Extremely Loud & Incredibly Close



'11 yapımı Stephen Daldry filmi Extremely Loud & Incredibly Close gerçekten de bomboş bir film.. Şimdiye kadar filmleri hep belli bir eşiğin üzerinde olan Daldry, bu filmde de yönetmenliğini konuşturuyor konuşturmasına ancak, filmin ele aldığı meselenin gölgesinde kalıyor.. 

11 Eylül'de, o "en kötü gün"de babasını kaybetmiş bir çocuğun bu travmayı atlatma sürecini anlatan Extremely Loud & Incredibly Close, uzun süredir izlemeye tahammül edemediğim Tom Hanks'in o son derece "bildik" yüzünü de arkasına alarak ilerliyor.. İkinci Dünya Savaşı'nda Alman zulmünden kurtulan dede figürünün de eksik olmadığı film gerçekten tam da Amerikalıların ihtiyaç duyduğu bir vicdan pornosu.. Buradan söz konusu acıları küçümsediğim anlamı çıkmasın, Extremely Loud & Incredibly Close hakikaten de yaşananları ve sonrasını pornolaştırarak ele alıyor çünkü.. Asperger Sendromu'ndan mustarip bir profil çizen çocuğun, metamfetamin bağımlısı gibi derisini çimdikleyip durması örneğindeki gibi yaşanan acıyı somutlaştırma çabası, gerçekten acınası duruyor.. Buna bir de fazlasıyla grotesk bir biçimde deneyimlenen hüzün/çaresizlik anlarını da eklediğimizde filmin show-biz kısmı tamamlanıyor.. 

Benim izlerken içim şişti sahiden, hala bu tür şeylerden etkilenen varsa da onlar için bu tür film-ürünlerin üretilmesine devam edileceğini belirteyim.. Filmin tek güzel yanı, olağanüstü müzikleri..



Read more

War Horse


Steven Spielberg'ün '11 yapımı (bir diğer) filmi War Horse, naifliğiyle belli bir kesimi mutlu edebilecek potansiyele sahip olsa da, beni ciddi anlamda sıkıntıdan patlatan filmlerden biri oldu.. Sözkonusu Spielberg olunca filmin her bir anının ne denli "muhteşem" görüneceğini bildiğimden, işin teknik kısmına girmeyeceğim.. Ancak, bu filmde de, tıpkı Tintin'de (ve bence A.I.'den beri diğer filmlerinde) olduğu gibi teknik/estetik olarak kusursuz bir iş çıkarırken, sıkıcılıktan da kurtulamıyor.. 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan filmde, Joey adlı atın savaşla birlikte oradan oraya savrulan yolculuğunu izlerken, çeşitli kesitler de izliyoruz.. Beni en çok etkileyeni iki at arasındaki dostluktu, fazlası değil.. O aralara serpiştirilmiş, tek cümlelik hayatları olan onca kişiyi araya sıkıştırmak da ne yazık ki filmin temposunu fazlasıyla düşürüyor.. O düşmandan, bu düşmana hizmet eden, iki düşmanın da arasında kalan Joey, sonunda evine dönebiliyor dönmesine de, bu bize 2.5 saat kaybettiriyor.. Oysa, eminim ki filmin başlangıcındaki ailenin at aldıktan sonraki hayatına savaşı sokmadan da gayet "küçük" ama "etkili" bir film çıkabilirdi-
tabii o zaman Oscar'a aday olamazdınız, sori..

Filmin savaşa bir atın gözünden bakıyor oluşu filme duygusal açıdan uygun bir alan açıyor açmasına, ancak yeterli olmuyor ne yazık ki: Çünkü o şahane dikenli tel sahnesine gelinceye değin film, Joey gibi "tarafsız" kalamıyor ne yazık ki: Albert'a atını geri getireceğini belirten, cepheden mektup yazan İngiliz subayın karşısında, güçten kesilen atı vuran bir Alman subay koyan filmin hesapçılığı, gerçeküstü bir ton kazanıyor.. Bunları yaptıktan sonra iki düşman askerin Joey için seferber olmasını, tokalaştırmalarını göstermek de maalesef sizi hayvansever (artık hangi uygun sıfatı almak istiyorsanız..) yapmaya yetmiyor.. 

Emily Watson süper, özlemişiz..

Read more

Tinker Tailor Soldier Spy



'11 yapımı Tinker Tailor Soldier Spy, Tomas Alfredson'un yönetmenliğinde hayata geçen ve bir yönetmenin sahip olabileceği olağanüstü bir casta sahip: Yani şu saatten sonra Tomas Alfredson'un bir sonraki filminde kimler olacak, o oyuncuları yönetmek kendisini cezbedecek mi, yoksa yeni bir Ocean’s Twelve durumu mu olacak büyük bir merakla bekliyorum.. Oyunculuklar muhteşem, ancak elbette ki Gary Oldman enfes.. Yalnız bir de Tom Hardy’nin filmde sarışın bir Moritz Bleibtreu’ya dönüştü/rüldü/ğünü, iki oyuncunun da birbirine ancak “bu” kadar benzeyebileceğini belirtmek lazım.. Ohaa yani..

Çoğu casus filmi gibi, puzzle-film formatında ilerleyen Tinker Tailor Soldier Spy'ın meziyeti türün gerekliliklerini yerine getirmesinde yatmıyor.. Hatta, aslına bakarsanız filmin bu denli ağır bir tempoda ilerlemesini kimileri son derece sıkıcı, dahi itici bulabilir.. Ayrıca örneğin bir James Bond, Bourne serisi ya da 24 dizisinde olduğu gibi, puzzleı çözmenin de seyirciye dünyayı bir kez daha kurtarmak ödülü vermediği düşünüldüğünde filmi “çöp” olarak adlandıranların oranı beni şaşırtmıyor.. 

Evet, Soğuk Savaş dönemindeyiz, paranoya, çift taraflı çalışan ajan, seyirciyi bir yerden alıp başka bir yere bırakan olay örgüsü, çok sayıda mekan/kişi, türe dair her şey elimizde: Ufak bir farkla: Soğuk Savaş hakkında Batı tarafından bakan, çoğunluğu “çöp” olan propaganda filmler de izlediğimiz düşünüldüğünde, Tinker Tailor Soldier Spy’ın da bu sulara çok rahatlıkla çekilebilecek bir yapısı olmasına rağmen, o sulara çok da girmediğini fark ediyorsunuz.. Evet, Ruslar kötüler, Batı her zamanki gibi iyi, ancak filmin temel derdi bu değil, dahası bunu anaokulu gösterisine de dönüştürmüyor.. Çünkü Tinker Tailor Soldier Spy, arada kalmış, hatta alenen “kullanılan” bir servisin kendini aklama çabasını anlatıyor..

Bir dönem Güneş’in hiç batmadığı kadar büyük topraklara sahip olan dünyanın en güçlü sömürge-imparatorluğu olan İngiltere’nin, gizli servisinin de ne denli iyi olduğunu küçüklüğümüzden beri biliriz.. Hatta bir coğrafya dersinde hocamız, adanın sahip olduğu iklimin de bunda payı olduğunu söylemişti.. İşte bu kadar büyük bir gücün, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın gölgesinde kalmasının, dahası Soğuk Savaş sırasında Amerika’nın bilgilerine sahip olmak isteyen Ruslar tarafından “kullanılması”nın filme kattığı hüznü, hiç gülmeyen Smiley’nin yüzünde bulmak mümkün: Hayatının aşkı tarafından aldatılmak, zorunlu emeklilik yüzünden işi bırakmak vs.. gibi badireler atlatan, “ihtiyarlara yer yok” Smiley’nin geçmişinin de bu minvalde kurgulanmış olması, kaba bir hesapçılık içermekle birlikte, romanda/filmde katharsisi tamamlayıcı bir işlev görüyor..

Parçaları Smiley’yle birlikte birleştirirken meselenin insani yönleri de ortaya çıkıyor.. Duygusal ilişkilerin profesyonelliğe zarar vermesini Ricki’nin ilişkisinde görüyoruz.. Tam tersi şekilde, profesyonelliğin duygusal ilişkiye zarar vermesini de Smiley’nin Peter’a “artık” izleneceğini söyledikten sonra Peter’ın eşcinsel sevgilisiyle ayrıldığı sahnede görüyoruz.. Ancak bu duygusal ilişkinin profesyonelliğe zarar vermesini (ya da tam tersini) filmin merkezindeki suikast çok daha iyi açıklıyor: Jim ve Bill’in arasındaki eşcinsel ilişkiyi bir fotoğraf ve bir damla gözyaşıyla aktaran film, meseleyi biraz daha derinleştirerek karakterlerinin diğer insani yönlerini de açığa çıkarıyor: Bu yönüyle -reklam terminolojisine bulanırsam, “bir casus filminden daha fazlası”na dönüşen Tinker Tailor Soldier Spy, teknik başarısı ve atmosferiyle mutlaka tecrübe edilmesi gereken bir deneyim.. Bununla birlikte her bünye için ideal olmadığını da belirtmek lazım..




Read more

Project Nim



'11 yapımı James Marsh filmi Project Nim, adını aylı projeden alan, bilim dünyasındaki "trend"lerin bir hayvanın hayatını nasıl mahvettiğini anlatan, mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel..

Şempanzeler hakkında herhangi bir bilgisi olmayan insanların elinde oradan oraya götürülüp duran Nim'in acıklı öyküsüne sonra geleceğim, ancak projedeki kişilerin sanki çok normalmiş gibi "daha önce hiç şempanzeyle karşılaşmamıştım.." demeleri sizi yerinize mıhlıyor: "Nasıl yani??" diye sayıklayıp duruyorsunuz belgesel boyunca.. Projenin başındaki Herb diye kısaltılan kişinin tek amacının ismini duyurmak, daha çok duyurmak, ödenek almak, daha çok ödenek almak olduğunu anlayınca taşlar yerine oturmaya başlıyor.. Projeye katılan kişilerin "genellikle" kadın olması ve aralarından ikisinin Herb'le yattıklarını söylemelerinin başka bir ayağı daha var, ancak girmek istemiyorum..

Evet, her ne kadar "bilimsel bir dil araştırması" gibi dursa, Herb konusunda uzman birisi de olsa, başında olduğu Nim Projesi, ciddi anlamda fiyaskoya dönüşmüş durumda: Evet, başlangıçta bir sürü kelime öğrenen, belirli cümleler kurabilen Nim'in bu dil araştırmasında sadece 5 (evet: beş) yıl kullanıldıktan sonra, hepatit araştırmaları için başka bir projeye nakledilmesi, ardından bir başka yere nakledilmesi, ardından bir başka yere daha nakledilmesinin sonucunda gelinen noktaya baktığınızda Nim'in dil konusunda hızlı bir şekilde öğrenmesi dışında koca bir hiç duruyor: Zira 5 yılın sonunda projenin başındaki Herb de projenin işe yaramadığını, çünkü Nim'in "dilenci" olduğunu söylüyor vs.. Sonrası ise ciddi anlamda korkunç: Hepatit araştırması için "kullanılması"nın dışında "bilimsel" olarak bir anlam ifade etmediğinden, Nim başka kafeslere kapatılmak için başka yerlere transfer ediliyor..

Projede yer alan insanların "parlak" bilimsel geçmişlerine rağmen, bu denli çuvallayabilmesini film olanca netliğiyle açıklıyor.. Herb hakkında söylenenler, politikacılar hakkında söylenenler gibi: "Basın olmadığı zaman Nim'e yaklaşmıyordu.." Ve giderek büyüyen Nim'in yol açtığı vakalar, ufak ısırıklardan öldürmeye teşebbüse değin varınca, ne yapacaklarını bilemez halde kalmaları filan: Gerçekten bu projenin ne denli kötü idare edildiğinin bir göstergesi.. Dahası da var: 5 yılın sonunda, hayvanla nasıl baş edeceklerini bilemediklerinden, şımarık bir hayvan-sahibi gibi doğrudan başlarından atmaları da korkunç: Ki, avukatın devreye girdiği bölümlerde nefes alabiliyorsunuz belgeselde..

Bilimsel araştırmaların ne denli bilimsellikten uzak koşullarda yapıldığını göstermesi bağlamında bile olağanüstü güzel bir iş Project Nim.. Hayvan hakları, kobaylar ve dangalak bilim-insanları konusunda oldukça etkili bir etüt.. 

*: Bill Tynan gençliğinde cidden olağanüstü tatlıymış, bayıldım..



Read more

Waste Land



'10 yapımı Lucy Walker yönetmenliğinde hayata geçen Waste Land, Rio de Janerio'daki dünyanın en büyük çöplüğünde (geri-dönüşüm merkezi..) gerçekleştirilen projeyle alakalı, seyri hüzünlü bir belgesel..

Vik Muniz'in çöplükte çalışan ve günde ortalama 20-25 dolar kazanan çöpçülerin portrelerinden oluşturduğu sergisi, Pictures Of Junk'ın ortaya çıkış, gelişim ve sonuç bölümlerini anlatan belgeseli izlerken, içinizde orta-üst sınıf ahlakçılığını bulmanız mümkün: "Ay yazık, ama bak ne güzel şeyler yapıyorlar: Bundan sonra ben de daha az çöp üreteceğim.." Tabii, bu etki, film bittikten sonra yok oluyor.. İçini açar-gibi yapan Vik'in söyledikleri gibi -tıpkı: Çünkü bu insanlarla yüzleşebilmek, onların gözlerinin içine bakabilmemiz için, o çöpleri üreten insanlardan bir farkımız olduğunu bir kılıf gibi vicdanımızın üzerine geçirmemiz gerekiyor, ki suçluluk hissinden bir nebze kurtulalım.. Coca-Cola'nın Tião Santos'u reklam kampanyası için seçmesi gibi, örneğin.. Brezilya'daki fakirlik, toplumsal yapıdır filan yeniden gireceğim konu/lar değil ancak, filmin vicdani mastürbasyon ayağından -başta kendim olmak üzere, rahatsız olduğumu belirtmek istiyorum..

Filmin ortalarında bir yerde, yaratıcı ekiptekilerin yaptıkları tartışma ("bu insanlar sonrasında ne yapacaklar??") da anahtar görevi görüyor, çünkü projede yer alan insanlar evet, belki Jardim Gramacho'ya dönmüyorlar, ancak "sorun"un kendisi çözülmemiş bir şekilde ortada duruyor.. Tıpkı, her yerde Waste Land'le birlikte anılan Slumdog Millionaire gibi bireysel çözümle mutlu oluyoruz.. Belgesel ekibinden meselenin sosyo-ekonomik panoramasını çıkarmasını beklemiyorum elbette, ancak röportaj yaptırılan kişilere "evet, bir fakiriz ve çöpçü olmaktan gurur duyuyoruz.." dedirtmekle maalesef ortaya gerçekçi bir resim çıkmıyor.. Belgesel de bunun farkında olduğu için, yarısından sonra Jardim Gramacho'yu boşverip, seçtiği kişilere odaklanıyor ve projeyle toplanan paralarla yaptıklarını yine o üstten bakan tevazu kibriyle anlatıyor.. Projede yer alanların evet, hayatları belki belli bir seviyeye geldi, peki ya geride kalanlar?? Estetik kaygılar sebebiyle portreleri projeye dahil edilmeyenler?? Cevap yok..
Peki..



Read more

We Need to Talk About Kevin



“Bebekler üzerinde yapılan araştırmalar, öfkenin erken dönemde bir duygulanım olarak ortaya çıktığını belgelemiştir; temel işlevi acı ya da huzursuzluk kaynağını yok etmektir.. Öfkenin ilk baştaki biyolojik işlevi -bakım veren kişiyi huzursuzluk verici durumu ortadan kaldırması için uyarmak- artık, bakım veren kişinin özlenen doyum durumunu yeniden oluşturması için bir çağrı haline gelir.. Öfke tepkileri çevresinde gelişen bilinçdışı fanezilerde öfke, hem hep-kötü nesne ilişkisinin canlanmasını, hem de bunu ortadan kaldırarak hep-iyi bir ilişkiyi yeniden kurma arzusunu gösterir.. 

Nefret, karmaşık bir saldırganlık duygusudur.. Öfke tepkilerinin aniliğine ve kızgınlık ile öfkenin kolayca değişen bilişsel yönlerine karşıt olarak, nefretin bilişsel yönü kronik ve kararlıdır..

Öfkenin nefrete dönüşümünün kökeninde, engelleyici anneye yoğun şekilde bağlanma yatar.. Bu dönüşümün nedeni, ideal, hep-iyi nesneyi yok etmiş, ya da yutmuş gibi algılanan, hep-kötü ancak yaşamak için ihtiyaç duyulan bir nesneyle travmatik bir ilişkiye saplanmadır.. Hep-iyi nesneyi büyüsel şekilde diriltmek için, bu kötü nesnenin intikam alınarak yok edilmesi hedeflenir.. 

Nefretin daha da hafif bir şeklinde, altta yatan arzu nesneye egemen olmaktır.. Nesne üzerinde bir güç kurma arayışı sadistik unsurları da içerebilmekle birlikte, nesneye yönelik saldırılar nesnenin boyun eğmesiyle sonlanma eğilimindedir.. Böylece kişiliğin özgürlüğü ve özerkliği yeniden kanıtlanmış olur.. Buradaki anal-sadistik dürtüler, şiddetli nefret şekillerinde ortaya çıkan ilkel düzeydeki oral-saldırgan dürtülere baskın çıkar..

Daha hafif derecede nedret, sadistik eğilimler ve isteklerle ifade edilir.. Hasta bilinçdışı ya da bilinçli bir şekilde nesneye acı çektirmeyi arzular ve bu acıdan bilinçli ya da bilinçdışı olarak derin bir zevk alır..

Nefretle dolu bir kişinin en önde gelen amacı, nesnesini yok etmektir.. Hedef, bilinçdışı fantezinin özgül bir nesnesi ve bu nesnenin bilinçli türevleridir.. En derinde nesne, hem gereksinim duyulan, hem de arzulanandır.. Yok edilmesi de eşit derecede gereklidir ve arzulanır..”
Otto Kernberg, Aggression In Personality Disorders And Perversions..

Yukarıdaki uzun alıntıdan da anlaşılacağı üzere filmdeki anne-çocuk ilişkisini -yeniden, yorumlayacak değilim.. Filme bayıldım, o ayrı; Oedipus-öncesi dönemle ilgili gayet etkileyici bir profili ortaya çıkaran We Need To Talk About Kevin’ın finalindeki o kararsız “kırık kucaklaşmalar” bile, okuldaki saldırıyı Kevin’ın aslında annesine-karşı yaptığının çok güzel bir sembolü..

Filmin tek sevmediğim yönü, stile çok fazla abanması.. Kimi (hatta çoğu??) zaman bir video enstalasyonundaymışsınız gibi hissettiriyor.. Tilda Swinton ise olağanüstü, tarifsiz..


Read more

Türkiye'deki Yabancı Uyruklu Hizmetçilerle Birlikte: The Help



'11 yapımı Tate Taylor filmi The Help'i dün izlerken aklımda hep aynı şey dolaşıp durdu: "50 yıl sonra Türkiye'de aynısı yaşanıyor bunun.."

The Help, can yakıcı bir sahneyle açılıyor: Aibileen, kendisinin ve annesinin "hizmetçi", anneannesinin ise "köle" olduğunu söylüyor.. Hizmetçilikten başka yapabileceği bir şeyi yok, ancak bir sonraki kuşaklarının daha iyi olması adına çocuklarını okutmaya çalışıyorlar.. Film, Amerika'nın herkesçek bilinen ve fakat nedense sanki o günler çok ama çok uzak bir geçmişte olmuş da, Amerika yüzyıllardır barış içinde yaşıyormuşçasına gazlanan ülkenin çok değil 50 yıl öncesine bakıyor.. Aslında değişen çok da bir şey olduğu söylenemez, ırkçılık hala buzdağının altında yaşamaya devam ediyor, tek değişiklik buzdağının görünen kısmındaki politically correct saçmalıklar.. 

Filmin senaryosu tıkır tıkır işliyor, hakikaten aynı zamanda filmin senaryosunu da yazan Tate Taylor'ın başarısına şapka çıkardım, zira karakterlerin hepsinin kendi hikayesi oldukça iyi işlenmiş.. Oyunculuklar da üst düzeyde.. Ama Viola Davis.. Bu karakter bolluğunun filme tek bir negatif etkisi var: O da filmin çok fazla finale sahip olması.. Annesinin Skeeter'a "seninle gurur duyuyorum" sahnesi, Minny'nin Celia ve eşiyle olan sahnesi, Aibileen'in kilisedeki sahnesi, Skeeter, Minny ve Aibileen'in veda sahnesi ve en sonunda Aibileen'in sahnesiyle tam 5 ayrı finali peş peşe ekleyen bir film The Help.. Bu kusuru dışında gerçekten çok iyi bir film-
özellikle de teknik anlamda..

The Help'in ırkçılık konusunu genel perspektiften, daha özele taşıyarak işlemesi ona gündelik faşizmi deşebilmesi için geniş bir alan açıyor: Hizmetçilerin yaşadıklarının yanı sıra, iki "beyaz" kadın da bundan nasipleniyorlar: Skeeter ve Celia.. Bu iki kadının sınıfsal açıdan dışarıda kalmasının tek sebebi, Hilly'yle olan sürtüşmelerinden ziyade, o tiksinilesi kadınlar grubunun temsil ettiği sınıfın kodlarına göre yaşamıyor oluşları.. Skeeter, sanki gelecekten gelmiş gibi: Son derece liberal ve başına buyruk.. Oysa Celia, sınıfın kodlarını üzerine bir türlü geçiremediği için "bu" halde: Ancak Celia'nın durumu daha çok, nasıl desem, fıtratının böyle olmasıyla alakalı.. "İyi" bir insan Celia..

Hizmetçilerin yaşadıkları olaylara ayrıca değinmeye gerek yok, ancak The Help'in konu ettiği şeyin "aynı"sı, bu defa ten rengi gözetmeksizin 50 yıl sonra da sürüyor.. Türkiye'de uzun süredir "yabancı uyruklu bakıcı/hizmetçi" takıntısı var, biliyorsunuz.. Lüks site/villarında oturup, hizmetçilerinin de "üniversite" mezunu olmasını tercih ettiğini gevrek gevrek anlatan, bundan gurur duyan kadın-yaratıklar var.. Tek kriterleri var tabii: Hizmetçilerin kendilerinden daha "güzel" olmasını istemiyorlar.. Buradaki yabancı uyruğun tabii ki ekonomik ayağı da var: Çalışma izni olmadıkları için birçoğu yatılı olarak 3-5 kuruşa çalışmaya razı oluyorlar/ediliyorlar.. En ufak bir yanlışlarında "seni şikayet ederim.." gibi doğrudan çalışanın hayatını etkileyecek kozlarını oynayarak bu kadın-yaratıklar kendi "ev köle"lerine sahip oluyorlar.. Çocuk bakımından, ev temizliğine-
işte The Help'in aynısı.. Ve bu kadın-yaratıklar tıpkı filmin en itici karakteri Hilly gibi, içinde bulundukları berbat durumdan gurur dahi duyabiliyor..

Filmi bence mutlaka izleyin, izlerken de Türkiye'de çalışan yabancı uyruklu "ev köleleri"ni düşünün..


Read more

Prezít Svuj Zivot (Teorie A Praxe)



'11 yapımı Jan Svankmajer filmi Prezít Svuj Zivot (Teorie A Praxe) son dönemde izlediğim en iyi filmlerden.. Festivalde kaçırdığım filmi geçende izleyince kendimden geçtim her anlamıyla..

Film, Evzen'in çocukluk anılarını rüyaları yoluyla bulması üzerine.. Ancak bu Svankmajer'in uzun (sayılabilecek) prologunda dediği gibi gerçekle-rüyanın iç içe geçmesiyle, adeta hayatın kendisine dönüşerek görselleşiyor..
Görsel demişken, filmin stili hakikaten önceki Svankmajer filmlerinden farklılık göstermiyor: Yine animasyonla, oyunculuğun iç içe geçtiği, Svankmajer'in alametifarikaları birçok animasyon tekniğinin bir arada kullanıldığı eşsiz bir deneyim..

Svankmajer'in psikolojiyle olan ilgisi malum, özellikle de Spiklenci Slasti'yle artık filmlerinin ana teması haline gelmesi sonrasında Prezit Svuj Zivot'ta da şahane bir işe imza atıyor-
yönetmenin üzerinde çalıştığı bir sonraki projesi de (Hmyz/Insects) benzer bir formda olacak, hiç kuşkusuz..

Filmin merkezinde yer alan Evzen artık orta yaşlarının sonuna gelmiş olmasına rağmen, gördüğü bir rüyayla Oedipus-öncesi hatıralarına dönüyor.. Rüyaları aracılığıyla hatıralarına ulaşmakta yolunu kaybeden Evzen, psikanaliste giderek bunlara ulaşıyor.. Film son bölümüne kadar muhteşem aksa da, daha açıklayıcı olmak için başvurduğu fotoğrafın ortaya çıktığı sahneyle birlikte hafiften kan kaybediyor.. Kendi-kendini-açıklayan-eserleri pek sevmem, ancak Prezit Svuj Zivot'ta Svankmajer, Spiklenci Slasti ya da diğer filmlerinde olduğu gibi, yorumu seyirciye bırakan, hatta kimi zaman seyirciyi dışlayan "kapalı" bir dil yerine, son derece "geveze" bir dil tutturarak, filmi daha anlaşılır kılıyor: Bu da filmin komedi ayağına hizmet ediyor.. Özellikle analiz sahnelerinde film gayet üst noktalara çıkıyor..

Beri yanda kocasını kaybetme korkusu yaşayan bir kadının (Zuzana Krónerová) dramı, cisimleşmiş bir süperego (Emília Doseková) var, ki iki oyuncu da döktürmekteler.. Svankmajer fetişi/kültü Pavel Novy ufak da olsa bir rolde karşımıza çıkarken, başroldeki Václav Helsus hakikaten de döktürüyor..

Film, kendi kendini çözdüğü için ayrıntılandırılacak pek de bir şey yok, ancak hakikaten Oedipus-öncesi döneme odaklanan bu derece şahane bir film yok.. 


Read more

Midnight In Paris



Woody Allen'ın '11 yapımı filmi Midnight In Paris, "bu" tür şeylerden hoşlananlar için "hah, evet orası.."na temas edebilirken, "bu" denli şekerlen/diril/miş şeylere tahammülü olmayanlar içinse işkenceye dönüşebilme potansiyelini -fazlasıyla, barındırıyor.. İkinci grupta yer aldığımı belirttikten sonra, filmin hikayesine geçelim..

Tek istediği kitabının satması (iyi olması değil, dikkatinizi çekerim) olan, bu konuda tipik bir yaklaşıma sahip Amerikalı bir çiftin evlilik hazırlığı yaparken ayrılmaları üzerine.. Tabii, bu öyle hemen olabilecek bir şey olmadığı için rasyonalize etmek lazım: Nedir?? Zamanda yolculuk yaparak, Paris'in geçmişine giderek geçmişe saplanıp kalmaktan vazgeçmeli, bir de "doğru" kişiyi bulmalıyız..

Öncelikle zamanda yolculuk fikri işlevsel olsa da, masalsı atmosfer filmi "büyükler için çocuk filmi" formatına sokuyor: Üzerine geçmişteki ünlü kişilerin ciddi anlamda rahatsız edici karikatürize halleriyle karşılaşmak, filmden uzaklaştıyor.. İstisnasız tüm karakterlerin bu denli karikatürize edilmesi, bence filme zarar veren en büyük etken: "Entel skeçi de böyle oluyormuş demek ki.." diye de -gözlem amacıyla, izleyebilirsiniz tabii, bu sahneleri..

Gil'in kendini bularak, "doğru" kararlar verebilmesi, dediğim gibi filmde işlevsel bir şekilde özetlense de, diğer "şimdiki zaman" karakterlerinin altını deşmeye başlayacağınızda karşılaşacağınız şey, koca bir "hiç" oluyor maalesef.. Midnight In Paris, şu haliyle ancak Paris romantiklerini tavlayabilir ki, amacına da ulaşmış görünüyor..

Kathy Bates ise olağanüstü..

Read more

Shame



2011 yapımı Steve McQueen filmi Shame’i aylardır beklemekteydik. Bugün izleyince hüznümüz yerine geldi..

Film, merkezine her ne kadar nemfoman bir erkeği alsa da, genel olarak modern çağın insanları üzerine.. Çünkü, filmde yer alan merkezi karakterlerin hepsinin geçmişten gelen/şimdi yaşadıkları/geleceğe aktardıkları travmaları var..

Brandon, filmin merkezi: Porno izleyerek, fahişelere ücret ödeyerek, gay barlara giderek ihtiyaçlarını karşılamakta.. Bağımlılıktan/primitif bir fırsatçılıktan daha derinde sorunları var: O yüzden film, Brandon’ın karşısına patronu David’i yerleştiriyor.. 

David ise, son derece primitif bir karakter mesela: Zira evli, çocuğu var: Ancak eşinin uzakta olmasını fırsat bilerek çapkınlığa çıkıyor, gördüğü tüm kadınlara yazıyor, Sissy’yle “işi pişirdikten” sonra evli olduğunu gizlemek için Brandon’a yalan söylüyor..

Sissy ise gerçekten geçmişindeki travmalarından kurtulamamış bir karakter: Kollarındaki faça izleri, her ne kadar kaba bir sembolizm olsa da, seyircisine pek fazla bilgi vermeye niyeti olmayan filmin ipucu.. 


Ancak, blogda belki en çok alıntı yaptığım üç  insandan birer alıntı daha yapacağım:
Melanie Klein der ki: “Deliliğin birinci nesnesi, annedir..”
Sartre der ki: “Utanç, bir başkasının yargısı altında kişinin kendini, onun nesnesi olarak görmesi sonucunda hissettiği duygudur..”
Otto Kernberg der ki: “Aşk, bir birleşme ve kaynaşma çabasıysa eğer, nefret kendiliği nesneden ayırt etme çabasıdır..

Sonuncusundan başlarsam eğer: Aslında Sissy ve Brandon ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, aynılar: Sadece travmalarıyla başa çıkma yöntemleri farklı: Brandon, kendini kurtarmış, işi, evi olan biri, birisiyken, Sissy tam anlamıyla bir kaybeden.. Sissy, travmasının etkisinden çıkamadığından olsa gerek, tüm hayatını “bu” şekilde yaşamış.. Oysa Brandon, travmasını (ve üzerindeki etkisini) en azından gündelik hayatının büyük bi bölümünde bastırabiliyor.. Brandon’ın anlam veremediğimiz nefreti işte bu noktada devreye giriyor: Brandon, Sissy’yle olan aynılığını kabullenmemek için bu denli çabalıyor.. Çünkü Sissy’nin her davranışını kendisine yönelik bir saldırı olarak algılıyor-
evindeki porno materyalleri attığı sahne bu açıdan anlamlı: Çünkü Brandon tek kişilik dünyasından vazgeçiyor.. Otto Kernberg’in cümlesiyle paragrafı kapayayım: “Nefret, aynı zamanda derinden gereksinim duyulan geçmiş ya da potansiyel bir sevgi nesnesine yoğun bir şekilde bağlanma anlamına gelir..”

Sartre’ın söylediklerine kulak verirsek, evet, filme de adını veren Utanç (özel isim olmamasına rağmen büyük harfle yazınca bi an Lacan tadı aldım..), birçok sahnede karşımıza çıkıyor: Ancak, karakterlerin hiçbiri (David dahil) kendi başlarınayken varoluşlarından utanmıyorlar: Ancak ikinci (üçüncü) bir kişi devreye girdiğinde bu hissi duyuyorlar.. Bu açıdan David’in “kardeşi” olarak tanıttığı çocuğun aslında “kendi oğlu” olduğu sahne, Brandon’ın Sissy’ye David’in evli olduğunu söylediği sahne, Brandon’ın yalnız olduğunu sandığı kadının partnerinden dayak yedikten sonraki sahneleri bunların en güzel örnekleri.. Bir sahne daha var ki, Melanie Klein’ın alıntısına geçeceğim buradan: Brandon’ın ya ereksiyon olamadığı ya da erken boşaldığı, flörtleştiği kadınla olan sahne..

Brandon bu kadının (imdb’ye bakmaya üşenmek..) boşanmış olduğunu öğreniyor.. Ve filmi açan/kapayan metro sahnelerindeki kadın/ın yüzüğü: Evli kadın imgesi Brandon’ın travmasını canlandırıyor: Metroda “evli olmasına rağmen” kur yapan kadın Brandon’a ne çağrıştırıyor olabilir?? Evliliğe karşı olmasının sebebi ne olabilir?? Film, cevap vermiyor bu sorulara, ancak anneleri tarafından terk edilmiş iki çocuğun dramına kapı açıyorum buradan.. Ve genel kanının aksine, iki kardeşin ensest bir geçmişleri olduğunu düşünmüyorum.. Sissy’nin tek istediği kendisini sevebilecek biri: Bu denli parazit bir profil sergilemesinin sebebi de bu ilgi açlığı.. Oysa Brandon, bu sevgi açlığını inkar ediyor.. Seks yoluyla kadınları aşağılayarak öz-saygısını belli bir düzeyde tutmaya çalışıyor.. 

Gerçekten şahane bir film Shame.. Bazı travmaların ne denli ağır olabildiğini bu kadar dürüst bir şekilde gösterdiği için..

*: Michael Fassbender’in penisi de dillere destan sahiden..

Read more

The Artist


'11 yapımı Michel Hazanavicius filmi The Artist'i yeni izledim: daha.. Bazı şeylerde şimdiden anlaşalım:
i) Film, her karesinde "ben ödül almak için çekildim.." diye bağırıyor-
sessiz film olması, bağırmasına engel değil..
ii) Bu filmi nasıl konumlayacağız?? Sessiz film dönemine saygı duruşu olarak mı?? Kötü bir sessiz film olarak mı?? Pastiş mi?? İlki hariç, diğerleri üzerinden gideceğim..
iii) Wall E'nin uzun sessiz planları zamanında benzer bir histeri yaşamıştı sinema dünyası: "Ay aynı sessiz film tadında olmuş.." The Artist, bunu bir adım daha öteye taşıyor..

Brian De Palma'nın filmlerindeki (bilhassa Alfred Hitchock) pastişleri meşhurdur.. Ki, hakikaten izlenildiği zaman "o" sahneler keyif verirler.. Sonrasında Tarantino çıktı, biliyorsunuz.. Pastişleri birleştirip Kill Bill gibi ayıla bayıla izlediğimiz bir başyapıt çıkardı.. Bunun yanı sıra gönderme, adeta sinemanın alt-kültürlerinden biri, birisine dönüştü: Star Wars göndermesi yapmayan film/dizinin fenomene dönüşemediği çağlardayken, elbette, birileri de sinemanın "ilk" dönemlerine dönüş yapacaktı..

Gönderme severim, blogu az çok takip edenler de bunu bilirler.. Ancak The Artist, gönderme ya da saygı duruşu/selam çakma filan değil, adeta bir parazit gibi sessiz sinemaya yapışmış bana kalırsa ve hakikaten gözümde Gus Van Sant'ın Psycho'suyla eşdeğer düzeyde.. Filme karşı bu denli "kötü" yaklaşmamın sebebi, filmin ticari/eleştirel kaygılarının benim bünyemin kaldırabileceğinden fazla olması..

Klasiktir: Özellikle Oscar ödüllerinin ne tür filmlere gittiği bellidir: English Patient ile başlayan bir "savaş zamanlarında aşk" tandansı vardır ki, hakikaten uzun süre sırf bu formülle çekilmiş onca film izlemek zorunda kalmıştık.. Braveheart/Gladiator (gerçi kökenleri Conan'da yatıyor, orası ayrı) etkisi ise hala dinmiş değil.. The Artist de bu tür bir akım başlatacak muhtemelen.. İşte, klasik tüccar kafası karşılıyor burada bizi: Binlerce yıl önce "ipek", nasıl ki "yeni" bir ürün olarak çıktığında büyük bir Pazar yaratabildiyse kendisine, Iphone telefon sektörünü nasıl da tamamen değiştirdiyse, The Artist de, '11-'12 dünyasında "sessiz" olması dolayısıyla "ilk" olarak rahatlıkla pazarlanabilecek bir "ürün.."

Yakın tarihten birkaç örnek vererek "parazit" mevzusunu açayım biraz daha: Moulin Rouge/Chicago müzikal türüne saygı duruşunda bulunurken, aynı zamanda türe ciddi anlamda yenilikler de getiren filmlerdi-
gerçi Moulin Rouge gibi bir "inovatif" filme imza atan Baz Luhrmann'ın neden bir sonraki filminde gidip de "epeski" bir film çekme gereği duyduğunu da hiçbir zaman anlayamadım.. 
Yine geçen senenin başka bir filmi Hugo, sinemanın "ilk" dönemlerine götürüyordu bizi: Ancak bunu, The Artist gibi o dönemin kodlarıyla işleyen bir saçma bir nostalji pastişi olarak değil, sinematografisinin teknik gücüyle o dönemleri birleştirerek yapıyordu..

Bence saygı duruşundan ziyade, sessiz sinemanın paraziti bir "ürün" The Artist: '12 insanları için sinema101..



Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.