Coffee And Cigarettes


'03 yapımı Jim Jarmusch güzellemesi Coffee And Cigarettes, adında geçen iki şeye bağımlı olsanız bile, her bünye için ideal olmayan bir kısa film seçkisi.. Belirli bir konusu/lineerliği olmayan film/ler, çeşitli enstantanelerden ibaret ve onca stara rağmen, başrolünde kahve ve sigara var..

(Bu arada bir film hatası buldum: No Problem'da, Alex'in yaktığı ikinci sigara esnasında planların bir tanesinde kül tablasında sigara yanarken, diğer planda sigara yok oluyor..)

Filmleri teker teker ele almayacağım, ancak birkaç film diğerlerinin önüne geçiyor haliyle: Cate Blanchett'in döktürdüğü Cousins, Tom Waits ve Iggy Pop'lu Somewhere In California ve Steve Coogan'lı Cousins?? gayet tatminkar işler..
Diğer filmlerse görece başarılı olanlar.. Açıkçası diyalogları yüzünden her bünye için ideal olmayan filmlerden birkaç tanesini (Bill Murray'ın olduğu, açılıştaki ve ikizlerin olduğu..) hiç ama hiç sevmedim misal.. Bundaki en büyük etkense o "kafa.."yı yaşayamamak-
açıkçası istekli de olduğum bir şey değil.. Kulağa doğal da gelmiyorlar hem..

Ancak, filmlerin içerdiği mizahi doz tam kararında, ancak bunun da her bünye için aynı derece komik geleceğinin bir garantisi yok.. En iyisi, herkesin izleyip, yorumunu yapması gereken, son derece kişisel bir deneyim filmi Coffee And Cigarettes.. Mutabık olunabilecek birkaç şeyiyse sonra konuşalım..

Çekimler süper, o ayrı..
Read more

The Shining


[Daha dün bir roman uyarlaması yazdıktan ve o da (tesadüfe bakın ki..) Kubrick filmi olduğundan, seçkiye film gönderen iki kişiyi de selamlıyorum buradan.. Kalpleriniz birbirine karşıymış, bence bunu değerlendirmelisiniz-
mail adreslerinizi verebilirim eğer isterseniz..]

'80 yapımı Kubrick filmi The Shining Stephen King'in aynı adlı romanından uyarlanmış ve başyapıt olarak selamlanan bir film..

Hikayesiyse kısaca şöyle: Öğretmenlik mesleğini bırakan Jack, sezonluk bir otelin ölü sezonunda bekçi olmayı kabul eder, eşi ve parapsikolojik açıdan çeşitli yetenekleri olan çocuğuyla yerleşirler.. Başlangıçta güzel olan şeyler değişmeye başlar ve ortaya bir aile trajedisi çıkar.. Bunda otelin bir rolü var mıdır?? Yoksa reenkarnasyon sanıldığından da fazla olan bir şey midir-
gerilim katayım istedim biraz..

Öncelikle film ve kitap arasındaki en büyük ayrımdan söz etmek gerekiyor: Otelin rolü: King, kitapta oteli tüm olayların sebebi olarak görür ve buna uygun trüklere başvururken, Kubrick oteli mekandan daha fazlası olarak görmüyor; daha çok karakterlerin bozulan psikolojisi düzleminde hayaletler gördüğüne ikna ediyor bizi-
climaxe doğru annenin gördüğü bir-iki hayalet hariç..
Kubrick, oteli "kötü.."lüğün kaynağı olarak görmediği için, bu yükü daha çok Jack ve Danny'ye yıkmış durumda: Anneyse olayların görece içinde olmasına rağmen, "dışarıda.." kalan bir karakter..

Jack'in alkol sorunları var, oğluna yönelik tavrı "işkence.."ye dönüşünce içkiye ara veriyor, ancak yalıtılmış hissi ve yarat/ama../ma sancıları yüzünden günden güne durumu kötüleşiyor.. Uyuyamıyor, kabuslar görmeye vs.. başlıyor.. Danny'yse yarattığı hayali arkadaşı Tony'nin "paranormal aktivite.."leri yüzünden diken üzerinde duran bir çocuk, kontrolün tamamen Tony'ye geçtiği anlarda korkuyor.. Ve Kubrick çoğu zaman kullandığı genel planlarla, devasa oteldeki üçlünün sıkıntısını görselleştirmede büyük başarı sağlıyor.. Değişimi en sert yaşayan karakter olan Jack, elinde baltasıyla sıkıntının "cinnet.."e nasıl dönüştüğünü gösterirken, değişimi içinde sürekli hisseden Danny'nin çabaları (şefi çağırması..) sonuçsuz kalıyor..

Finaldeki fotoğraf sahnesi: Kubrick bu konuda çok açık: Jack enkarne olmuş durumda-
jack'in eşiyle yaptığı deja-vu muhabbeti ve tuvaletteki diyalog da bunu destekleyen sahneler.. Aslında bir insanın yeniden insan olarak dünyaya gelmesi handiyse sıfıra yakın bir ihtimal: Film bunu göz ardı etse de, yapacak bir şey yok.. Reenkarnasyon sonucunda yeniden oraya dönmek?? Jack, bunu gayet içgüdüsel bir şekilde yapıyor, hatta yazamaması, işlerle ilgilenmemesi, "son.."u beklediğinin net göstergeleri aslında.. Eşine olan tavrı, çocuğunu görünürde sever gibi görünmesi: Otele bağlı bir adam.. Filmin Jack'in otelde olmak istemesini açıklama konusunda sıkıntısı var-
kitabın sonunu değiştirmesi belki yerinde bir tercih ve fakat, reenkarnasyon konusuna biraz daha eğilebilirdi sanki..

Teknik açıdan kusursuz bir iş Shining ve fakat, içerik açısından o kusursuzluğa yaklaşamıyor.. Jack Nicholson'ın oyunculuğuysa mükemmelin de ötesinde..
Read more

Lolita


Kubrick'in '62 yapımı filmi Lolita, bolca tartışma yaratmış aynı adlı Nabokov romanının bir uyarlaması: Romana göre soft bir yapısı olan filmi çok da sevdiğimi söyleyemem..

Hikayesiyse kısaca şöyle: Humbert, yaz için otel baktığı sırada otel sahibinin kızından fecii derecede etkilenip, orada kalmaya karar verir, bu sırada Lolita hakkında günlük tutmaya, çevresindeki kadınların ona gösterdiği ilgiden kaçmaya ve (eğer kalmışsa da..) çalışmaya vakit ayıran bi abimiz: Sırf Lolita'ya yakın olabilmek için kadınla evlenmeye razı olan, onu öldürme planları yapan adamımız, günlüğünün kadının eline geçmesiyle rahata kavuşuyor, kadın ölüyor.. Hemen Lolita'yı kamptan alan adam onunla yolculuğa çıkıyor, Lolita'ysa bir noktadan sonra sıkılmaya, ondan kaçmaya çalışıyor vs.. En sonunda Lolita'nın evlendiğini ve üstelik hamile olduğunu anlayan Humbert, buna sebep olduğunu düşündüğü Quilty'yi vurarak her şeye son veriyor..

Öncelikle filmin de her edebi uyarlamanın başına geldiği gibi, "tam.." bir tatmin yaşatmadığını söyleyerek klişeye bulanabiliriz.. Sonrasında da Lolita'nın korkunç saç modelinden de bahsedebiliriz.. neysse,, roman-film ayrımı yaparak ciddileşelim..
Romandaki seksüel imalarla, filmdeki seksüel imalar arasında dağlar kadar fark olduğunu belirtmek gerekiyor öncelikle: Aslında kitabın da bu kadar çok tartışılmasının sebebini bu oluşturuyor.. Pedofili-
buna sonra geleceğim..
En basitinden: Farlowların swinger/grup fantezilerine sadece bir cümleyle değiniliyor, Lolita'nın annesinin hezeyanları fazla üstü kapalı geçiştiriliyor, Lolita - Humbert ve Lolita - Quilty ilişkileri romana oranla çok daha "masum.." bir düzlemde işleniyor..
Ne kadar iyi bir tercih olduğu tartışmaya açılabilir bunun: Büyük ihtimalle filmin etrafında oluşacak tartışma balonunun ve gelecek tepkilerin filme zarar vereceğinden çekinen ekip, böyle bir tercihte bulunmuş olabilirler ancak, kaçırdıkları nokta şu ki, film şu haliyle "paranoyak üvey baba üvey kızına nasıl hayatı zindan eder??"den fazlasını pek içermiyor-
elimizde roman olmasaydı, açıkçası filmin pedofiliye eğildiğini söylemek bile mümkün olmayabilirdi.. Bu açıdan köşelerini fazlasıyla yumuşatmış bir film Lolita.. Ve sevmediğim yanlarından biri, birisi de bu.. Bu açıdan film pedofili konusunu tartışmak için hiç de iyi bir kaynak değil aslına bakarsanız..

Lolita'nın ergenliği, güzelliği, bastırdığı libidosu, Humbert'ın pedofilisi, aşkı ve paranoyası, perdede tuhaf bir şekilde kimya-yoksunu görünüyor: Açıkçası filmin beni iten diğer bir yapısı da bu: Artık Kubrick'in kontrol-manyaklığından mıdır, yoksa oyuncuların uyumsuzluğundan mıdır, nedir, iki kişi arasındaki "şey.."i yansıtma konusunda başarılı olamadıklarını söylemem gerekiyor: Bunda tabii ki Lolita'yı canlandıran oyuncunun da benzer yaşlarda olmasının payı var muhtemelen: Ancak, Kubrick, filmde tutuk davranıyor, Lolita'nın ilk göründüğü sahneyi düşünün bir: Filmin romanın tadını yakaladığı tek sahne bu bana sorarsanız.. Kubrick o sahnede Lolita'yı nasıl ki Humbert'ın gördüğü gibi görmemizi sağlıyorsa, filmin geri kalanında bunu başaramıyor..

Evet, bu bir erkeğin romanı/filmi: Humbert'ın yaşadığı çaresizlik konusunda belki empati kurmakta zorlanıyorum, ancak, film bu konuda taraflı davranıyor: Lolita'nın "lolita.."lığını itici bir hale getirmekte sakınca görmüyor.. Zira Humbert'ı anlattığı için Lolita'nın Quilty'yi ya da evlendiği çocuğu seçmesini bünyesi kaldırmıyor.. Da işte buradaki tek taraflı bakış açısı beni rahatsız ediyor misal..

Pedofili konusu: Aslında Nabokov biraz daha cesur olsaydı, çocuk cinselliği konusunda belki de benzersiz bir esere imza atabilirdi.. Tabu olarak değerlendirilen pedofilinin "büyük.." ayağına değil de, "küçük.." ayağına baksaydı.. Mysterious Skin'de biraz değinmeye çalıştığım bir konu/ydu bu:
"8 yaşındayken kendisinin eşcinsel olduğunun farkında Neil..
..
Filmin açılışında ve Neil'in ergenlik dönemindeki ilk "iş.."inde o şekerleme yağmuru flashbacki kullanılması boşuna diil: Neil'in "en.." mutlu olduğu an o.. Ve böylesi bi durumda, Neil'in istismara uğradığından söz etmek, sınırları oldukça zorluyor.."
Bu hissin benzerini Lolita'yı okurken de yaşamıştım.. Evet, kanunlar önünde küçük yaştaki biri, birisiyle ilişkiye girmek "suç.." ancak, çocukların ortalama olarak 1.5 yaşında mastürbasyonla tanıştıklarını düşündüğümüzde seks için devletin belirlediği (ve ülkeden ülkeye çeşitlilik gösteren..) yaşı beklemek tartışmaya açılabilir.. De, blog sınırlarını aşan bir konu bu..
Ancak, şunu söylemeliyim: Lolita, seçimlerini yaparken bilinçliydi.. Ve bu açıdan pedofil bir eser değil..
Read more

I Love You Phillip Morris


'09 yapımı Glenn Ficarra ve John Requa filmi I Love You Phillip Morris, Jim Carrey'in korkunç peruğu gibi kötü bir film..

Gerçek bir hayatı konu eden film şöyle akıyor: Steven Jay Russell görünürde evli ve çocuklu, emniyette çalışan ve kilisede klavye çalan bir adam.. Bu, görünen yüzü: Bir de herkesten gizlediği bir yanı var: Aslında eşcinsel.. Bir gün geçirdiği kaza onda büyük bir değişime yol açıyor: Come-out olan Steven son derece lüks bir gay-life yaşamaya başlıyor.. Ancak, kendisinin de söylediği gibi, bu "ucuz.." bir şey değil.. Bu yüzden dolandırıcılığa başlayan Steven hapse düştüğünde hayatının aşkı Phillip'le tanışıyor.. İkili aynı koğuşta kalmaya başlıyor, sonrasında tahliye olan Steven Phillip'in de erken tahliye edilmesini sağlıyor, Steven bir şirketin finans departmanının yöneticiliğie getiriliyor, orayı da dolandırmaya başlamasıyla sahip oldukları hayatın da standartları yükseliyor.. Yakalanan Steven hapse düşüyor, bir yolunu bulup tahliye oluyor, hapse düşüyor, kaçıyor, hapse düşüyor-
phillip de hapiste tabii bu sırada..
Kavga eden çiftimizi Steven'ın düzenlediği sahte ölüm birleştiriyor, birleştirmesine de çıktıktan sonra yakayı bu defa son kez ele veren Steven 2140 yılına kadar hapis cezası alıyor..

Filmin komedi ve dram arasında salınan tonunun dram ayağında sorun yokken, komedi kısmının daha çok durum-komedisine dayanıyor olmasının her bünye için ideal olmadığını söylemek gerekiyor.. Bana pek hitap etmeyen bu kısımları hızlıca es geçip, asıl meseleye gelmek istiyorum.. Kimlik ve gaylik..
Steven ve Phillip arasındaki "gerçek.." ilişkinin ayrıntılarını bilmediğimden, aşkları üzerine konuşmayacağım.. Beni daha çok filmin yansıttığı kısmı ilgilendiriyor.. Film, her ne kadar gay aşkını anlatıyor gibi görünse de, aslında onları alışa-yaşayageldiğimiz toplumsal cinsiyet rollerine hapsediyor: Steven son derece "aktif.."ken, Phillip'se o derece kırılgan/"pasif.." Şimdi buradan toplumsal cinsiyet konusuna uzanmayacağım ancak, karşımızdaki çiftin, herhangi bir romantik-komedideki kadın-erkekten müteşekkil çiftlerden hiçbir farkı yok.. Kendi adıma, gaylerin hiçbir şekilde bu tür kodları kabullenip, ilişkilerinde de bu rolleri "canlandırmaları.."na gerek olmadığını düşünenlerdenim.. Ancak, film bu şekilde düşünmüyor belli ki, Steven ve Phillip'in ilişkisini en ama en klişesinden bir aşk hikayesine dönüştürüp, binlerce yıllık kadın-erkek ilişki kodlarını yeniden-üretiyor.. Ve bu yönüyle film, (Ewan McGregor'un overacting tercihiyle de bütünleşince..) izlemesi son derece sıkıcı bir hal alıyor, çünkü karakterlerini (özellikle de Steven..) ayrıntılandırmıyor, Brüno'da da belirttiğim gibi, egemen kültürün gaylere bakışı da kendi klişelerini üretmiş durumda: Ve I Love You Phillip Morris de fütursuzca bu klişelere bulanıp, tek bir yeni kelime söylemiyor..
Yanisi: İki dünyaca ünlü oyuncuyu öpüştürmekle "gay filmi.." çekilmiyor.. Tabii, iki ünlü oyuncunun öpüşmesinin yaratacağı pazar için mazrufu boşverip, zarfa odaklanmak çok daha kısa ve etkili bir yöntem ne de olsa..

Oyunculuklar da özensiz geldi bana, keşke hiç çekilmemiş bir proje olsaydı..
Read more

The Dreamers


Bertolucci'nin '03 yapımı filmi The Dreamers, açıkçası herkesin sevebileceği/etkilenebileceği bir film değil.. Sebepleriyse çok dağınık olmasından tutun da, içerdiği ensest fikrine, '68'e dair söyle/yeme../dikleriyle vs vs..ye değin uzanabilir..

Öncelikle hikayesini özetleyeyim: Matthew, Paris'e Fransızca öğrenmek için gelen bir Amerikalı.. Dönemin en önemli kitlesel uyanışının sembollerinden Paris'teki Sinematek'te film izleyerek vaktini geçiriyor, arkadaşıysa yok.. Derken '68 olayları yavaş yavaş filizlenmeye başlıyor, Matthew'sa Isabelle ve Theo adında iki kardeşle tanışıyor, gayet dürtüsel davranan kardeşlerle birlikte yaşamaya başlayan Matthew bir yandan gördüklerine alışmaya çalışırken (ahah, aynı konu Türkiye'de geçseydi, "bizi ensest düşkünü olarak tanıtıyorlar.." diye ne yaygara kopardı, bir an aklıma geldi, belirtmeden geçemedim..), diğer yandan aşkı keşfedip, Theo'yla düşünsel tartışmalara giriyor.. Dışarıdaki hayattan kendilerini soyutlayan üçlü, eve atılan bir taşla sokağa çıkıyorlar..

Adım adım gitmek daha iyi bence: Öncelikle filmin temel derdi '68 üzerine bir şeyler söylemek değil, eğer öyle olsaydı, eminim ki altı çok daha dolu bir film çekebilirdi Bertolucci.. Ancak, kendisi prolog ve epilog dışında bu mevzuyla ilgilenmiyor, çünkü derdi başka.. Daha minimal bir yol çizip kendine, '68 arefesindeki üç gencin yaşadıklarına bakıyor.. Ve bu üç genç üzerinden topluma da projeksiyon tutmuyor.. Eh, çok zorlarsak belki cinsel devrim'e dair bir-iki cümle söyleyebiliriz, ancak filmin buna da yeltenmediğini rahatlıkla söyleyebilirim..

Başta da dediğim gibi, filme mesafeli duranların en büyük bölümünü filmin '68'e boşverip, 3 tane burjuvanın fantezilerine odaklanmasını gereksiz bulanlar oluşturuyor.. Bakış açınıza göre hak verip, haksız bulmak size kalmış; ancak filmden '68 motiflerini çıkardığınızda da üçlünün hikayesi gayet kendi ayakları üzerinde durabiliyor.. O yüzden "nerede benim politik alt-metnim??" diye söylenmeye gerek yok..

Ensest göndermesi: Filmin bir diğer "ateşli.." yönü de buydu, tabii ki: Isabelle (ikidir, Eva diye yazıp siliyorum..) ve Theo arasındaki duygu durumu/yoğunluğu her ne kadar erotik görünse de, bence erotizmle alakası bile yok.. İki kardeşin çıplak uyuması, birbirleriyle banyo yapması vs.. küçük yaşlarda sorun teşkil etmezken, sonrasında yasaklanır-
çocuk cinselliği konusuna geleceğim yine..
İki kardeşin davranışları aslında son derece normal: Filmin de bu konudaki yaklaşımı son derece naif aslında: Bunu yadırganlayanlarsa Matthew ve diğerleri (izleyicilerin bir bölümü..) Buradan ister nüdizme, isterseniz Batı (genellersek tüm dünya..) kültürünün çocuk cinselliğini yok sayıp, sonrasında önceden izin verilen şeyleri yasaklamaları üzerine konuşabiliriz.. Bu noktada sözü Otto Kernberg'e bırakacağım..
"... Cinsel rol kimliği ve çekirdek cinsel kimlik üzerine yapılan kapsamlı araştırmaların aksine çocukların cinsel deneyimleri üzerine hiç değilse bile, çok az araştırma yapılmıştır..

... Bilgi yokluğunun arkasında, bence, Freud'un cüretli bir biçimde karşı çıktığı bir tabu olan çocuk cinselliğinin varlığını kabul etmeye karşı direniş yatıyor.. Bu, batılı kültürde bebeğin cinsel davranışına karşı geliştirilmiş yasaklarla bağlantılıdır.. Kültürel antropoloji* bu tür yasakların yokluğunda çocukların kendiliklerinden cinsel davranış sergilediğine ilişkin deliller sunar.. Doğalcı bir kreş ortamında çocukları gözleyen Galenson ve Roiphe**, erkek çocuklarının altıncı ya da yedinci ayda, kızların ise onuncu ve on birinci ayda genital oyuna başladığını ve iki cinsin de on beş ya da on altıncı aylarda mastürbasyonla tanıştığını bulgulamıştır..

Fisher*** çocukların genital organları hakkında mantıklı düşünme yetilerinin nasıl çarpıcı bir biçimde genel mantık düzeylerinin gerisinde kaldığını; kız çocukların nasıl klitorisin farkında olmadığını ve vajinanın doğasını gizemlileştirdiğini; ve anne babaların bilinçdışı olarak kendi çocukluklarındaki cinsel baskılama deneyimlerini nasıl kendi çocukları karşısında yinelediklerini anlatır.. Yeni deliller göstermektedir ki, cinsel konulara ilişkin cehalet ergenlik dönemi boyunca sürer..

Money ve Ehrhardt**** ve Bancroft***** çocuk cinselliğinin araştırılmasına ilişkin yaygın korkudan bahseder.. Ama çocukların maruz kaldığı cinsel taciz hakkında kamuoyunun artan ilgisini düşünürsek, Bancroft'ın dediği gibi, "çocuk cinselliğini daha iyi anlama ihtiyacının çok geçmeden daha yaygın olarak kabul göreceği ve gelecekte çocukluğun bu yönüne ilişkin araştırmaların daha kolay yürütüleceği.." söylenebilir.."
Love Relations: Normality and Pathology-
alıntılara dair dipnotları yazının sonunda bulabilirsiniz..

Bu açıdan bakıldığında Theo ve Isabelle'in anne-babası diğer ebeveynler gibi davranmıyorlar.. Yani çocuklarına yönelik herhangi bir kısıtlamaları olmadığı gibi, kendileri de Isabelle'in dediği gibi yatak odalarının kapılarını açık bırakacak kadar doğal bakıyorlar "olaya.." Ancak, anne-babasının eve geldiğini fark eden Isabelle'in intihar girişimi bu açıdan çok manidar: Kendisini kendinin ya da anne-babasının değil, "ötekilerinin.." ahlaki değerlerine göre yargılayıp, suçlu buluyor.. Filmin bu sahnesi bile aslında cinselliğe dair çok şey anlatıyor..

İzole olmak: Üçlünün apartman dairesine kapanması da boşuna değil.. Aralarındaki dinamikler de: Matthew ilk önce ayrı bir odada yatıyor, Theo ve Isabelle'i gözetleyip, onların özeline tecavüz ediyor, sonraki sahnelerde de bunu ne kadar yanlış bulduğuna dair brifler çekerken, beri yandan Isabelle'le takılmaya başlıyor.. Ancak iki kardeşin arasındaki dinamiğin nasıl işlediğinden haberi olmadığı için ayırma çabası boşa çıktığında ne yapacağını bilemez hale düşüyor.. Belki Theo'nun değil ama, Isabelle'in (belki kadın olduğu için..) izole olmaya ihtiyacı var.. Kardeşi ve Matthew'la ilk sevişmesi, bekaretini kaybetmesi, odasının çok "temiz.." olmasının hepsinden öte, inşa ettiği "ev içinde ev.." kendisi hakkında öyle çok şey söylüyor ki-
bana kalırsa Isabelle'in rahminin metaforu o..
Theo'yla arasındaki nüdist ilişkinin araya giren yabancılarla çatırdamasını kabullenemeyen Isabelle, ikisini de içine alıyor.. İkisini orada öldürmeye çalışması da boşuna değil.. Ancak göbek bağını (gaz hortumu..) "dışarıdan.." gelen bir yabancı kesiyor.. İçeri giren taş, onları yeniden doğurması ve bu da ayrılmaları demek-
bir daha asla "o kadar.." yakın olamayacaklar..
Theo'nun kıskançlığı, Matthew'un güdük ahlaki brifleri/pasifist tavrı filan bir yana, bu bir kadının hikayesi her şeyden önce..

Ve sinema, açıkçası sırf göndermeleri, yeniden-canlandırmaları için bile izlenebilecek bir film The Dreamers.. Godard'a yaptığı saygı duruşları bile yeter aslına bakarsanız.. Sinemayı seviyorsanız..

*: Robert Endleman: Love and Sex in Twelve Cultures..
**: Eleanor Galenson, Herman Rophie: Sex Diffrences in Behavoir..
***: Seymour Fisher: Sexual Images of the Self..
****: John Money, Anke Ehrhardt: Man & Woman, Boy & Girl..
*****: John Bancroft: Human Sexuality and its Problems..
Read more

The Hurt Locker


[Geriden gelmek..]

Kathryn Bigelow'un '08 yapımı mocku-drama/belgeseli The Hurt Locker, etrafında özellikle kazandığı Oscarlar ve Bigelow'un konuşması sonrasında ciddi bir tartışmanın fitilini ateşlemiş, yaptığının saçmalık olduğundan dem vuranlar kadar, destekçi de bulabilmişti kendisine..

neysse,, özetleyeyim önce bi konusu, sonrasında sinema ve ideoloji/propaganda konusuna gireriz az bir şey..
Irak'ta bomba imha ekibindeyiz: Ölen bomba uzmanının yerine yeni atanan James, tarzıyla diğerlerinden farklıdır: Adeta "ölümle dans eden.." (saçma edebi betimleme kullanma arzusuna yeniliyorum zaman zaman..) James, inisiyatif kullanmadaki ısrarıyla bombaları bir bir imha ederken, zaman zaman kötü sonuçlar da alabilmektedir.. Ekibinden, sivillerden kayıpları gördükçe psikolojisi bozulsa da, o bir asker ya da filmin kendi terminolojisiyle söylersek, bağımlıdır..

Hurt Locker, konjonktürden bağımsız değerlendirildiğinde son derece başarılı bir film.. Zaman zaman adeta gerilla bir ton kazanan görsel stili, belgesel gibi akması, hepsinden de öte savaşı boşverip, ortaya çıkarmaya çalıştığı kişisel portresiyle ilgiyi hak ediyor.. Yavaş yavaş açalım: Klasik-sinemanın estetik tercihlerine birkaç sahne dışında pek yüz vermeyen film, görsel açıdan son derece etkili anlar yakalıyor, Bigelow'un kamerası bu açıdan başarılı bir iş çıkarıyor.. Belgesel gibi akmasıysa filmin derdi bağlamında yerinde bir tercih, film epik ya da lirik olmaya çalışmıyor.. Derdi bağlamında dedik, James'in portresi: Aslında son derece itici ve tam bir Amerikalı olan James, filmin açılış notunda dediği gibi ("savaş bir uyuşturucudur..") bir bağımlı: Tüm o klişe kişilik özelliklerini bir kenara bırakıp bağımlılığı üzerine konuşursak eğer, bombalar onun için tatmin aracı: Çocuğunun bile bir önemi yok..

Hurt Locker'ı, Bigelow'un Oscar'da yaptığı konuşmanın bir uzantısı olarak değerlendirmek de mümkün pek tabii: Buradan da filmin trüklerine gelebiliriz: Ve hemen ilk olarak, açılıştaki notuyla "hayır, bakın benim filmimin cümlesi bu, ben bunun üzerine yoğunlaşıyorum.." demesini not ettikten sonra, Irak işgaline dair tek bir kelime etmemesinin kabul edilebilir olup olmadığını sorgulama dışında, Iraklı çocuklarla iletişime girip, onların ölümüne üzülebilmeleri, aslında kimseye zarar vermediklerini aksine, Iraklı direnişçilerden halkı koruduklarını filan söylemeye çalışmakla değerlendirebiliriz: Filmin Irak savaşının başlangıcına dair herhangi bir yorum yapmasını talep etmek şu noktada gereksiz, zira filmin derdi bu değil.. Iraklı çocuğu politik açıdan soyutlarsak eğer, filmin draması için kullanılan bir yan öğe, ancak öylesine klişe ki, politik uzantısına girmeden daha, senaryoda aslında hiçbir işlevi olmadığını belirtmek gerekiyor..
Ve Iraklı direnişçiler konusu: Film tehlikeli sularda asıl burada yüzmeye başlıyor ve bana sorarsanız, Hurt Locker'ın en kabul edilemez kısımları da buradan filizleniyor.. Zira, direnişçilere bakışı öylesine düz ki, hepsi birer düşman: Hem askerlere, hem de sivillere.. Devletlerin terör tanımlarını kendilerine göre yaptıkları aşikar da, Hurt Locker'ın devlet politikasını böyle kör parmağım gözüne şeklinde örneklendirmesi, dahası buna alet olması benim sinirlerimi zıplatan tek noktası.. Çünkü bombalı eylemcilere dair tek bir bilgi kırıntısı vermeyen film, onları direkt olarak kötü kodluyor ve bu hamlesiyle işgal eden-direnen karşıtlığını öylesine bulanıklaştırıyor ki film tek taraflı bakış açısı fazlasıyla rahatsız ediyor.. Bu açıdan da Amerikan milliyetçiliği yapan onca 3. sınıf filmlerden ya da Roland Emmerich filmlerinden pek de bir farkı kalmıyor..

Teknik açıdan başarılı dedik, direnişçileri tek kelime ettirmiyor dedik demesine de Jeremy Renner konusuna hiç girmedik: Yidiğim: Yiğidim: Ahah, şaka bir yana, filmi sırtlayan yegane şey de kendisi.. Eğer rolünü bu kadar iyi oynamasaydı filmden nefret ederdim muhtemelen.. Saving Private Ryan'ın bile o antolojik açılış sahnesinden sonrasını izlemeye dayanamamış biri, birisi olarak bu filmi bana 3 kez izletmeyi başaran kendisine selamlarımı yolluyorum-
bunu okuyosan benimsin olm..

Propaganda dedik: En klişe cümleyi yazarsam: Sinema propaganda için en etkili yollardan.. Amerikan sineması da bu konuda giderek uzmanlaşıyor haliyle: Direkt mesajlar, yerini alegorilere, onlarsa daha alt-mesajlara, onlar da daha da gizil yöntemlere bırakalı çok oldu.. Yeni yöntemler bulmada sıkıntı çekilmeyeceği de aşikar.. Hurt Locker, doğrudan propaganda yapmıyor belki, evet, hatta direnişçiler üzerine söz söylemesine de gerek olmadığını söyleyip, işin Amerika tarafından bakıyor diyebiliriz.. Ya da Eastwood banalliğindeki gibi, "diğer cepheden..", Iraklı direnişçiler hakkında bir film de karşılayabilir bizi.. Dahası Bigelow o konuşmayı da yapmayabilirdi, o zaman da filminin teknik başarısının tadını çıkarabilir, bu tür mevzular da çok konuşulmazdı.. Bana göre demokrasi, onlara göre işgal.. Bakış açısı yahut acısı..
Read more

Black Swan


[Darren Aronofsky'nin son filmi '10 yapımı Black Swan hakkında bir şey söylemeden önce bir itirafta bulunmam gerekiyor.. İnternetten indirip izledik bu filmi, sebebiyse basit: Dayanamamak.. Buradan beni (de..) yoldan çıkarmaya çalışan Tayfun'a en içten itlafımı sunuyorum..]

Filmin konusuysa şöyle: Gayet masum görünen ve hakikaten de öyle olan balerin Nina, annesiyle birlikte yaşayan bir kızımız.. Bağlı olduğu kurum yeni sezon için çalışırken başka bir balerin daha geliyor.. Kuğu Gölü seçmelerinde hem beyaz, hem de siyah kuğuyu canlandırma seçmelerinde siyah kuğuyu canlandırmada zorluk çekeceği aşikar olmasına rağmen başrolü kapan Nina, bir yandan annesiyle, bir yandan diğer balerin Lily'yle, diğer yandan yönetmeniyle, diğer yandansa rolüyle güçlü bir savaşa girişiyor.. Ve "mükemmel.." olduğunu hissettikten sonraysa artık ölebiliyor..

Öncelikle film, birden çok temayı hızlı bir şekilde özetleyip sunuyor.. Bunları adım adım çözmeye çalışacağım..
Anne-kız ilişkisi ve La Pianiste: Filmin bu bölümlerinde seyreltilmiş bir La Pianiste izliyormuşsunuz hissini bulmak mümkün.. Bir şey olamamış anne, korkunç, ancak pek de görünmeyen bir sadizmle kızına yön vermeye çalışıyor.. La Pianiste'te nasıl ki anne kızının elbiselerini keserek, onu sürekli kontrol altında tutarak vs.. Erika'yı "birey.." olarak görmekte zorlanıyor, dahası kurduğu baskıdan kaçış yolu bulmaya çalışan Erika'ya öfke patlamaları yaşıyorsa, buradaki anne de hemen hemen aynı aslında: Baleyi Nina'yı doğurduğu için bırakan annenin bundan dolayı Nina'yı suçlaması, onun üzerinde tam bir hakimiyet kurmasıyla sonuçlanmış: Tıpkı Erika'nın annesi gibi Nina'nın annesi de kızının en iyi olmasını istiyor: Ancak bu istek, "çocuğunun mutluluğunu isteyen anne.."den farklı: "Eser.."inin, narsisistik terime başvurursak vücudunun bir uzantısı gibi gördüğü kızının en iyisi olmasını, kızı için değil, kendisi için istiyor aslında.. Psikolojide çok sevdiğim bir cümle vardır: "Deliliğin birinci nesnesi annedir.."
Odasının her yeri pembe oyuncaklarla kaplı Nina, onları çöpe atıyor, annesine karşı geliyor, odasının kapısının arkasına koyduğu odunla onu "içeri.." almıyor, annesinin elini kapıya sıkıştırıyor: Bunların hepsi kendi varlığını onaylatma çabası: Nina'nın ilk önce annesine, onun vücudunun bir uzantısı değil, "ayrı.." bir birey olduğunu kabul ettirmesi gerekiyor..

Lily ve Nina Hanım'ın Gündüz Düşleri: Annesinin yoğun baskısı altında adeta mengenede sıkışmış vaziyetteki Nina, teknik açıdan belki "kusursuz.." ancak, yönetmenin de söylediği gibi "özgür.." değil.. Devreye giren Lily'yse Nina'nın anti-tezi: Alabildiğine fütursuz bir karakter, sigara içip, haplanıyor, dans ederken çok rahat, odaya kapıyı vurmadan girmesiyle bile Nina gibi değil: Lily, olanca rahatlığıyla Nina'yla takıldıktan sonra ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi devam ederken, Nina bunu yapamıyor.. Kendisinin alternatifi olarak Lily'nin seçilmesiyle durumu Nina açısından daha da zorlaştırıyor.. Buradaki durum genel olarak kıskançlık gibi görünse de, aslında açgözlülükle alakalı-
melanie Klein sen bizim her şeyimizsin..
O muhteşem Envy And Gratitude'da der ki: "Kıskançlık öznenin en az iki kişiyle ilişki içinde olmasını gerektirir: özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına ya da alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur..
..
Açgözlülükse özneyi sürekli uyaran ama doyurulması imkansız bir istektir, hem öznenin ihtiyacından hem de nesnenin verebileceğinden fazlasına yönelen bi istek.. Açgözlülük, bilinçdışı düzlemde, memeyi boşaltmaya, kurutuncaya kadar emip tüketmeye ve tümüyle yutmaya yönelir esas olarak; başka bi deyişle, amacı yıkıcı içe yansıtmadır.."

Evet, Nina rolü, Lily'yi, yönetmeni, aslına bakarsanız kısaca her şeyi istiyor: Kıskançlık Lily'Nin gelmesiyle ortaya çıkmıyor, Nina'nın açgözlülüğü kıskançlığı doğuruyor: Lily'yle seviştiğini gördüğü rüyayı ele alalım: Onu arzuluyor.. Rol için alternatif seçildiğinde adeta krizlere giriyor, yönetmeni öperken ısırmaya yeltenmesi, ürkek çekingenliği, onu Lily'yle sevişirken görmesi.. Kendisinden önceki sezonların "little princess.."inin eşyalarını, ona benzemek için çalması.. Hepsi, hepsinin tam ortasında olma isteğinden kaynaklanıyor: Ancak bunun da şöyle bir etkisi var: İçindeki "iyi.." nesneleri yarı-bilinçli bir şekilde yok etmeye başlıyor: Aslında başından beri "kötü.."ydü, çok küçükken bile: İçine yansıttığı "iyi.." şeyler, onu kaygıdan koruyordu, ancak kaygıyla baş edemeyecek duruma geldiğinde hızlı bir şekilde onları yıkmaya başlıyor..

Ben'lik ya da Perfect Blue: İçe yansıtmanın yıkılmasıyla Nina'nın benliği de bundan zarar görmeye başlıyor haliyle: Bu noktadaysa başka bir film, Perfect Blue'daki imgeler aklıma geliyor ister istemez.. Black Swan Perfect Blue kadar kompleks bir film değil belki ancak, baş karakterlerin dönüşümleri ve zihin düzlemleri bağlamında paralellikleri fazlasıyla bulmak mümkün: Bir üstteki bölümle birlikte değerlendirildiğinde, Nina, içinden siyah kuğu'yu çıkarmak için çabalarken, ona dönüşüyor.. Bir bedende iki benlik, siyam ikizi: Zirvesini kendini bıçaklayarak bulan..

Sanatçı hissi ve seksüel uyanış bölümlerini de ele almayı düşünüyordum, lakin sıkıldım.. Şimdi de eleştiriler: Öncelikle filmdeki geçişler her ne kadar derdini anlatabilecek düzeyde olsa da, fazlasıyla köşeli, altı kalınca çizilmiş şekilde ifade edildiğinden göz yoruyor: En basitinden masumluğu illa peluş oyuncaklarla mı vermemiz gerekiyor?? Peluş oyuncağı olmasaydı Nina'nın derdimizi anlatmakta zorlanır mıydık?? Filmin görsel dili bu açıdan bana sorarsanız fazlasıyla tek düze ilerliyor: Öyle ki, fragmanda bile kendine yer bulan omuzdan tüy çekme sahnesinde olduğu gibi, psikolojik gerilimi "somut.."laştırma çabaları filmine göre gayet işlevsel olabilir, ancak bu filmde -bence, yerini bulmuyor..

Aronofsky'nin Fountain sonrası klasik-sinemaya doğru yol alması kendi tercihi de, bana sorarsanız sağlam senaryosuna, sinematografisine rağmen ruhsuz bir film Black Swan..
Read more

The Truman Show


'98 yapımı Peter Weir filmi The Truman Show, süper ötesi bir güzellik, bir klasik.. Al işte, yazı bitti.. Bu kadardı zaten söyleyeceklerim.. Uzun bir yazı olmayacakmış gibi hissediyorum hem..

Hikayesi kısaca şöyle: Truman Burbank daha doğumundan itibaren kendi adını taşıyan tv şovunun yıldızıdır.. Şovsa dünyanın o zamana kadar gördüğü en büyük platoya sahip: İnşa edilen adada yaşayan Truman'ın çevresindeki her şey sahteyken, sadece kendisi gerçek.. Ancak ölmüş olan babasının bir gün yeniden karşısına çıkmasıyla paranoyası da başlıyor-
bir de geçmişte Slyvia'nın söyledikleri var..
Her şeyin aslında yalan olduğunu düşünmeye başlayan Truman her ne kadar yatışmış görünse de, bir gün tüm korkusunun üzerine giderek "gerçek.." dünyaya adım atmak için yola çıkıyor..

Film, '90larda fırtına gibi esmeye başlayan reality-show anlayışını bir adım daha öteye taşıyarak tüm hayatı bunun üzerine kurulu bir adamı konu ediyor: Bu akımın ilk öncülerinden The Real World'ün yarattığı etki dışında, Big Brother'ın ilk denemesi yapıldıktan bir yıl sonra gösterime giren film, çok sağlam senaryosuyla takdiri fazlasıyla hak ediyor: Tartıştığı pek çok şey var: Medya eleştirisi, insandaki (zaman zaman sadistik bir ton kazanan..) gözetleme hissi, Christof'un Truman'a karşı beslediği hisler ve ortada olan bir yaşam hakkı: Nasıl olmalı?? Seçme şansı var mı??

Şu son iki şey hakkında birkaç kelam edeyim: Christof'un Truman'ı daha doğumundan itibaren her anını kaydetmesi bir yana, onun yaşamına yön verişiyle (hapishane benzetmesi yapmayacağım, korkmayın..) aslında etik açıdan oldukça sorgulanabilir bir duruma geliyor: Zira, her ne kadar onun ihtiyaçlarını karşılasa, eğitim, sağlık, barınma vs.. konularda bir "ihlal.." yapmasa da, yaptığı manipüle etme gücü öylesine korkunç ki, bir insanın Tanrı'sı konumuna geliyor.. Peki kendisi bu hakkı nereden buluyor?? Böyle bir hak var mı dahası?? Dramatik sos dökerek servis ettiği ilk adım, ilk diş çıkarma vs.. gibi şeyler bir yana, baba kaybıyla gelen deniz-travması gibi bir fikri çocuğa aşılaması kabul edilebilir gibi değil: Beri yandaysa bu "suç.."a ortak olan, dahası kocaman bir Truman endüstrisi yaratan seyirci kitlesi var: Filmin diğer eleştirel kısmı da burada yükseliyor, mükemmel final sahnesi kadar, 10.000 küsur gün boyunca Truman'ı izleyen "halk.." da en az Christof kadar suçlu..

Beri yandan Christof'un Truman'la kurduğu baba-oğul ilişkisi de ilginç: Uyurken ekrandan Truman'ı seven, dahası ona böylesi bir "cennet.." inşa eden Christof, her ne kadar röportajda Truman'ın seçimlerinde özgür olduğunu belirtse de, climaxte onu öldürmeye teşebbüs edişiyle korkunç bir figüre de dönüşüyor: Filmin leitmotifli final sahnesi çok güzel olsa da, Christof'un yaşadığı duygu durumu da son derece epik bir hale getiriyor..

Hiçbir zaman özgür olmamış bir adamın hikayesi: Sartre'ın insanı özgürlüğe "mahkum.." etmesi boşuna değildi halbuki..
Read more

Srpski Film


'10 yapımı Srdjan Spasojevic filmi Srpski Film, oldukça "ilginç.." bir fikri konu eden, ilginç bir film: İçerdiği fikirlerle dikkate değer bir hal alıyor almasına da genel olarak bakıldığında oldukça başarısız..

Hikayesiyse kısaca şöyle: Milos, Sırbistan'ın en ünlü porno oyuncularındandır, iyi bir kariyeri olmasına rağmen, bir süredir bu tür yapımlarda rol almasa da eşi ve çocuğuyla mutludur.. Derken bir arkadaşı ona büyük bir teklifle gelir.. Özel müşterileri için film çeken bir yönetmen, senaryosu gizli bir film çekmek istemektedir Milos'la: Kendisi teklifi kabul eder, ancak işler çığrından çıkmaya başladığında işi bırakmak ister: Bu noktadaysa devreye ilaçlar girer, damızlık haline gelen Milos önüne geleni sikmeye başlar ve en sonunda karısını, çocuğunu siktikten sonraki travmayla ailecek başa çıkamadıkları için intihar ederler.. Ancak işler burada da bitmez..

Filmde pedofil çağrışımının yanında yeni-doğan bebeğe tecavüz, ensest, içine boru sokan bir kadın, döverek-sikerek-keserek öldürme vs.. gibi son derece "uç.." sahneler var.. Evet, Srpski Film pornoya dair kafa yorup etkili şeyler söylüyor da, ah keşke kendini bu kadar ciddiye almasaydı..

Öncelikle filmdeki pornoyu ele alalım: Bunu birbirine taban tabana zıt iki farklı şekilde değerlendirmek mümkün.. İlki, porno üzerine bir etüt, diğeriyse absürt bir Rocco Siffredi parodisi-
ahah, keşke böyle olsaydı..
Milos, sektörün içinden olmasına rağmen, yönetmenin temsil ettiği yeni-nesil pornodan tiksiniyor: Çocuk görüntülerinden rahatsız oluyor, yeni-doğan bebeğe tecavüz edildiği sahneyi izlerken kötüleşiyor vs.. Bu yönüyle film, insani bir boyut kazanıyor: Sahneler giderek extreme bir boyut kazanırken, Milos kendi iradesiyle oynamıyor zaten: İlaçlar yüzünden böyle davranıyor.. Ancak filmin pornoya dair öngörüleri zaten gerçekleşmiş durumda: Evet, öylesine bir talep var ki filmdekine benzer materyalleri bulmak mümkün-
snuff boyutunu ayrı tutarak..
Ve -yine, o bildik konuya geliyoruz ister istemez.. İçgüdü ve tabu/lar.. Ensest, pedofili, nekrofili vs vs.. gibi şeylerin binlerce yıllık tabulara rağmen ayakta durabilmeleri.. Ayakta durabilmeleri diyorum, çünkü bunlar her ne kadar toplumun geneli tarafından katı bir biçimde yasaklansa ve sembolik ya da toplumsal/yasal sınırlandırmaları/cezaları olsa da, bu içgüdülerin "bir türlü.." engellenemiyor oluşlarının sebebi kelimenin sözlük anlamında gizli: "Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranış, insiyak, sevkitabii.." TDK, Türkçe Sözlük..
Film tabuların üzerine gidişiyle izleyen birçok kişiyi tiksindirmeyi "başarıyor.." Ancak burada bir ayrım yapmak gerekiyor: Film, tabuların sadece üzerine gidiyor: Onlar üzerine herhangi bir fikir teatisi yapmıyor, tabu hakkında belirgin bir tavrı yok: Sadece onları yıkan kişiler var: Ancak Milos'un sahnelerinde olduğu gibi, "bilinç.."li bir yıkım değil bu-
yeni-doğan sahnesindeki adamın bilinçli mi yoksa bilinçsiz mi olarak yaptığını da bilmiyoruz misal.. Ve açıkçası bu tavır, filmi entelektüel açıdan aşağıya çekiyor: Zira ortadaki durum üzerine konuşmak için donemiz bile yok: Adam kendi oğlunu sikiyor sikmesine de, burada konuşulması gereken adamın kendisi değil, onu yönlendiren zihin oluyor: Ve fakat, film buna da bir cevap vermiyor: Çünkü o da bir başkasından emir alıyor.. Ya onlar?? Haklarında bilgimiz yok-
buraya geleceğim yine..

Film bu muğlak tavrıyla yakaladığı "büyük balık.."ı elinden kaçırıyor ne yazık ki.. Tabu/lar hakkında tek bir doğru düzgün laf etmeden bitiyor..

Beri yandan içerdiği fecii absürt-gore fikirle film, etkili bir parodi potansiyeli de taşımasına rağmen, bu konuda da varlık gösteremiyor: Oysa ki, Rocco'ya dair yapılan göndermeler (Milos'un piyasanın en çok aranan ismi olması, büyük penisi, sert stili, uzun süre ereksiyonda kalması, evli ve çocuğunun olması..) nokta atışı niteliğindeyken ve hakikaten absürt sahneler barındırırken (göz sikme, Milos'un iğneyi soktuğu ablanın boruyla giriştiği aksiyon sonrasında ölmesi vs..) ve daha da önemlisi pornoya dair yaptığı tespitleri daha da etraflıca işleyebilseydi bana göre film zeki bir parodi olup çok hızlıca kült olabilirdi ve fakat ne yazık ki, bu fırsatı da kaçırmış durumda-
bunu çok iyi başaran başka bir "Sırp filmi.."ni yakın zamanda bu seçki bittikten sonra blogda konu edeceğim..

Ve güç meselesi-
hayır, filmi Sırbistan özelinde metaforik okumayacağım..
Filmin son sahnesi bu açıdan oldukça işlevsel: Çünkü "büyük yönetmen.."in arkasında başka biri, birileri var.. Ve onlar yarım kalan filmi devam ettirmeye kararlılar.. Porno endüstrisinden soyutlayarak, genel bir endüstri/kapitalizme uzanabiliriz.. Yatırımın geri-dönüşü için her yol mübah.. Acımasız sistem.. Ancak klişeye girdiği için uzatmayacağım, gerisini kendiniz de getirebilirsiniz zaten..

Filmin kendini ciddiye alma meselesi: Yönetmen karakterinin ölmeden önceki sahnede kendini kaybedip söyledikleri her şeyi özetliyor aslında..
Read more

Ôdishon


'99 yapımı Takashi Miike filmi Odishon, son derece etkileyici olmayı başarabilen çift-yönlü bir dram, bir kafes-
ayrıca blogdaki ilk Miike incelemesi olmasıyla da ayrı bi yere sahip: İstek gönderen kişiye teşekkürler-
bi ara da adamın filmografisini değil de, seçkisini yapayım bari..

Film kurgusu yüzünden kafa karıştırıcı gibi görünse de aslında değil.. Hikayesiniyse kafa karıştıran kısma kadar özetleyeyim: Bir adamımız var, orta yaşlarda.. Daha filmin açılış sahnesinde sevdiği kadın ölüyor ve ellipsisle 7 yıl sonrasına uzanıyoruz.. Görünürde hayatından memnun olan adamımız evlenmeye karar veriyor ve bir arkadaşı bu konuda ona yardımcı oluyor.. Filme oyuncu seçme bahanesiyle adamımız da kendine eş seçmeye çalışıyor.. Ancak Asami adlı kadından daha özgeçmişini okur okumaz etkilenen adamımız "ille de bu.." diye tutturunca arkadaşından bi "ağır ol.." tepkisi alıyor.. Sonra çiftimiz birlikte takılıyor, ediyor filan derken..

Daha filmin başlangıç sahnelerinden birinde Shigeharu'nun rüyasında eşini görüşünü izliyoruz.. Filmin en "özel.." sahnelerini barındıran evde bekleyen Asami imgesiyse Shigeharu'nun delüzyonladığı anlar.. Ve işkence sahneleri: Hepsi Shigeharu'nun kabusları..

İkinci kez şu alıntıya başvuracağım..
"Bilinçdışı fantezi faaliyeti dış dünyada yer alan güncel olaylara sızar ve bunlara anlamını verir.." Melanie Klein, The Origins Of Transference..
Yavaş yavaş gidelim..
İlk önce Shigeharu'nun çevresindeki herkes "evlen artık.." moduna geçiyor, işyerindeki sekreterinin evlilik haberi de bunun üstüne gelince evlilik halesinin içinde kalıyor Shigeharu.. Doğru kişi olduğunu düşündüğü kişi hakkında yakın arkadaşı ondan hoşlanmadığını, daha sonraysa referans verdiği kişinin ortadan kaybolduğunu belirtiyor.. Ve bu düşünceler etrafında eşinin bir ağacın arkasına saklandığıyla, Asami'nin odasındaki bir çuvalla onun aramasını beklediğini görüyor..
Eşi ağacın arkasına saklanarak onun hayatından çıkmaya başladığının sinyalini verirken, Asami'nin hiç arkadaşının olmayışı, verdiği referansın ortadan kaybolmasını birleştiren Shigeharu onu korkunç bir şekilde hayal ediyor-
miike, bu sahnelerin rüya olduğunu çok açık belli ediyor misal..
Muhtemelen bu imge onu etkilemiş olacak ki birkaç gün Asami'yi aramıyor.. Kızın hiç arkadaşı olmadığından bu süre boyunca ne yapacak?? Tabii ki bitkin düşene kadar telefonun başında bekleyecek: Ve o filmin doruk noktası: Çalan telefonun yarattığı buz gibi gülümseme-
buradaysa Miike'nin daha sonradan gayet net örneklerini göstereceği bir "endişe.." var..
Asami'nin açıklamaları, travmatik geçmişi, gösterdiği yarası, "sadece beni sev.." demesi Shigeharu'da öylesine bir etki yapıyor ki, işkence gördüğüne dair kabuslar görmeye başlıyor ve hepsi birbirinin içine geçiyor..
Anne-babası boşandıktan sonra başka bir tanıdıklarında kalmaya başlayan Asami orada "işkence.." diyebileceğimiz muamelelere maruz kalmış, ancak buna rağmen yılmayıp baleyle devam etmeye karar vermiş bir kız çocuğu aslında.. Sonrasında belini sakatladığı için vazgeçmek zorunda kalmış olmasına rağmen, hayata tutunmaya devam edebilmiş..
Ancak tüm bu bilgileri Shigeharu çarpıtmaya başlıyor.. Sebebiyse kastrasyon endişesi.. Asami'nin kendisini dikizleyip/dağlayan üvey-baba-piyano hocasını başını keseretk (hadım ederek..) öldürmesini, çalıştığı barın sahibesiyle arasındaki lezbiyen görünümlü ilişki yaşadığını, ancak kadını sonradan öldürdüğünü ve ekstradan üç parmak, bir kulak ve dil olmasını, "ortadan kaybolan.." referans kişiyi evindeki çuvalda yıllardır tutup, onu kusmuğuyla beslediğini ve nihayet kendi evine gizlice girip içkisine ilaç katıp, akupunktur iğneleri ve çelik telle kendisine işkence edişini birer birer kurguluyor Shigeharu-
bu sırada hayatındaki kadınlar da oral seks sahnesinde sıra geçidi yapıyorlar..
İlginç olansa Shigeharu'yu oğlunun kurtarması: Evlilik fikrini adamın kafasına ilk sokan kişinin Asami'yi öldürebilmesi..

Bu kabus sahneleri özelinden Shigeharu'nun bilinçaltını didikleyebiliriz: Var olan kastrasyon endişesi öylesine güçlü ki, savunma mekanizmalarından yansıtarak özdeşleşme devreye girerek Asami'yi çarpıtarak algılamaya başlıyor.. Eh, kimse kusursuz değildi, değil mi??
Beri yandan daha da genel konuşursak altta yatan kastrasyon endişesinin yarattığı bir durum daha var: Gündelik hayatta kadınlara bakış.. Burada da gördüğümüz Shigeharu'nun handiyse misojinist bir profil çizmesi.. Karpuz seçer gibi eş seçme yarışmasına balıklama dalması, tanıtım yazılarını okuması, "şöyle şöyle özelliği olsun.." demesi, sekreterine soğuk davranması vs..

Film hakikaten çok başarılı.. Tema müziğiyse süper..
Read more

Cloverfield


'08 yapımı Matt Reeves filmi Cloverfield, ne kadar farklı görünse de, aslında bir şablondan ibaret oluşuyla benim gibilerin zerre hazzetmeyeceği filmlerden..

Önce hikayesi: Bilinmeyen bir şekilde bir canavar New York'a saldırır, bu sırada partileyen bir grup gençse olayın şokuyla kaçmaya/kaydetmeye çalışırken, esas oğlanın sevdiği kız yaralandığı için kendilerini kurtarmak yerine kızı kurtarmaya karar verirler ve yola koyulurlar..

Evet, daha fragmanından başlayarak etrafında bir merak halesi yaratmayı başaran Cloverfield, ne yazık ki bunun altını dolduramıyor.. Doldurmaya da pek çalışmıyor aslında, çünkü güvendiği bir şeyi var: Teknik özelliği.. Buraya gelmeden önceyse felaket filmleri üzerine konuşmak gerek biraz-
zira başka felaket filmini konu etmeyebilirim :))

Ölümcül etkileri olan bir "şey.."in (ki, arılardan örümceklere, köpek balıklarından piranalara, dinozorlardan uzaylılara, virüslerden yaratıklara, volkanlardan depremlere, küresel ısınmadan, meteorlara vs.. vs..) bir yere saldırmasıyla başlayan olaylar zincirini işleyen filmleri genel olarak ikiye ayırmak mümkün: Eğlencelik olanlar ve metaforik olanlar.. Eğlencelik olanlarda mantık aranmaz, aranması için de sebep yoktur, zira çekenler de en az izleyenler kadar olayların ne derece fizik-üstü seyrettiğinin bilincindedirler.. Beri yandan metaforik olan filmlerse belli bir derdi olan, ve bu derdini anlatmak için o figürü seçen ve genellikle daha bir saygı gören filmlerdir.. Bunlarda metaforu ya da alegoriyi anlamaya illa gerek yoktur, film dramatik açıdan belli bir düzeyin üzerinde çatıldığı için kendisini izletir.. İlk gruba Roland Emmerich filmlerini dahil edebilirken, ikinci gruba Gojira ya da Jaws'ı dahil edebiliriz..

Ancak, olayın bir de şu boyutu var: Bu filmler neden bu kadar çoklar?? İnsanlar başkalarının başına gelen felaketleri neden izlemek istiyorlar?? Buna çok çeşitli sebepler öne sürülebilir, ancak köklerini çok eski çağlarda infazların/idamların halka açık yapılıyor olmasında izini sürebiliriz gibime geliyor.. Ortadaki "kurban.."ı izlemenin yaşattığı dramatik etki kişiden kişiye değişiklik gösterebilir tabii, ancak özdeşleşme nasıl oluyor??
Kurbanla özdeşleşme çok da rastlanan bir şey olmasa gerek, daha çok güvende olmanın verdiği hisle kurbanı kendinden ayırarak gerçekleşen bir durum var.. Bu filmlerse kurban gibi görünen, ancak çıkış yolunu illa ki bulan (yarı-ayrılmış benlik gibi düşünebileceğimiz..) bir figür kullanıyorlar.. Kahraman değil, hayır, izleyene daha yakın bir kişi bu: Tek yaptığı hayatta kalmak.. İnsanın öncelikli güdüsünü doyuran bu figür gerçekten işlev görüyor..

Cloverfield'sa ilk gruba denk düşen bir yapım.. Çok zorlarsak, Yaratık'ı 11 Eylül sonrası paranoyanın ete-kemiğe bürünmüş hali olarak yorumlayabiliriz, ancak film bu konuya dair de herhangi bir işaret sunmuyor.. Daha doğrusu filmin herhangi bir derdi, dert anlatma gibi bir çabası da yok: Çoğu filmde bulabileceğiniz en klişesinden bir aşk öyküsünü merkezine alıp, izleyeni de peşinden sürüklemeye çalışıyor.. Düşük bütçesi dolayısıyla birkaç sahnesi hariç ne aksiyon verebiliyor, ne de ite-kaka ilerleyen senaryosuyla aşk-fedakarlık düzlemine eğilebiliyor..

Filmin en çok öne çıkan yönüyse çekim tekniği: Amatör kamerayla çekilmiş hissi veren görüntüleriyle film yeni-nesil sinemanın öncüllerinden olsa da, bunu Rec kadar iyi kotaramadığı da ortada.. İnsan biraz da özen istiyor.. Ve bana sorarsanız film büyük sahneleri (Özgürlük Heykeli'nin kafasının uçtuğu, köprünün yıkıldığı..) dışında son derece özensiz, hatta zaman zaman bayağı bir görüntü yönetmenliği çalışması içeriyor..

New Yorklular, genellersek de Amerikalılar bu filmi en azından evlerinde izledikleri için etkilenebilirler, ancak deplasman seyircisi için hiçbi özelliği olmayan bir film bence Cloverfield-
sana futbol terminolojisi yaptım..
Hem sıkılmadınız mı bu tür yapımlardan??
Read more

Big Fish


Tim Burton'ın '03 yapımı filmi Big Fish, oldukça etkileyici olmasına rağmen, nasıl derler, biraz eksik kalmış bir film bana kalırsa: Sebepleri üzerine konuşuruz, da önce hikayesini özetleyeyim..

Bir baba var, kendisi sürekli hikayeler/masallar anlatan bir figür, bir de oğlu var: O ise baba olmak üzere.. Çocuğun evlilik seremonisinden sonraki kutlamada babası yine aynı hikayesini anlatınca kavga ediyorlar ve uzun bir süre görüşmüyorlar: Bir süre sonra durumu kötüleşen babasını ziyaret eden çocuk, babasının farklı yönlerini keşfedip, hikaye ve masalların önemini kavrıyor.. Babasıysa özgür bir büyük balık olarak ölümsüz oluyor..

Filmin fecii başarılı bir casting, görüntü ve müzik yönetmenliği içerdiğini belirtmeliyim her şeyden önce: İzlemeye doyamadığım Ewan McGregor bir yandan, Helena Bonham Carter diğer yandan, Steve Buscemi ve Denny Devito diğer yandan filan, süperler.. Filmin can alıcı görsel başarısı da içinde Tim Burton olduğu için tahmin/tatmin edilebilir düzeyde..

Eh, bir de şu var: Sizden gelenler seçkisinde bu filmi yazan arkadaşın "baba problemlerine bire-bir.." gibi bir not iliştirmesinden de anlaşılacağı üzere, "baba.." konusundaki iyi filmlerden biri, birisi: Ancak ben, filmi baba-çocuk meselesinden ziyade kuşak çatışması ve filmin arka planındaki Amerika'ya bakış çerçevesinde ele alacağım..

Kuşak çatışmasının ne derece kötü olduğunu görmek/bilmek için bu filme ihtiyaç yok tabii de, ancak film bunu naif bir biçimde ele aldığı için "keşke benim de böyle bir babam olsa.." minvalli bir duygu durumu/yoğunluğu yaşatmayı kimi bünyelerde (bende değil..) başardığını söylemek için medyum olmaya gerek yok sanırım.. Da, işte sorun şu ki izlediğimiz gayet "kişisel.." bir öykü: Yani, mail notunu yazan arkadaşa itlafen söylersem eğer "hayır abicim, bu film her baba sorunlu kişinin izlemesi gereken bir film değil.." Şöyle bir not olsaydı karşı çıkmazdım bak: "Kuşak çatışması hiç böyle güzel anlatılmadı.." Çünkü çocukla baba arasındaki temel sorun iletişimsizlik olduğu kadar, babanın davranışlarının, hikayelerinin saçma olmasıyla da alakası var: Çocuk içinde yetiştiği koşullar bağlamında babasını "tuhaf.." buluyor ancak onun anlattığı hikayelerden zerre hoşlanmıyor: Babaysa, içinde yetiştiği kuşak çok farklı olduğundan gerçeğin o soğuk keskinliğinden kaçma konusunda füge başvurarak daha "bizarre.." şeyler ortaya çıkarıyor..

Bu kısım önemli zira, filmin arka planında tıkır tıkır işleyen bir "Büyük Buhran sonrası Amerika.." fotoğrafı var: Ülke yeni yeni toparlanmaya başladığından fırsatlar da kol geziyor haliyle: "Fakir.." halkı eğlendirmek için kurulan sirkler, denetimsiz mali sektör, iflas eden bankalar, soyguncular, ekonomik spekülasyonlar, "kasaba.." satın almalar, birden zengin olmalar filan: Hakikaten etkili bir "dönem.." filmi var karşımızda.. Ve baba karakteri de o sistemde ayakta kalmak isteyen biri, birisi.. Ve bana sorarsanız göründüğü kadar da "masum.." değil-
bu kısmı geçelim, eheh..
Böylesi bir dönemde evinden uzakta kalması da doğal: Ancak çocuğumuzsa babasının anlattığı saçma hikayelerden o kadar baymış durumda ki, "gerçek.."le yüzleşmek istiyor.. Hikayelerdeki gerçeklerle yüzleştiğinde babasına olan bakışı da değişiyor haliyle, ki zaten sonrasında da film kırılıp göz yaşartma potansiyeli taşıyan bir drama dönüşüyor..

Ve fakat, film her ne kadar "iyi.." olsa da, hikaye ve geçişlerini sevmedim misal ben: Bu da Amerikan kültürüyle ve benim ona bakış açımla alakalı biraz.. Onun dışında Ewan çok tatlı, yirim..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.