirdi.. Hiç hayata geçmemiş olsa çok daha ii olacaktı her şey..

Filmin bu versiyonu ilkini izleyenler için hakkaten pek de bi anlam ifade etmiyor, sosyopat çocuk rollerinde Tim Roth ve diğer abimiz (adına bakmaya üşendim..) vasatı aşamıyorlar: Naomi de..
Read more

71 Fragmente Einer Chronologie Des Zufalls



Film, bilgilendirici bi yazıyla açılıyor: Bi banka şubesinde gencin biri, birisi 3 kişiyi öldürüp, intihar ediyor.. Sonrasında film boyu birkaç kez izleyeceğimiz haber bültenine geçiyoruz..

Bi çocuun beyaz eşya taşıyan kamyonun kasasındaki yolculuğu esnasında filmin de fragmanı akıyor; sonrasında silah çalan bi adamı izliyoruz: Çocukları 39 derece ateşle yatan bi aile: Üniversitede okuyan iki öğrenci: Evlatlık edinmek isteyen bi çift: Bankada çalışan bi memur ve babası takip ettiğimiz hikayeler..

Sonradan Romanya'dan kaçak yolla Avusturya'ya kaçtığını öğreneceğimiz çocuk, kah hırsızlıkla, kah çöpten bişiiler bulmakla yaşamını devam ettiriyor-
çöpten yemek yeme sahnesinde, yoldan geçen bi araçtaki adamın bakışını ve çocuun utanıp yürümeye başlamasını, Sartre'ın utanç hakkındaki söyledikleriyle birlikte değerlendirmek lazım sanki..
Kırmızı bi mont çalıyor önce, sonra Donald Duck çizgi romanı, muz ve fotoğraf makinesi.. Sigara istiyor kuryeden, bi kere de dilenmeyi deniyor.. Polise sığınıyor sonunda..
Silah çalan adamın hikayesi filmin ortalarında son buluyor: İsteyenlere silah temin eden ve bunu yaparken de askeriyedeki görevini suistimal eden biri, birisi..
Çocuu hasta olan ve kahvaltı hazırlayan kadının kocasıysa, banka görevlisi: Zırhlı araçla şubelere para transferi yapıyor: Yemek yerken durup dururken eşine "seni seviyorum.." diyor, küçük bi tartışmanın ("bana bi daha seni seviyorum deme demedim mi??") ardından eşine tokat atıyor: Öylesine uzaklar ki birbirlerinden, yemeklerini yemeye devam ediyorlar..
İki arkadaş öğrenciyse bilgisayar okuyorlar, projeleri için puzzle geliştirip, onun origami versiyonu üzerine iddiaya giriyorlar, sonrasında daha çok Max'ı takip ediyoruz: Annesiyle konuşuyor, silah alıyor-
silah alması da -yine, Sartre'ın Erostrate öyküsüyle birlikte değerlendirilebilir, hatta daha ii olur :))
Banka memuresi ve yılgın babasının yalnızlık/huysuzluk/kıskançlıkla geçen ayrı hayatları iç burkuyor..
Evlatlık almak isteyen hatta Annie'yle anlaşmak için didinip duran ailemizse, Romanyalı çocuu evlat ediniyor..

Sonrası: her şey paramparça.. 3 kişiyi öldürüyor Max, sonrasında kendini..

Haneke'nin meseleyi toplumsal epidemi boyutunda işlediği bu film, cidden benzersiz..
Read more

Benny's Video




İster istemez Funny Games'teki Paul'un belki de ilk cinayetinin home-videosu olduğunu düşündürüyor bi yandan bu film..

Benny'nin video kiralamak, video çekmekle geçen günlerinin birinde işlediği cinayetten sonra, ailesinin kimsenin duymadığından/bilmediğinden/görmediğinden emin olduktan sonra, bunu, paniğe dahi kapılmadan örtbas etmesi, filmin özeti..

Tabii, bunu Haneke usulüne göre izliyoruz: Benny'nin işlediği cinayet ve videosu kendisi (ve tabii ki seyirci..) için o kadar olağan ki, çiftlikteki domuz kesme kaydı ve odasında sürekli dışarıyı "gözetleyen.." kayıtları gibi değerlendiriyor/uz: Ailesi de bizimle aynı fikirde: Kanıtlar ortadan yok olduktan sonra, olayın gerçekliği kalmıyor: Ailesinin düştüğü tuzağa seyirci de düşüyor: Benny'nin saçını kestirmesini travmasının dışa vurumu olarak görüyoruz, annesini çişini yaparken çekmek istemesini belki sosyopatlığına bağlıyoruz, Mısır'da olayı unutmuş gibi davranabiliyor olmasını da makul bulabiliyoruz: Çünkü o kadar sıradan ki artık ölümler, her gün onlarcasını duyduğumuz ölüm haberlerinin tepki eşiğimizi geçmeleri neredeyse imkansız..

Ancak, film Mısır'a uğradığında filmin temposu düşüyor biraz: Turistik gezi izliyormuşuz gibi..

Arno Frisch süfer ötesi tabii: Baba rolünde Ulrich Mühe de oldukça ii.. Filmin anlatım tekniğiyse Haneke usulü: Müthiş..
Read more

Haneke Filmografisine Giriş: Der Siebente Kontinent




[Eet, Haneke filmografisini incelemeye ilk filmiyle başlıyorum: Ancak, bunu yaparken, artık klişeleşmiş "rahatsız seyir..", "buz gibi anlatıma sahip..", "burjuvayı eleştiriyor.." şeklindeki Haneke denince akla gelen ilk şeyleri yazmamaya gayret edicem: Zor olacak, ama benim umudum var.. Tv için çektiği filmler (çünkü ulaşmam mümkün diil..), uzun metraj olmasına rağmen dvdsi basılmayan tek Haneke filmi Das Schloss ve son filmi Das Weisse Band -şimdilik, bu incelemede yer alamıyor malesef..]

İletişim eksikliğinden mustarip ailenin küçük kızlarının, ebeveynlerinden ilgi/sevgi görmek için, gazetede okuduğu "kör olduktan sonra ailesi çocuklarının üzerine titriyor.." haberinin ardından kör taklidi yapması; '87 yılında "ışığı kapatmasan olmaz mı anne??" cevabını almaktan bıkıp, '89 yılında artık bu soruyu sormaması, ilgi/sevgi eksikliğini kapatmak için oyuncak ayısını geçiş nesnesi yapması, derste hiçbişii yokken, zonası varmış gibi kaşınıp durması.. İnsanın içine oturuyor..
Anne-babaysa, neredeyse konuşmuyorlar, soyunmadan sadece gerekli yerleri (cinsel organlar..) açarak ilişkiye giriyorlar, anne, araba yıkama sahnesinde ağlarken, babanın tek yaptığı eliyle yüzüne dokunmak oluyor..
.. Görev bilinci böyle bişii azizim, her şey ritüel: Klozete atılan para sahnesinde olduğu gibi, resimleri/plakları/fotoğrafları tek tek: Yırtıp, kesip, kırmaları..
Sonrasındaysa, her şey paramparça: Planlanmış bi şekilde her şeylerinden vazgeçip, sahip olduklarını parçalıyorlar: Ne kadar steriller: İş eldivenleri takıyorlar, tabloları önce duvardan kaldırıp, sonra kırıyorlar..

Tüm o "her şeyden kurtulmalıyız.." hissiyatı içinde, annenin, sıra akvaryuma geldiğinde "hayır.." gibi duygusal bi tepki vermesinin ardından balıkların, oracıkta, ölmesiyse gerçekten tahammül edilebilir bişii diil.. Haneke'nin üzerine yapışan o "rahatsız seyir.." hakkaten seyirciyi köşeye sıkıştırıyor: Ki, Haneke alametifarikalarını: Hiçbi duygusal yakınlık kurmamıza izin vermeyişi, karakterlerin yüzlerinden çook çevrelerindeki eşyaları göstermesi, uzun planları birbirine bağlamak yerine episodik olarak kesmeyle birleştirmesini, müzik kullanmayışını ilk kez deneyimleyen seyirciler için gerçek bi "şok.." olduğunu tahmin etmek de çok zor olmasa gerek.. Haneke, film boyu sadece "yedinci kıta.."nın meditatif sahil leitmotifleriyle seyircisine nefes aldırıyor..

Müthiş film: Karıncalı bi tv..


Read more

Hunger




[Hazır İrlanda'dan bahsetmişken..]

Film episodik ilerliyor, bu episodları da kullanılan voice-over ayırıyor.. İlk bölümde hapishanedeki direnişi izlerken, ikinci bölümde Bobby'yle rahip arasında geçen konuşmaları ve son bölümdeyse açlık grevini izliyoruz..
Hunger her ne kadar yaşanmış bi olaya odaklansa da, sadece açılış ve finalindeki yazılarla bilgi veriyor: Onun dışında herhangi bişii öğrenemiyoruz-
yani filmin, Bobby Sands ve o dönemdeki Ira-İngiliz hükümeti arasındaki gerginlik hakkında geniş bilgi verme bi amacı yok(muş, izlediğimde anlamıştım: Gerçi bu tür beklentiler içine girme sebebimden vazgeçebilsem, dünya eminim, daha yaşanılası bi yer olacak benim için..)
Hapishane direnişinin bastırılmasıyla ilk bölüm bitiyor: Polislerin hapishaneye geldikleri andan itibaren sadece bi polisin yüzüne odaklanıyor kamera, işkencelerin başladığı sıradaysa aynı polisi ağlarken görüyoruz.. Ne şiş yansın ne kebap diyebilir miyiz, sayın McQueen??

Filmin ikinci bölümündeyse, Bobby'yle rahip arasındaki konuşmalarla plan sekans başlıyor: Açıkçası Stranger Than Paradise ve Russkiy Kovcheg gibi iki tane taptığım örneği varken, bu sahneye ayılıp bayılamadım-
ama kilise'nin "bu.." tür eylemlere nasıl baktığını anlatması bakımından gerekli, ve fakat tüm bu "teknik şov.."a değer mi, tartışılır..

Sonrasında da, filmin ismini aldığı açlık grevine geliyoruz: Bobby hapishanedeki işkenceden sonra hücresine atıldığında nasıl "huzurlu.." bakıyorsa, finalde de gözlerindeki o huzuru görebiliyoruz-
şimdi burada da, yönetmenlik açısından garip bi tercih var: Sands'in bu "huzurunun.." sebebinin ideallerine bi adım daha yaklaşması olduğunu biliyoruz..
Ancak, McQueen bu sahneye bobby'nin 12 yaşında olduğu halini flashback olarak ekliyor-
ne kadar gerekli olduğuna siz karar verin..

Hunger, hapishanede yaşananları olanca gerçekliğiyle perdeye taşıması bakımından takdire şayan ve görsel açıdan muhteşemken, ele aldığı konunun politik yönünü bikaç cümleyle özetlemeye çalışıyor, ki bu da -yaptığı tercihlerle birlikte, ne yazık ki doyurucu olamıyor.. Fassbender'se olağanüstü..
Read more

Five Minutes of Heaven



[Filmekimi'nde bu sene izleyebildiğim tek film oldu bu: Sevgili geldi filan, bi de "nasıl olsa hepsi gösterime çıkacak.." düşüncesi bi yandan, aldığım 7 biletin çöpe gitmesine sebep olacaktı ki, sevgili kişisinin işi çıktı filan.. Bugün gidip izledim..]

Filmin başında Oliver uyarıyor bizi, "Kuzey İrlanda'da çatışmalar nedeniyle 3000 küsur insan öldü: Bu, kaynağını iki kişiden alan kurgulanmış bi hikayedir.." diye.. Alistair, Ulster Volunteer Force üyesi bi genç, bi suikast planlıyor; ve bağlı olduğu yerel liderden onay aldıktan sonra, bi akşam üzeri Jim'i öldürüyor: Hesapta olmayan şeyse şu: Top sektiren Joe.. Göz göze geliyorlar ve ikisi de birbirlerini asla unutamıyorlar..

Alistair, 12 yıl hapiste kalıyor, sonrasında tahliye oluyor ve bi tv programına konuk olmayı kabul ediyor: Joe da.. İkisinin çekim yapılacak yere götürülmelerini paralel kurguyla izliyoruz: İkisi de gergin ve fakat, bununla baş etmek için kullandıkları s/avunma mekanizmaları farklı.. Yıllarca annesi tarafından "abini sen öldürdün.." diye ezilen Joe, bununla başa çıkmakta zorlanırken, Alistair, oldukça sakin..

Karşılaşacakları anda, asıl amacı Alistair'i öldürmek olan Joe, çekim yapılacak evi terk ediyor.. Bi hafta sonra Alistair "şu kafedeyim.." diye yazdığı notu Joe'a ulaştırıyor.. 37 numaralı dairede karşılaşıyorlar..

Bu mütevazi filmi beğendim: Overactinge pek de izin vermeyen dengeli oyuncu yönetimi, minimal sanat yönetimi filmin en büyük artıları.. Reality show sektörüne attığı esaslı tokat da cabası.. Liam Neeson rolünün gereklerini yerine getirirken, James Nesbitt ışıl ışıl parlıyor..
Read more

Das Experiment




Önce klişe olanlar:
i) Gerçi bu türden çok fazla erkeğin birarada olduğu (asker/savaş/yatılı okul/hapishane vs..) yerlerde sıkça karşılaştığımız şeyler:
Misal, öğreten adam/çaylak ilişkisi: Ki, bu türden filmlerde hep soğukkanlılığını koruyan "ağar.." abiyle, çaylağın ilişkisi bana fenalıklar getirtmekte-
ama hakkını veriym: Christian Berkel cidden ötesi karizmatik: Bi de, Udo Kier'e benzettim nedense, ahah, neysse,,
ii) Eşcinsellikle ilgili şakalar (ne gerek var abicim??)
iii) Aşırı bi dost olma hali: vV o dost öldüğünde yaşanan kayıp hissi-
size ne kadar etkileyici geliyor, bilmiyorum ama, sıkıldım ben bunlardan: Cidden..

Diğer şeyler:
i) İzlediğimiz bi belgesel diil: Yani sözkonusu deneyi -yeniden, bire bir canlandırma gibi bi derdi yok: Kurgu.. Zira filmdeki "abartı.."ya kaçan tarafları makul görmek için bunu akılda tutmak gerekiyor (mesaj kaygısının dibini bulmak..)
o abartılar neler:
ia) Deneyi sadece 3 kişilik bi ekibin yönetiyor oluşu..
ib) Profesörün 3. gün sonunda kurul toplantısı için şehir dışına çıkması..
ic) Deneyin sonlandırıldığını söyleyen ablayı gardiyanların ciddiye almaması..
id) Black boxtaki tornavida..
ie) 2 kişinin öldürülmüş, bikaç tanesinin yaralanmış olmasını ve bunlar olurken kimsenin polise vs..ye haber vermemesi filan..
Bunlar, gerilimi artırmak için uygulanan trükler: Diyelim deney, kontrolden çıktığı gün sonlandırılsa, film bitecek-
ki -yine, Funny Games/Irreversible misal (bu tür konuların bahsi açılınca sıkça adı geçtiği için verdim bu iki örneği..): Üç filmde de, "kurban.." durumunda olanlarla eziyet edenler arasına 3. bi faktör (deneyin sonlandırılması/tecavüz sahnesinde alt geçitteki adamın olayı görmesine rağmen geri gitmesi/aileye çeşitli işkenceler yapılırken kimsenin yardıma gelmemesi vs..) girmiyor.. Çünkü eğer girerse, bu film/ler, anlatmak/göstermek istediklerini anlatamaz/gösteremezler: O yüzden bu tür şeyleri filmin zaafı olarak görmüyorum ben..
ii) Dora mevzuu: Hakkaten zorlama-
bağımlı kişilik bozukluğundan mustarip olduğunu düşündürecek kadar..
iii) Finali: Cidden onca kaosun ardından, böylesi "romantik.." bi final, bi siktir git dedirtiyor..

Film, eet erk konusunda yeni bişiiler söylemiyor, çünkü insan doğası/nedensiz şiddet/erkin kullanılması üzerine bissürü anlatı var: Yine de Oliver Hirschbiegel'in müthiş yönetimi insanı geriyor..
En çok gerildiğim sahnelerse, teü, Jutta'nın "deney sonlandırılmıştır.." demesine rağmen, gardiyanların onu dinlemedikleri, soyup, aşağıladıkları ve sonunda da hücreye tıktıkları sahne ve -yine, kendisine yönelik tecavüz girişimi..
Sonuçta güzel film, sevdim ben: Tabii, bunda "özellikle.." rol oynayan faktörlerden ikisi de şu:
i) Moritz Bleibtreu ve dudakları-
o kadar güzeller..
ii) Moritz Bleibtreu ve ağzının sol yanıyla gülümsemesi-
böyle bi fetişim var benim yaa..

*: Tarek'in gazeteci olarak yapmaya çalıştığının daha bi hard versiyonunuysa çok daha önceden C'est Arrive Pres de Chez Vous mockumentarynin ironik sularında yapmıştı tabii, bunu da not etmek lazım..
Read more

Kurt Cobain About A Son




'06'da !f bünyesinde izlediğimiz AJ Schnack'ın yönettiği belgesel: Kurt'ün hayata bakış açısını, onunla yapılmış farklı röportajlar aracılığıyla, kendi sesinden kulaklar önüne seriyor-
göz önü meselesine gelicem..
Kurt, kendisinin -Superman gibi, başka bi gezegenden geldiğine inanıyor.. Hatta belgeselde bana en çok dokunan anlardan biri olan Aberdeen'deki fabrika avlusunda koşarken de süper kahramancılık oynarmış.. Chris'le tanışmasını anlatıyor, Olympia günleri başlıyor ardından..

Başlangıçta gayet keyif veren bi ortamda olduğunu düşünürken, bi zaman sonra sıkılmaya, bunalmaya başlıyor.. Ardından da Seattle günlerine geçiyoruz.. Uyuşturucu problemleri, mide problemi, Courtney-
ki, ne kadar da Nancy Spungen'e benzediği filan..
Nirvana'yı bırakmak istediğinden, gazetecilere karşı beslediği öfkeden.. Courtney'i ne kadar çok sevdiğinden bahsediyor..

Belgeselse oldukça sıkıcı bi görselliğe sahip: Meditatif bi etkisi olduğu tartışılabilir belki, ve fakat özellikle Kurt'ün söylediklerinin üzerine bindirilen canlandırma kısımları (misal, lisedeki "benimki gibi saç kesimine sahip olan biri, birisiyle tanışsaydım her şey çok daha başka olurdu..") felaket hakkaten de..
Read more

Chacun Son Cinema




Cannes'ın 60. yılı için hazırlanmış bi seçki.. Aslında "Chacun Son Cinema Ou Ce Petit Coup Au Coeur Quand La Lumiere S'eteint Et Que Le Film Commence.." gibi olağanüstü uzun bi ada sahip.. Seçkiyi, 7 haziran '07'de CNBC-e yayımlamıştı (o zamanlar tv izliyordum, eet..), ben de izlerken notlar almıştım..

Bazıları oldukça sıkıcıydı, önce bunlardan başlamak lazım: Nanni Moretti'nin yönettiği Diaro Di Uno Spettatore şüphesiz, samimi olma kaygısıyla çekilmiş olmasına rağmen, serinin en igğrenciydi.. Sürekli kendinden bahsetmesi filan..
Aynı şekilde Jane Campion bölümü The Lady Bug da fazlasıyla iticiydi, Die Verwandlung'u anımsatan yapısı, sonlara doğru iyice farklılaşıp, saçmalıyordu..
Lars von Trier, yine şovunu yapıyor: Ve bu adam, sırf bu tavrı yüzünden git gide katlanılmaz birine dönüşüyor, sevmiyorum.. Ancak cinayet sahnesi, tüm film içindeki en kusursuz çekilmiş sahnelerden biri, birisiydi, hakkını yememek lazım..
Elia Suleiman'ın Irtebak'ı da, Mr. Bean'i fazlasıyla çağrıştırıyordu ki, bu tarz hikayelerin modasının geçtiğini birileri bu adama söylesin..

Vasat olarak nitelenebilecek bölümlerin temel sorunuysa benzer temalar çevresinde dolaşması: Agop Egoyan'ın çektiği bölüm, nedense etkileyici olmuyor, aynı şekilde Dans l'obscurite adlı iki yönetmenin çektiği bölüm de fazlasıyla klişe, müziği ise oldukça başarılı..
Yine benzer temaları işleyen Youssef Chahine'in filmi, Claude Lelouch'un filmi ile, David Cronenberg bölümü de beklenen etkiyi yapmıyor..
Kendini fazla zeki sanan senaryosuyla Olivier Assayas da o kadar etkileyici olamıyor..
Gus Van Sant'ın ilk öpücüğü (filminin Türkçe karşılığı buydu..) ve Roman Polanski'nin erotik sineması (-yine, aynı şekilde filminTürkçe karşılığı buydu..) da o kadar güzel değiller..

Muhteşem olanları da vardı:
Alejandro Gonzalez Inarritu'nun Anna'sı kesinlikle, Babel'den çok daha etkileyici..
Zhang Yimou'nun En Regardant Le Film'i ise o kadar pozitif, o kadar sıcak ki.. O çocuk gibi uykuya dalası geliyor insanın..
Takeshi Kitano'nun bölümüyse, kendine özgü mizahı, göndermeleriyle çok başarılı, genel planları ise muhteşem..
Aki Kaurismaki ve Theo Angelopoulos'sa, yine bildiğimiz gibi..
Abbas Kiarostami'nin Romeo'sunu arayan kadınları'nın (-yine, filmin Türkçe karşılığı buydu..) performansları muhteşem..
Wim Wenders'in kongo'daki barışın ilk yılını görselleştirmesi, insanın için oturuyor..

Ve bence tüm bölümlere bedel iki bölüm vardı:
Amos Gitai'nin Varşova ve Hayfa'nın bombalanmasını muhteşem bi şekilde birleştiren Le Dibbouk De Haifa'sı, inanılmaz görselliğinin yanında, politik sularda dolaşmasıyla da benzersizdi..

Ve Wong Kar Wai'nin orgazm güzelllemesi: I Travelled 9000km To Give It To You.. Aşkın filmini bu adamdan başkası çekmesin.. Hiçbiri onun kadar etkileyici olamıyor çünkü..
Read more

Merci Pour Le Chocolat


Isabelle Huppert'in alıp götürdüğü, aslında gerçekten zorlama bi film: De üstelik.. neysse,, filmin en güzel ayrıntısı misal, Huppert'in muhteşem oyununun yanı sıra, Christian Louboutin ayakkabıları..


Huppert, psikolojik sorunları olan, insanların sevgisini kazanmak için didinip duran, clinging s/avunma mekanizmasının yardımıyla yaşayan biri, birisi.. Bi cinayet işlemişken: Pat: Bi gün genç bi kadın ortaya çıkıp, "ben sizin kızınız olabilirim.." diyor, Mika'nın pek ünlü piyanist kocasına..
Başlangıçta zararsız bi şekilde, ona yakın, hatta yardımcı olma çabasının altındaki zararsızlaştırma çabası, kızın annesi, ve sonra: hem üvey-oğul, hem de genç kadını: Ölüme yollaması (ilk cinayetini işlerken üzerine aldığı şal da eksik diil tabii: Huppert'in -hep, muhteşem oyunuyla izletiyor kendini..)


Ve filmin sonunda, cenin pozisyonu alıp -yeniden, yapışmak istemesi..
Read more

Nobody Is Perfect


Birbirinden bağımsız olayların gelişimi/kurgulanışı bakımından Salo o le 120 Giornate di Sodoma'yı -zaman zaman, andıran, fazlasıyla geveze, finale doğru (bence..) oldukça saçma bi diyaloğu barındıran bi belgesel..
Kendi fantezi kulübüne sahip biri, birisinin (Olaf Oelstrom..) mekanını tanıtmasıyla başlıyor film (Salo'daki herkeslerden, her şeylerden uzak köşk.. diyelim..), çeşitli oyuncaklarını gösteriyor -kendi yaptığı.. Sonrasındaysa, oraya gelen çiftlerin atraksiyonlarını izliyoruz-
porno sınırına girmiyor film, sahneler flu, yer yer grenli, hatta görüntüler mavi filtreden geçirilmiş daha sonra..

Bi sonraki durağımız, swinger çiftler oluyor, sonrasında transseksüel/travesti/gay dünyasına giriyoruz, filmin oldukça camp olan bu kısmı da oldukça eğlenceliydi.. Ve Japonya'daki çeşitli fantazlama kulüplere uzanıp, fantezilerin isimlerini filan (ki, cidden oldukça yaratıcılar..) gördükten/öğrendikten sonra, yavaş yavaş S&M sularına girip, oradan da gittikçe uçlara doğru yüzmeye başlıyoruz: Basit piercinglerin, kasapların kullandıkları kancalara dönüşümünü (Brezilyalı kadınların "göster: göster.." seslenişleri oldukça güzeldi..), İngiltere'deki Torture Club'daki muhteşem sahne gösterilerini izledikten sonra, Amerika'daki gençlerin aynı kancalarla yaptıklarını filan.. Aynen cher'e benzeyen bi kadının NY'deki kulübünün de ayrıntılarını, efendi-köle rol değişimlerini, dışkı yedirmeleri, pissing durumlarını filan (Salo hep aklımızda tabii..) görüp, Fransa'daki bi adamın yanına geliyoruz:
Burası önemli, zira, başından beri çekim yaptığı insanlar hakkında herhangi bi yargıda bulunmayan (ve seyirciye de oldukça tarafsız bi şekilde onları sunan..) yönetmen, burada kendisini tutamıyor.. Adam, "ben parmaklarımı eklemlerinden teker teker kesiyorum, bi çekim yapmak ister misin??" diye soruyor (Viyana aksiyonisti: bi neviinden..); ancak yönetmen "olmaz.." diyor, adam, "fazla mı olur??" diye sorduktan sonra: "Eet, fazla olur.." diyor.. E, ne oldu şimdi?? Şimdiye kadar kendilerini anlatan/görselleyen kişilere karşı olan tutumun, neden 'bu..' noktada da geçerli olamadı ki-
filmi bu noktadan sonra ciddiye almak da oldukça zorlaşıyor tabii..

O "fazla olur.." kısmı olmasaydı, gerçekten bu konu hakkında bişiiler söyleyen bi belgesel olarak gönlümde yer açardım ama, ı-ıh: Elimde diil..
Yine de seks kültürüne ilgi duyanların izlemesi elzem olan belgesellerden..
Read more

My Own Private Idaho





IV. Henry'nin serbest bi uyarlaması olduğu yazıyor her yerde, ancak ben Shakespeare okuma konusunda fecii tembel olduğumdan nasıl bi uyarlama olduğu konusunda yorum yapamiycam, ama filmde hangi sahnelerin uyarlama olduğunu söyleyebilirim: Çünkü filmi izlerken Bob'un yer aldığı bütün sahnelerde oyunculuk, inanılmaz abartılı bi ton kazanıp, tiratlar fecii tiyatral bi hale geliyor..
Tüm film bu şekilde abartılı oyunculuk yönetimiyle süslense misal (diyelim Marat/Sade..), film kesinlikle daha çekici olurdu, ve fakat ara ara "patlayan.." bu tür sahneler, bence filmin en gereksiz yönü..

neysse,, bu tür sahneler dışında, film gayet güzel gidiyor, giderek daha da incitmeye başlıyor..
Enn feciisi: Mike'ın Scott'a açılma halüsinasyonu: Scott'ın "bi erkekle sadece para için yatarım.." demesinin ardından, Mike, "ben para almadan da yatardım: sevdiğim için.." diye sayıklıyor kendi kendine (cümleleri aklımda kaldığı kadarıyla yazıyorum, tam hali olmayabilirler..)
"Seni seviyorum.." deyişleri.. Scott'ın yanına çağırması-
the Crying Game'in "o.." sahnesi geliyor aklıma ister istemez-
"sorun diil Jimmy , katlanabilirim, sadece yüzüme vurma.."

Roma'ya gittiklerinde Mike için her şey daha da kötüleşiyor, annesini bulamıyor, Scott köydeki kıza aşık oluyor..
Mike için değişen bişii yok (aslında çok var da, umursamıyor..), başladığı yere geri dönüyor..
Filmin enn güzel anlarından biri, birisiyse, aynı anda gerçekleşen iki cenaze töreni..
Udo Kier'in dehşet performansını da unutmuyoruz tabii.. River Phoenix'se olağanüstü..
Read more

Marat/Sade





'67 yapımı aynı adlı oyundan uyarlanmış Peter Brook filmi..
Oyunun The Persecution and Assassination of Jean-Paul Marat as Performed by the Inmates of the Asylum at Charenton Under the Direction of the Marquis de Sade gibi, olağanüstü uzun bi isme sahip olduğunun farkında olsalar gerek, filme uyarlarken Marat/Sade gibi gayet kısa ve öz bi isim seçerek daha yerinde bi tercih yapmışlar ve ii de etmişler-
ki, başka bi uzun isim olarak da: "The Assassination of Jean-Paul Marat by the Narcoleptic Charlotte Corday.."'i önerebilirim: The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford-göndermeli..

Şimdi bi kere, ben aslında tiyatro/grand guignol/kabare filan sevmem, Marat'nın hakkında pek de bi bilgim yoktu (cahillik d/iz boyu..)
Fakat film, aşırı didaktik bikaç pasaj dışında kopmadan kendini izletiyor..
Kısa bi özet geçiym: Marat, Fransız Devrimi liderlerinden biri, birisi: Ancak yakalandığı cilt hastalığı yüzünden hidroterapi görmekte, Simone Evrard'sa onun bakıcısı, Charlotte Corday'se onu öldürme planları yapan ve fakat narkolepsiden mustarip.. Dupere'yse bu ablaya platonik aşık olan/olmuş bi seks bağımlısı-
ki, film boyu penisi erekte halde ve pantolonundaki meni ıslaklığı lekesiyle dolaşıyor, ahah: Süferdi..
Filmin girişinde çoğu kişi bu şekilde tanıtılıyo filan: Coulmier ailesi oyunu hastanenin koğuşunda izlerken (bi neviinden vip..), diğer insanlar koğuşun dışındaki amfide izliyorlar-
ki, bizzat izleyiciyi hedef alan sahnelerin bolluğu da, izlerken diken üstünde olmanıza sebep oluyor..
Ve film, Marat'nın öldürülmesiyle climaxi yaşadıktan sonra, muhteşem bi finalle kapanıyo..

Didaktik monologlar/diyaloglar filan gırla filmde aslında ve tempoyu düşürüyorlar: Özellikle de Sade ve Marat'nın fikirlerini çarpıştırdıkları sahnelerde.. Bunun dışında anlatıcı, olayı düz cümlelerle diil de, kafiyeyle yazılmış dizelerle anlatıyor ki: İç bayabiliyor (aslında müthiş Türk filmi klasiği Geçim Otobüsü'yle birlikte "2 kült film birden.." şeysi yapılabilir, ahah: Ciddiyim..) Üstelik, müzikal sahnelerle anlatı sürekli bölünüyor-
ama o kadar başarılı ki bu müzikal sahneler, hem teknik/görsel, hem de işitsel anlamda: "Bi sonraki şarkı ne zaman başlayacak??" diye düşünmeden edemiyor insan-
brechtian punk-cabaret kült/ür../ünü daha iki buçuk sene önce keşfeden ben (diyelim bi Dresden Dolls olsun, bi Humanwine..) şarkılarla orgazm oldum desem yeri..
Bi de, görece sakin (diyelim bi 2 Foot Yard'ın takipçisi olduğu..) avant-garde şarkılar var ki, mis.. Ötesi..

Bunun dışında, tüm ekip bilinçli bi şekilde overacting bi oyun çıkarıyor, ancak, öylesine şahane bi sinerjiye sahipler ki, izlemesi inanılmaz zevk veriyor-
cucurucu, Kokol, Polpoch ve Rossignol'dan mürekkep ekipse, ayrı bi güzellik: Ancak, Rossignol ışıl ışıl: Hem sesi, hem de groteskliği: Hastası oldum ablanın.. Oyuncağını istiyorum.. Ya da o kocaman gözlük çerçevelerini..

Filmin en güzel sahnelerinden biriyse, kesinlikle Corday (ki, Glenda Jackson süfer..) ve Dupere düeti.. Marat'nın kabus sahnesi de olağanüstü etkileyici: Sade'ın sırtına Corday'in saçlarını sürdüğü sahne ve kaotik final sahnesi: Uzun zamandır bi finalden bu kadar keyif aldığımı hatırlamıyorum..
Müthiş bi film.. Deneyim..
Read more

Up



İzleyip eve geldiğimden beri, aklımdan çıkmayan anlar var: Russell'ın ailesinden bahsettiği her sahne, babasıyla oturduğu kaldırım, dondurma, araba sayma oyunu, "genellikle sıkıcı şeyleri hatırlama.." durumları: Benim de uzun sayılabilecek bi süre, cuma akşamlarım aynı sıkıcılıkta geçtiği için yaşlarımı tutamadım o an: Tek başıma izleseydim filmi, muhtemelen bağıra böğüre ağlardım.. Filmde köpeklerin Kevin'i vurmak için attığı oklar battı sanki gözlerime..

Yazamıyorum, aslında böyle tüm her boku saçıp döksek: -ebilsek: Her şey o kadar ii/rahatlatıcı/arındırıcı olacak.. Başkasına yaramızı, larımızı göstermekten utanmasak filan..

Film, ötesi güzel: İlk 10 dksı bile için izlemeye değer.. Sonrasında hikaye gayet bildik, bilindik ilerliyor ama, yeni tatlar buluyoruz her bi köşesinde.. Çok leziz, müthiş..

*: Utanç konisi cidden fecii yarıcı bi buluş olmuş, tebrik etmek lazım ekibi :))
Read more

Zui Yao Yuan De Ju Li





'07 yapımı Tayvan filmi: Yönetmeniyse Jing-Jie Lin..
Bi psikiyatrist, sevgilisinden/işinden ayrılmış bi ses kayıtçısı ve bi kadının kesişen hikayesini anlatıyor.. Beğendim ben-
içinde bulunduğum psikolojinin de etkisini yadsımıyorum tabii..

Filmde, beni en çok etkileyen hikayelerse, Xiaoyun'la Xiaotang'ın hikayeleriydi..
Xiaotang, sevgilisinde ayrıldıktan sonra, hayatının dağıldığını düşünüyor, işinden oluyor: Sonrasında sevgilisine kaydettiği sesleri göndermeye başlıyor-
ortak gayeleri bu, ama sevgilisi onu terk edince, tek başına yapmak zorunda kalıyor..
Ülkeyi dolaşıp, çeşitli sesleri kaydedip, sevgilisine gönderiyor..
Xiaoyun'u ilk gördüğümüzde(kendi adıma spekülatif özdeşlik, anında devreye giriyor..), yeni evine taşındığını öğreniyoruz, sevgilisiyle (daha çok fuck-buddy aslında..) sorunları var, işinden memnun diil, içiyor çoğu zaman: Xiaotang'ın gönderdiği kasetler, onun evine geliyor: Dayanamayıp, açıyor zarfı: Dalga sesi.. Kayıtlar geliyor sürekli, koruda birbirlerine kur yapan sincaplar ("gagaga.."), buğday tarlalarındaki başakların hışırtıları, okullu çocukların bağırışları, bi tür eğlence/kutlama akşamı (ki, en bi şahanesi buydu..) vs..
Dayanamıyor Xiaoyun: Atlayıp motoruna kayıt yapılan yerleri bulmaya gidiyor: 12 gün sonra buluyor koruyu.. Sonrasında balık pazarını.. Benzini bitiyor: Sonra parası- hesabı bloke ediliyor daha doğrusu..
Yalnız ikisi de.. Çok yalnız -hep..
Ülkenin en güney ucunda (ki, "uzak.." bağlamında film de adını buradan alıyor..) karşılaşıyorlar: Dalga seslerini dinliyorlar, birbirleriyle tanışmadan.. Bitiyor film..

Tabii, oldukça zorlama bikaç sahne vardı, bi tanesi, dalgıç elbisesiyle yolda yüzme sahnesi, diğeri de Xiaotang'ın psikiyatristi dolandırıcılardan kurtarması.. Ama pek de göze batmıyor işte..

Bunun dışında, müzikleri/sesleri mükemmel.. Görüntü yönetmenliğindeki minimal tavır da..
Sevdim..

*: Filmin benim için başka bi önemi de, şimdi çok saçma bulduğum bi sebep (ilişki..) yüzünden ara verdiğim film izleme olayına dönüşüm için seçtiğim "başlangıç.." olmasıydı: 42 gün sonrasında.. 19 aralık 2008'de..
Read more

Andy Warhol Sunar: Flesh, Trash & Heat



Neredeyse 40 yılı deviren bu üçleme, yönetmeni Paul Morrissey'den çok, Andy Warhol'la birlikte anılıyor, ben de geleneği bozmadım.. İff, üçlemeyi göstermişti (2003'tü galiba..) ve fakat ben kaçırmıştım: Sonrasında izlemeyi sürekli erteledim: Karar verdiğimdeyse amazon.com'dan dvdlerim beklediğim tarihlerde gelemediği/tedarik edilemediği için üçlemeyi 1, 2, 3 olarak diil de, 1, 3, 2 olarak izlemek zorunda kalmıştım: Yorumlar da filmlerin kronolojik sırasıyla diil de, izlediğim sırasıyla olacak..

Flesh:
Film, Warhol'un Sleep'ine benzer bi sahneyle açılıyor ve bikaç dakika sonrasında uyanıyor Joe (Sleep'in ziplenmiş halini izlemiş hissine kapılıyorsunuz: Ben kapıldım misal..)
Sonraki sahneyi es geçiyorum, zira bence filmin en etkileyici sahnesi: En sonn değinicem buna..
Joe, erkek bi fahişe: Birlikte yaşadığı abla, sevgilisinin kürtaj parası için Joe'dan yardım istiyo: Joe da işe çıkıyor: İlk "iş.."i -yine, Warhol'un Blow-Job'unu çağrıştırıyor-
eylemin gösterilmeyip, sadece oral seks yapılan adamın yüzünü göstermesi şeklinde..
Joe'nun sonraki işi, yaşlı bi adamın onun fotoğraflarını çekmek istemesi oluyor: Ki, enn yüksek ücreti de bu işten alıyor: Berbatbi tiradın/Joe'nun modellik kariyerine yapılan göndermelerin ardından sıra, fotoğraf çekimine, eskiz çizimlerine geliyor..
Sonraki işiyse, yine bi oral seks oluyor: Ve fakat o da ne: Factory'nin kült figürlerinden Candy Darling de filmde..
Bi yere daha uğrayıp, eve dönüyor Joe.. Üçü birlikte uyuyor..
Filmin dvdsindeki ekstra sahneyse, Joe'nun saçının kesilmesiyle açılıyor, alışıldık/bildik Warhol-Morrissey evreni diyaloglarının ardından Joe yine modellik yapıyor, telefon çalıyor, çekim yarıda kalıyor..
Filmin en güzel sahnesiyse, kesinlikle Joe'nun "baba.." halüsinasyonu.. Çok güzel, fecii etkileyici..

neysse,, hala provoke edici, hala özgün, hala camp bi iş Flesh..

Heat:
Film, Sunset Blvd.. parodisi şeklinde ilerliyor; bu parodi özellikle Sunset'teki Norma Desmond karakteri üzerinde yükseliyor: Sally, Norma'nın çok daha manik-depresif hali ve Sylvia Miles'ın şahane oyunuyla camp bi ikona dönüşüyor..

Joe'nun yalnız bi halde ucuz bi motele taşınmasıyla film başlıyor: Ücreti daha da düşürmek için motelin patronuyla kırıştırıyor-
ve fakat bi hayal kırıklığı da burada baş gösteriyor: Zira film oto-sansüre uğramış gibi: İlk filmdeki çıplak (nü demedim..) sahnelerden eser yok: Yönetmenin tercihidir filan diye düşündüm ama, ilk filmdeki estetiğe alışan gözler, bu film için de böyle bi beklenti içine giriyor, ve açıkçası "bu.." hali hoş diil.. Biz seni böyle mi sevdik Paul??
Abarttım farkındayım, neysse,, Jessica'nın annesi motele geliyor: Bu Jessica ablamız da, hangi ara üçlemeye dahil oldu bilmiyorum ama, hikayesiyle ilk filmdeki Geri'yi fazlasıyla (ötesi..) andırıyor.. Annenin gelmesiyle filme de renk geliyor açıkçası: Hakkaten olağanüstü bi şevkle oynuyor Sylvia Miles..
Enseste göz kırpan ilişkileriyle iki erkek kardeş de filmin çerezlerinden..
Jessica lezbiyen ve fakat annesi bunun gelip geçici bişii olduğunu söylüyor ve filmin ortalarından sonra, Jessi iki kardeşten elbise giymekten hoşlanan ve ulu orta mastürbasyon yapan abimize oral seks yapmaya başlıyor-
zaten film boyu fecii plastik haliyle bünyemi "bi siktir git.." diye sayıklatan Jessi'ye okkalı bi küfür savuruyorum..

Gayet eğlenceli bi iş Heat: Açılış ve kapanıştaki müzikse çok güzel..

*: Dvd ekstralarındaki 3 kısa filmdense All Aboard the Dreamland Choo-Choo oldukça etkileyici..

Trash:
Film, Flesh'in devamı olarak onunla benzer temalarda dolaşıyor-
heat'se, çıplak sahnelerdeki oto-sansür yüzünden tuhaf bi deneyim olmuştu benim açımdan: Ama Trash, bu konuda Flesh'le aynı özelliklere sahip-
açılış sahnesinde vuruluyoruz hemen: Meğer Joe'nun bel gamzesi varmış: ahah, üçlemenin diğer filmlerinde böylesi bi güzellikten bizi mahrum bırakan Paul'u kınıyorum buradan..
Ve fakat Murphy yasaları devreye girdiğinden olsa gerek: Bu filmde, Joe'nun yüzünde fecii sivilce görmekteyiz..

Film, Joe'nun ilk filme oranla daha da düşmüş bi dönemini anlatıyor (Heat'teyse daha (da..) düşmüş bi Joe karşılıyordu bizi..)
Transseksüel Holly'yle aynı dairede kalıyor Joe: Film de ismini bu daireden alıyor: Zira, bütün eşyalarını çöpten alıyorlar: Joe, uyuşturucu almak için işe çıkıyor; Heat'te kocaman bi rolde karşımıza çıkacak olan Jessica'yı isimsiz bi zengin kız olarak görüyoruz-
filmlerin en keyifli yönü de bu: Üçlemede, Fabrika simalarının farklı isimlerle de oynasalar, iki film arasında köprü (konjugasyon?) oluşturmaları gayet eğlenceli..

Trash'te 3 uyuşturucu sahnesi var: İkisi Joe'nun -ki, gerçek sahneler (çok çok büyük bi olasılıkla..): Özellikle de ilki muhteşem olmuş..
Heat'in yıldızı şahane oyunuyla Sylvia Miles olurken, Trash'in yıldızısıysa Holly Woodlawn: Hakkaten hasta oldum: Özellikle de, kız kardeşini Joe'yla bastığındaki sinirlenme anı (ve diyalogları tabii ki..) ve şişeyle mastürbasyon yaptığı sahnedeki olağanüstü hareketlerine..

Üçlemenin en güzeli Heat benim açımdan hala ve fakat, Trash de en az onun kadar eğlenceli..

*: Filmin dvd ekstralarında 2 tane ekstra sahne mevcut ama, ı-ıh hiçbi şekilde yetmiyor..


Read more

Be Like Others




Belgeseli !f'te 20 şubattaki gösteriminde izlemiştim: Konu oldukça ii seçilmiş; ancak izlerken karşınızda doyurucu bi içerik bulamıyorsunuz: Ki, bence bunun tek sorumlusu da Tanaz Eshaghian ve onun acemiliği: İran gibi muhafazarlığı üzerinden akan bi ülkede (karakterlerin de sürekli belirttiği gibi: resmi adı İran İslam Cumhuriyeti..) böyle bi film çekiyorsun; hükümet yetkilileriyle röportaj yapabiliyorsun, ameliyat olan transseksüellere ve onların ailelerine/evlerinin içine kadar girebiliyorsun; konsültasyonları dahi çekebiliyorken; tek yapabildiğin ameliyat sonrası iki "farklı.." uca savrulmuş transseksüelin karşılıklı düşüncelerini sonuç diye göstermek oluyorsa, bi durup düşünmek gerekiyo bence..

neysse,, İran'da eşcinselliğin cezası idam, ancak ameliyat olup cinsiyet değiştirdiğiniz takdirde bu legal oluyor: Ve çoğu eşcinsel de kendilerine çıkış yolu olarak bunu seçiyor-
bu noktada şöyle bi soru sormak gayet mümkün: Eğer İran'da eşcinseller rahatlıkla baskı altında kalmadan yaşayabilselerdi, bu ameliyatların oranı "bu.." düzeyde olur muydu-
bu noktada doktorumuz devreye giriyor, ve diyor ki: "Biri, birisi ameliyat olmak için geldiğinde ona ameliyatın ne kadar zorlu olduğundan, ameliyat sonrasında çekeceği ağrıların dayanılmazlığından vs..den bahsediyorum, kaçıp gidiyorlar, sadece gerçekten transseksüel olmak isteyenler buna razı oluyorlar.."
Bu yaklaşımı ben şu şekilde değerlendiriyorum:
Eet, hakkaten bu operasyonu yaptırmak isteyen insanlar var: Ancak, baskı altında olmadan.. Avrupa/Amerika gibi daha "özgür.." ülkelerde ameliyat olma isteğinin bu kadar yüksek olduğunu sanmıyorum misal.. Sorun, İran'daki yaklaşımda: siz, eşcinsel/travesti/transseksüellerin hiçbirine seçim şansı tanımıyorsunuz: Kim cinsel kimliği yüzünden taciz edilmek/işkence görmek/ya da idam edilmek ister ki: Ya gizli kalacaksınız, ya da ameliyat olacaksınız, başka seçim şansları var mı?? Ben göremiyorum şahsen..

Diğer ilginç bi ayrıntı da; transseksüellerin eşcinsellere olan garip tutumu: Artık yasaları nasıl benimsemişlerse, eşcinsellere karşı fecii bi "günahkar onlar.." yaklaşımları var, ki ohaa dedirtiyor..
Ve şu "modern.."lik meselesi: Açıkçası İran'da böylesi bi modernlikten bahsedebilmemiz için, salt bu ameliyata izin veriliyor oluşunu argüman olarak sunmak, saçmalıktan başka bişii diil..
Ayrıca, belgeseldeki kendini kadın hissetmeyi/kadın olmayı sürme çekmeye/makyaj yapmaya indirgeyen tavır da, fazlasıyla rahatsız edici..

Bu ameliyatı olanlarla ilgili doktorun verdiği istatistiklerse fazlasıyla ilginç..
33%'ü mutlu bi şekilde hayatına devam ederken,
33%'ü ameliyat sonrası oluşan komplikasyonlardan dolayı hayatını kaybederken,
33%'ü intihar ediyor..

Ahmedinejad'ın "İran'da tek bi eşcinsel yok.." derken neyi kastettiğini anladım ama bu belgesel sonrası: Çünkü hepsini idam ediyorlar; ya da transseksüel olmaya zorluyorlar-
ki, dünyada bu ameliyatın enn çook yapıldığı ülke de kendileri-
onları Tayland izliyor..


Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.