The Artist


'11 yapımı Michel Hazanavicius filmi The Artist'i yeni izledim: daha.. Bazı şeylerde şimdiden anlaşalım:
i) Film, her karesinde "ben ödül almak için çekildim.." diye bağırıyor-
sessiz film olması, bağırmasına engel değil..
ii) Bu filmi nasıl konumlayacağız?? Sessiz film dönemine saygı duruşu olarak mı?? Kötü bir sessiz film olarak mı?? Pastiş mi?? İlki hariç, diğerleri üzerinden gideceğim..
iii) Wall E'nin uzun sessiz planları zamanında benzer bir histeri yaşamıştı sinema dünyası: "Ay aynı sessiz film tadında olmuş.." The Artist, bunu bir adım daha öteye taşıyor..

Brian De Palma'nın filmlerindeki (bilhassa Alfred Hitchock) pastişleri meşhurdur.. Ki, hakikaten izlenildiği zaman "o" sahneler keyif verirler.. Sonrasında Tarantino çıktı, biliyorsunuz.. Pastişleri birleştirip Kill Bill gibi ayıla bayıla izlediğimiz bir başyapıt çıkardı.. Bunun yanı sıra gönderme, adeta sinemanın alt-kültürlerinden biri, birisine dönüştü: Star Wars göndermesi yapmayan film/dizinin fenomene dönüşemediği çağlardayken, elbette, birileri de sinemanın "ilk" dönemlerine dönüş yapacaktı..

Gönderme severim, blogu az çok takip edenler de bunu bilirler.. Ancak The Artist, gönderme ya da saygı duruşu/selam çakma filan değil, adeta bir parazit gibi sessiz sinemaya yapışmış bana kalırsa ve hakikaten gözümde Gus Van Sant'ın Psycho'suyla eşdeğer düzeyde.. Filme karşı bu denli "kötü" yaklaşmamın sebebi, filmin ticari/eleştirel kaygılarının benim bünyemin kaldırabileceğinden fazla olması..

Klasiktir: Özellikle Oscar ödüllerinin ne tür filmlere gittiği bellidir: English Patient ile başlayan bir "savaş zamanlarında aşk" tandansı vardır ki, hakikaten uzun süre sırf bu formülle çekilmiş onca film izlemek zorunda kalmıştık.. Braveheart/Gladiator (gerçi kökenleri Conan'da yatıyor, orası ayrı) etkisi ise hala dinmiş değil.. The Artist de bu tür bir akım başlatacak muhtemelen.. İşte, klasik tüccar kafası karşılıyor burada bizi: Binlerce yıl önce "ipek", nasıl ki "yeni" bir ürün olarak çıktığında büyük bir Pazar yaratabildiyse kendisine, Iphone telefon sektörünü nasıl da tamamen değiştirdiyse, The Artist de, '11-'12 dünyasında "sessiz" olması dolayısıyla "ilk" olarak rahatlıkla pazarlanabilecek bir "ürün.."

Yakın tarihten birkaç örnek vererek "parazit" mevzusunu açayım biraz daha: Moulin Rouge/Chicago müzikal türüne saygı duruşunda bulunurken, aynı zamanda türe ciddi anlamda yenilikler de getiren filmlerdi-
gerçi Moulin Rouge gibi bir "inovatif" filme imza atan Baz Luhrmann'ın neden bir sonraki filminde gidip de "epeski" bir film çekme gereği duyduğunu da hiçbir zaman anlayamadım.. 
Yine geçen senenin başka bir filmi Hugo, sinemanın "ilk" dönemlerine götürüyordu bizi: Ancak bunu, The Artist gibi o dönemin kodlarıyla işleyen bir saçma bir nostalji pastişi olarak değil, sinematografisinin teknik gücüyle o dönemleri birleştirerek yapıyordu..

Bence saygı duruşundan ziyade, sessiz sinemanın paraziti bir "ürün" The Artist: '12 insanları için sinema101..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.