Cloverfield


'08 yapımı Matt Reeves filmi Cloverfield, ne kadar farklı görünse de, aslında bir şablondan ibaret oluşuyla benim gibilerin zerre hazzetmeyeceği filmlerden..

Önce hikayesi: Bilinmeyen bir şekilde bir canavar New York'a saldırır, bu sırada partileyen bir grup gençse olayın şokuyla kaçmaya/kaydetmeye çalışırken, esas oğlanın sevdiği kız yaralandığı için kendilerini kurtarmak yerine kızı kurtarmaya karar verirler ve yola koyulurlar..

Evet, daha fragmanından başlayarak etrafında bir merak halesi yaratmayı başaran Cloverfield, ne yazık ki bunun altını dolduramıyor.. Doldurmaya da pek çalışmıyor aslında, çünkü güvendiği bir şeyi var: Teknik özelliği.. Buraya gelmeden önceyse felaket filmleri üzerine konuşmak gerek biraz-
zira başka felaket filmini konu etmeyebilirim :))

Ölümcül etkileri olan bir "şey.."in (ki, arılardan örümceklere, köpek balıklarından piranalara, dinozorlardan uzaylılara, virüslerden yaratıklara, volkanlardan depremlere, küresel ısınmadan, meteorlara vs.. vs..) bir yere saldırmasıyla başlayan olaylar zincirini işleyen filmleri genel olarak ikiye ayırmak mümkün: Eğlencelik olanlar ve metaforik olanlar.. Eğlencelik olanlarda mantık aranmaz, aranması için de sebep yoktur, zira çekenler de en az izleyenler kadar olayların ne derece fizik-üstü seyrettiğinin bilincindedirler.. Beri yandan metaforik olan filmlerse belli bir derdi olan, ve bu derdini anlatmak için o figürü seçen ve genellikle daha bir saygı gören filmlerdir.. Bunlarda metaforu ya da alegoriyi anlamaya illa gerek yoktur, film dramatik açıdan belli bir düzeyin üzerinde çatıldığı için kendisini izletir.. İlk gruba Roland Emmerich filmlerini dahil edebilirken, ikinci gruba Gojira ya da Jaws'ı dahil edebiliriz..

Ancak, olayın bir de şu boyutu var: Bu filmler neden bu kadar çoklar?? İnsanlar başkalarının başına gelen felaketleri neden izlemek istiyorlar?? Buna çok çeşitli sebepler öne sürülebilir, ancak köklerini çok eski çağlarda infazların/idamların halka açık yapılıyor olmasında izini sürebiliriz gibime geliyor.. Ortadaki "kurban.."ı izlemenin yaşattığı dramatik etki kişiden kişiye değişiklik gösterebilir tabii, ancak özdeşleşme nasıl oluyor??
Kurbanla özdeşleşme çok da rastlanan bir şey olmasa gerek, daha çok güvende olmanın verdiği hisle kurbanı kendinden ayırarak gerçekleşen bir durum var.. Bu filmlerse kurban gibi görünen, ancak çıkış yolunu illa ki bulan (yarı-ayrılmış benlik gibi düşünebileceğimiz..) bir figür kullanıyorlar.. Kahraman değil, hayır, izleyene daha yakın bir kişi bu: Tek yaptığı hayatta kalmak.. İnsanın öncelikli güdüsünü doyuran bu figür gerçekten işlev görüyor..

Cloverfield'sa ilk gruba denk düşen bir yapım.. Çok zorlarsak, Yaratık'ı 11 Eylül sonrası paranoyanın ete-kemiğe bürünmüş hali olarak yorumlayabiliriz, ancak film bu konuya dair de herhangi bir işaret sunmuyor.. Daha doğrusu filmin herhangi bir derdi, dert anlatma gibi bir çabası da yok: Çoğu filmde bulabileceğiniz en klişesinden bir aşk öyküsünü merkezine alıp, izleyeni de peşinden sürüklemeye çalışıyor.. Düşük bütçesi dolayısıyla birkaç sahnesi hariç ne aksiyon verebiliyor, ne de ite-kaka ilerleyen senaryosuyla aşk-fedakarlık düzlemine eğilebiliyor..

Filmin en çok öne çıkan yönüyse çekim tekniği: Amatör kamerayla çekilmiş hissi veren görüntüleriyle film yeni-nesil sinemanın öncüllerinden olsa da, bunu Rec kadar iyi kotaramadığı da ortada.. İnsan biraz da özen istiyor.. Ve bana sorarsanız film büyük sahneleri (Özgürlük Heykeli'nin kafasının uçtuğu, köprünün yıkıldığı..) dışında son derece özensiz, hatta zaman zaman bayağı bir görüntü yönetmenliği çalışması içeriyor..

New Yorklular, genellersek de Amerikalılar bu filmi en azından evlerinde izledikleri için etkilenebilirler, ancak deplasman seyircisi için hiçbi özelliği olmayan bir film bence Cloverfield-
sana futbol terminolojisi yaptım..
Hem sıkılmadınız mı bu tür yapımlardan??

1 yorum:

Adsız dedi ki...

hayır

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.