Crash





Cronenberg'in '96 yapımı filmi Crash'a bayılıyorum -her defasında.. 

Vampir mitine aşinayız hepimiz: Crash'taki "kabile"yi de benzer bir şekilde konumlandırıp, onların buram buram fetişizm kokan kurallarına göre filmi izlediğimizde Crash kültleşiyor; öyle ki kimi sahnelerde kendinizden geçmeniz bile olası.. 
Bununla birlikte "gerçek dünya" kabul ettiğinizde filmi saçma, dahası anlamsız bulmanız da mümkün: Ki, bunca seveni kadar, nefret edeninin olmasını da açıklıyor bu: Çünkü son derece dürtüsel bir şekilde hareket eden karakterlerin, "hani marjinal bizdik??" tandanslı yaklaşımları kimi bünyelere de son derece itici, bayağı gelebilir normal olarak..

Filmde, bir kaza sonrası adeta underground bir oluşumun parçası olan James ve o grubun yaşadıklarıyla, James'in eşinin "dışarıda" kalmışlığını izliyoruz.. Öncesinde de James ve eşi son derece açık bir ilişki yaşıyorlar: Birbirlerini aldatıyorlar, hatta bundan birbirlerine de bahsediyorlar.. James, kaza sonrasında gruba dahil olurken, eşi uzun süre dışarıda kalıyor: Hatta onlar gibi olmak/hissetmek için hem kendisi çabalıyor, hem de Vaughan ve James tarafından "zorlanıyor"-
bu kısma sonradan geleceğim..

Dürtüsel eylemleri kadar dudak uçuklatacak fetişizmleriyle de öne çıkan gruba uyum sağlamada James hiç zorlanmıyor, bu noktada da Vaughan'ın belirttiği, filmin de mottosuna dönüşen söylem devreye giriyor: Trafik kazaları seksüel enerjimizi özgür bırakmada katalizör görevi görüyor.. James bu süreçte bilinçaltı egemenliğine daha fazla giriyor, Vaughan'la eşcinsel deneyim, vücut yaralarına karşı fetişizm, röntgencilik; filmin başında James'te olup olmadığna dair pek de bilgi sahibi olmadığımız bu dürtüler kaza sonrası teker teker yüzeye çıkıyorlar.. Bu açıdan film James'in kendini bulması üzerine-
vampir mitiyle devam edersek: Vampir tarafından ısırıldıktan sonra vampire dönüşmek gibi..

Beri yandaysa James'in eşi var: Kazayı "yaşamayan", bu yüzden de tutuk kalan Catherine, bunun olması /özgür hissetmek için Vaughan'a "kendini sunuyor.." Ancak araba yıkama ünitesinde geçen oldukça antolojik bu sahnede, Catherine bir yerden sonra vazgeçmek istemesine rağmen, Vaughan onu zorluyor ve "sunuş.."la başlayan sevişme, tecavüze dönüşüyor.. Bununla da bitmiyor, Vaughan onu kaza yapması için taciz ediyor defalarca, ancak Catherine kendini serbest bırakmıyor, filmin sonuna doğru bu defa James Catherine'i zorluyor, ancak kadın kaza sonrası bile o ruh haline giremiyor, James'in "belki başka sefere canım" demesi de bu yüzden..

Trafik kazaları ve orgazm arasında kurulan paralelliğin bir adım ötesi de var: Kaza yaparak ölmek:  Seagrave ve Vaughan'ın ölümlerinde adeta varoluşçu bir tat var: Tıpkı klasik mastürbasyon yöntemleri yerine daha extreme yollara başvurmak gibi (autoerotic strangulation, örneğin..) Hazzın sınırlarını keşfedebilmek için ikisi de giderek daha uç noktaları deniyorlar.. Hatta bunu gösteriye bile dönüştürmüş durumdalar, "daha fazlasını iste"dikleri anda, özenle hazırlanmış son gösterilerini yapıyorlar..

James'in giriştiği seksüel eylemlerden en tahrik edicisi elbette ki Gabrielle ile olanı: Buradaki eylemin kökenleri antropolojinin kendisinde yatıyor.. Ancak, son derece şık duruyor filmde, kabul edelim.. 

Filmde yer alan fetişlerle pek ilginiz yoksa film son derece itici gelebilir demiştik.. Filmi illa gerçeklikle bağdaştırmak istiyorsak travma sonrası stres bozukluğuna dair farklı bir yaklaşım olarak kabul edebiliriz: Alışılageldik kuramlarda travmaya maruz kalan kişilerin travmaya yol açan etkenlerden uzak durmaya çalıştıklarını biliriz: Bu bağlamda da James'in yeniden araba kullanmak için uzun bir süre beklemesi gerekirdi.. Oysa, travmanın çok kısa bir süre ertesinde kendisine aynı arabadan alıyor James.. Kaçış sendromu?? Belki, ancak filmin önemli bir bölümünün ayrıldığı James Dean (ve ölümüne yol açan trafik kazası) faktörü düşünüldüğünde film ilginç bir alegoriye de dönüşebiliyor-
altını deşmek size kalmış..

Ağız sulandıran bir film Crash, bunda James Spader ve görkemli yüzünün de payını inkar etmiyorum.. Ancak filmin en kötü yanı, kadın bedenlerini sergilemekte gösterdiği özeni, erkek bedenlerine göstermeyişi.. Müzikleri ise olağanüstü..


Read more

M. Butterfly




David Cronenberg'in '93 yapımı filmi M. Butterfly, oldukça güçlü temasıyla öne çıkan, nasıl diyelim, sansasyonel bir film..

'64 yılında Çin'de başlayan film/oyunda, Rene bir akşam gittiği opera dinletisindeki divaya aşık olur ve aralarında "yasak" bir ilişki başlar; zira adamımız evlidir, Çin'deyse (genelleyelim: Uzak Doğu'da) kadınlar o kadar özgür değillerdir.. Zaman geçtikçe opera sanatçısı Sono'ya daha çok bağlanan Rene, ondan aldığı bilgileri elçilikteki üstlerine bildirir; ancak Sono da aynısını yapmaktadır.. İki "ajan"ın çalışmasından galip çıkan Sono olur, Rene Paris'e gönderilir.. Eşinden boşanır, zaman geçer.. 4 yıl sonra Sono karşısına çıkar ve yeniden manipüle olan Rene yakalanıp, mahkemeye çıkarılır.. Tanık olarak Sono çağırılır ve işler değişir.. Rene erkektir.. Olaylar gelişir..

Yaşanmış bir olaydan esinlenen, oyun ve film, ünlü opera Madame Butterfly'daki rolleri ters-yüz etme gayesiyle yola çıkıyor: Uzun bir süre bunu başarıyor da: Operadaki aşkı ters çevirip, Batılı erkeği Doğulu kadına aşık etmek, dahası onun "yalan"larına inandırmak, hatta ona taptırmak dediğim gibi belli bir süreye kadar tıkır tıkır işliyor; öyle ki emperyalizm metaforu Sono'nun bedeninde ete, kemiğe bürünüyor.. Ve fakat, iyi-Batı imgesi peşimizden ayrılmıyor, sono "aşık" rolü yapabilecek kadar soğukkanlı olduğu gibi, üstelik bir de erkekmiş.. Cezaevine gönderilirken de kendinden emin tavrı filan..
Ne oluyor?? Finalde intihar eden Butterfly Rene için üzlüyoruz.. Oyun-film operayı başarılı bir şekilde ters-yüz etse de, simgesel açıdan yine (ve hep) Batı'nın yanında saf tutuyor..

Aşkın cinsiyetten bağımsız olduğu konusu ise film özelinde biraz karışık: Çünkü Rene karşısındakine "kadın" olduğu için aşık oluyor.. Eşcinsel olduğuna dair tek bir donemiz yok.. "Kadın" sandığı, bekaretini "aldığı, çocuk sahibi bile olduğu kadının erkek olduğunu öğrendiğinde sevgisini sürdürebilmesi konusu (genel anlamıyla) cinsiyetten bağımsız değil.. Çünkü Rene gerçek-Sono'ya değil, kadın-Sono'ya aşık olmayı sürdürüyor.. Gerçeğe değil de surete aşık olmaya Possesion hakkında yazarken değinmiştim biraz.. Eşcinsel bir aşk değil özünde M Butterfly..

Filmin müzikleriyse olağanüstü..

Read more

Naked Lunch



David Cronenberg'in '91 yapımı filmi Naked Lunch, her seferinde büyük bir iştahla izlediğim filmlerden..

Film, karısını "öldüren" William Lee'nin yazma serüvenine odaklanıyor: Filmin hikayesinde pek de bir şey yok.. Ancak bir yazarın bilinçaltı-ülkesinde tura çıkıyoruz.. Ve bunlar o denli güzeller ki, başta belirttiğim oburluğumun sebebini açıklıyor..

İlk cinayetle Interzone'un sınırlarına giriyoruz: Tuhaf bir dünya, herkes herkesi tanıyor, bilgiler çok hızlı ulaşıyor ve ajanlar her yerdeler: İlkel bir coğrafya..  William aldığı direktiflerle ilerliyor.. Böcek-daktilolar, rent-boylar, Fadela, şu bu derken, kendisi hakkında genel bir kanıya varabiliyoruz: Hadımlık endişesi (Kiki'nin öldüğü sahne, birden çok "çıkıntısı" olan, sperm-benzeri sıvı akıtan daktilolar), homofobi-eşcinsel doğayı kabullenme ikilemi (örnek vermeme gerek yok sanırım), cinsel kimlik sorunları ("fallik kadın-anne" Fadela'nın penis/i yerine kullandığı kırbacı, purosu; Benway'e dönüşümü), oral dönem ağız-anüs-vajina ortaklığı, meme-penis yer-değiştirmesi gibi g/örüntülerle hakikaten çok klasik ve ayrıntılı bir "bilinçaltı portresi"yle karşı karşıyayız..

Filmdeki sembolleri çözmekle uğraşmak istemiyorsanız da, filmin içine girmek için çabalamanız gerekiyor: Çünkü Naked Lunch, seyircisinin katılımını istiyor.. Eminim ki, başka bir yönetmen bol bol dış sesle hikayeyi "anlaşılır" bir düzleme çekerdi, ancak Cronenberg her zamanki soğuk (ve kimi zaman sırf bu yüzden itici görünen) üslubunu koruyor.. Bununla birlikte film, circle kurguya sahip olduğundan "başka" bir ölümle, "başka" bir evrene geçip, başladığımız yerden pek de uzaklaşamadığımızı hatırlatıyor.. 

Beri yandaysa kitabı perdeye aktarırken zaman/sızlık konusunda hataları da yok değil: İlk tarih olarak '53 yılını veren  filmde '55 tarihli Allen Ginsberg şiirinin ne işi var misal?? Kitapta yerini bulan pasajları filme eklemlerken sıkıntılar da baş gösteriyor:  William S. Burroughs'un kitabındaki ağır Allen Ginsberg etkisi filmde de fazlasıyla hissediliyor, bu anlarda filmden uzaklaşmak mümkün (özellikle de William'ın Yves'e hikaye anlattığı sahnelerde..) Bu uzun monologlar filmin fizik-ötesi haline zarar veriyor bana kalırsa..
Her mide için uygun bir seçim olmasa da herkese afiyet olsun..


Read more

Dead Ringers



'88 yapımı Cronenberg filmi Dead Ringers, nedense bana hitap etmeyen filmlerinden.. İkiz gibi bir şeye tahammül edemeyeceğimden de olabilir bu..

Film, tek yumurta ikizi jinekolog kardeşlerin ayrılma-birleşme hikayesi üzerine kurulu: Bev "sakin" olanı, Elly'yse dışa dönük.. Claire'in hayatlarına girmesiyle işler iki kardeş için değişiyor: O zamana kadar kadınları ortak kullanan kardeşler, bundan pek de şikayet etmezken, Bev'in Claire'e aşık olması durumu değiştirmeye başlıyor..  Uyuşturucu problemi, aldatılma, mesleki çöküş derken iki kardeş ayrılıyor..

Filmde en çok öne özellikle Bev'in bilinçdışında kardeşine karşı hissettiği haset ve etkileri çıkıyor: Elly'deyse "bağımlı" bir figür görüyoruz.. "Mağdur" görünen Bev, aslında hiç de öyle değil, aksine oldukça da manipülatif olduğunu söyleyebiliriz.. Kardeşini kendi suyuna çektikten sonra yarı-bilinçli bir şekilde öldürmesi sonrasında ona sarılması pek de bir anlam ifade etmiyor-
oral dönem saldırganlığı..

Ki ikiz ol/arak doğ/mak bu açıdan son derece örseleyici bir şey bana kalırsa: Paylaşamamanın azabı..

Filmse anlatmaya kalkıştığı öykünün gereklerini yerine getirse de, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi, son derece yavan bir şekilde ilerliyor.. Bir de Jeremy Irons doğru bir seçim değil bana kalırsa..

Read more

The Fly



Cronenberg'in '86 yapımı filmi The Fly, pesimist bir süper kahraman filmi.. Aslında Scanners gibi "çılgın bilim insanı tanrıcılık oynamaya kalkar ve cezalandırılır" deyip işin içinden çıkabilirdim ancak, filmi ciddiye aldığımdan dolayı biraz daha didiklemek istiyorum..

Klasik süper kahraman hikayelerini biliriz: Mutasyon sonucunda üstün yetenekler kazanan biri, birisi iyilik için savaşır.. The Fly'da da başlangıçta benzer bir tablo hakim: Sosyal açıdan pek başarısız olan dahi-bilim insanımız ışınlanmayı mümkün hale getirdikten sonra elbette ki, bunu kendi üzerinde (de) deniyor: Ancak ışınlanma kabinine giren sinekle dnaları birleşiyor ve adamımız sinek-insana dönüşmeye başlıyor: Başlangıçta her şeyden memnun, zira fiziksel güçleri artıyor, kendine güveni geliyor vs.. Tam da bu noktada film kırılıyor, mutasyon ilerlemeye başladıkça durum tersine dönmeye, yıldız-çocuk ucubeleşmeye başlıyor..

Film, bahsettiğim gibi süper kahraman film türüne uygun bir şekilde ilerliyor, dahası türe özgü öğeleri bünyesinde barındırıyor, climaxte iyi-kötü savaşı bile var: Ancak roller değişmiş bir şekilde izliyoruz bunu; çünkü The Fly süper-kahramanların yıllar süren çizgi roman, tv, sinema gibi mecralarındaki "klasik" bakış açısına sahip değil.. Bu dönüşümün altını kazıyor, derine indikçe ortaya bir dram çıkıyor.. "Aa, ne güzel" diye düşünerek izlediğimiz diğer süper kahraman filmlerinden farklı olarak çeşitli süper güçlere sahip olmanın getirdiği sorunlara eğiliyoruz: Ölümü seçen bir süper kahraman var karşımızda.. "Bu" şekilde yaşamak istemeyen.. Cronenberg, kendine özgü yöntemiyle insan olma özlemini dolaba saklanan kopmuş uzuvlarla gösterdiğinde üzülüyorsunuz.. Üzülüyorum..

Ancak, bununla bitmiyor: Tam bir '80ler filmi The Fly, süresi ilerledikçe dozu azalsa da mizahı güldürmeyi başarıyor..  Bir de kopan kulak sahnesinin Peter Jackson'ın Braindead'inin en komik sahnelerinden birine ilham kaynağı olduğunu düşünmekteyim.. 


Read more

Scanners



Cronenberg'in '81 yapımı filmi Scanners, tipik bir "çılgın bilim insanı" filmi.. Ve türle aramdaki uzlaşmazlıktan dolayı vasat bir film-
gerçi şu yukarıdaki afiş de bas bas bağırıyor "ben kötüyüm" diye..

Gizemleri sonra açıklansa da, hikayenin lineer düzlemi şu şekilde ilerliyor: Dr. Paul, bir psiko-eczacı: Ve Epheremol adlı bir ilaç üzerinde çalışıyor: İlacın lansmanı yapılıyor ve fakat bebekler üzerindeki yan etkisi yüzünden piyasadan geri çekiliyor.. Paul, şirketini daha büyük bir şirkete satıyor ve el altından projesini yürütüyor: Zira Tarayıcı denilen bebeklerin dünyaya gelmesini, anlaşmalı doktorlarla sağlıyor.. Doktorlar gözetimlerindeki hamile kadınlara bu ilaçları vererek telepatik güçleri olan bebeklerin doğmasına yardımcı oluyorlar.. Ve fakat "ben bu oyunu bozarım" diyen Revok, devreye girip projede görev alanları öldürmeye başlıyor.. İşte bu noktada da devreye esas oğlan Cameron giriyor..

Filmin uzun twist bölümünden anlaşılacağı gibi, aslında "kötü" olan Paul'un kendisi.. Yıllarca evsiz bir şekilde yaşayan Cameron'u alıp, planını bozan Revok'un üzerine salıyor.. Tabii, hikayeyi biz de Cameron'la takip ettiğimizden bu bilgilere vakıf oluşumuz oldukça sonrasına denk düşüyor.. Film, klasik bir "doğanın dengesine müdahale etmeyin" mesajına sahip olduğu ve şaşılmayacak şekilde bunu gerilim/korku öğeleriyle servis ettiğinden pek vasat.. Hatta altında.. Ancak video piyasasında iş yaptığı için iki devam filmini de peşinden sürüklemiş-
neysse,, ki Cronenberg'in bu filmlerle alakası yok..


Read more

The Brood



'79 yapımı The Brood, psikolojik referanslarıyla  Cronenberg'in sonradan çok daha iyi örneklerini vereceği bir film: Bi neviinden Cronenberg'in psikolojiye bu denli referans yaptığı, dahası alametifarikasına dönüşen beden ve bilinç/dışı ilişkisine etkili bir bakış at/maya çalış/tığı bir iş.. 

Filmin hikayesi şöyle: Frank ve Nola evli bir çift: Ve fakat Nola'nın sorunları var ve izole bir şekilde psikoplazmik adı verilen bir terapi (yaklaşımı) görmekte: Raglan'ın adeta o/kült bir tören şekilde gerçekleştirdiği terapiler, kimi zaman halka açık gerçekleşiyor.. Nola'ysa annesiyle sorunlu bir geçmişe sahip.. Annesinden küçükken eziyet görmüş ve babasını da sürece müdahil olmadığı, kendisini korumadığı için kızgın.. Nola ve Frank'in bir de kızları var: Candice.. Candice'se bir gün annesinin yanından dönünce, Frank kızın vücudunda çeşitli darp izleri görünce araştırmalara başlıyor.. Bundan sorumlu tuttuğu Nola'nın kızını görmemesi için Raglan'ın "işletmesi"ne dava açmaya hazırlanıyor..
Olaylar gelişiyor filan..

Filmin en büyük meziyeti bilinçdışını somutlaştırması: Nola'nın çocukken hissettiği öfke, Raglan'ın provokatif terapi yöntemiyle birleşince Nola öfke-çocuklarını (Bad Seeds) doğurmaya başlıyor: Ve fakat bu rahimde değil de, kelimenin tam anlamıyla dış gebelik şeklinde oluyor: Zira amniyo kesesindeki çocuklar Nola'nın vücudunda değil de, dışarısında gelişiyorlar.. Gelişen çocuklar, adeta bir ordu gibi, telepati yardımıyla Nola'nın öfkesi kime yönelirse ona saldırıyorlar.. Fikir gerçekten olağanüstü.. 

Bununla birlikte filmin sorunları da yok değil, bu bilgiyi vermeye başlayana kadar film çok zaman kaybediyor.. Yeteri kadar işlenememiş lenf kanserinden mustarip hasta gibi yan karakterler filme zaman kaybettiriyorlar: Mike ise, tamamen filmin finali için yaratıldığından ona herhangi bir şey söylemeye gerek yok.. 
Zira filmin finalinde Candice'in durumu, açılıştaki Mike'ın durumuna dönüşüyor..

Bir diğer taraftaysa filmin tartışmaya çalıştığı psikanaliz var: Raglan'ınki her ne kadar film için yazılmış bir terapi yöntemi olsa da, "psikanaliz nedir/nasıl olmalıdır??" konusunda çeşitli tartışmalar da yapılabilir bu yöntem üzerinden: Zira Lacan'ın kimi zaman 3 dk'yı bile bulmayan seansları, Klein ve Kernberg gibi terapistlerin "sert" yaklaşımları çeşitli çevreler tarafından eleştirilmiştir.. Hatta Freud'un bizzat kendisi de bu tür eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır.. Eh, tabii bir de hastalara uygulanan yöntemler var-
ki, bunlara hiç girmeyelim..

The Brood'da gerçek olmayan bir terapi yöntemi izlediğimizi "bildiğimiz" için bu denli rahatız: Ancak mesela, psikoplazmik yaklaşım yerine elektroşoku konu eden bir film olsaydı The Brood?? Ya da atıyorum 60-70 yıl sonra günümüzden çok farklı yaklaşımlara sahip olacak psikoloji/psikanaliz.. Günümüzdeki yaklaşımlar hakkında bu tür filmler yapılsa?? O zaman bu kadar rahat izleyebilir miydik?? Bence filmin en önemli noktası da burası.. 

Read more

Rabid



David Cronenberg'in '77 yapımı filmi Rabid, beden (et??) üzerine kafa yormaya başladığı filmlerden.. Filmografisinde çok da üst noktalarda yer almayan filmi seçkiye dahil etme sebebim, yönetmenin kendisini geliştirmesini görmek için..

Filmin hikayesi şu şekilde: Rose ve Hart sevgililer, birlikte çıktıkları motosiklet yolculuğunda kaza yapıyorlar ve en yakındaki hastaneye (aslında bir estetik cerrahi kompleksi) götürülüyorlar.. Rose'a deri nakli yapılıyor ve olayların fitilini de bu ateşliyor.. Mutasyon geçiren nakil-deri adeta bir silaha dönüşüp Rose'un sadece kanla beslenmesine hizmet ediyor.. Rose komadan çıktıktan sonra karşısına ilk çıkan kişiye virüsü bulaştırıyor ve zamanla yeni bir kuduz virüsü handiyse tüm şehri ele geçiriyor..

Açıkçası filmin eğildiği konu güzel olsa da, hikaye oldukça sarkıyor, zira aslında hiçbir işlevi olmayan Hart karakteri yüzünden film zaman zaman merkezini kaybediyor; onca yolu tepip geldikten sonra hiçbir şey olmaması (misal atıyorum çocuk kendini sunabilir ve kan da aşklarının güzel bir metaforu olabilirdi, Hart Rose'u öldürmek zorunda kalabilirdi vs..) ve fakat, hiçbir şey olmuyor; biz de boşu boşuna Hart'ın Rose'a ulaşma çabalarını izliyoruz..
Eh, dağınık senaryo yüzünden film çok kan kaybetse de (sana metafor yaptım), Cronenberg'in takıntılarını görmemiz bağlamında işlevsel oluyor ve fakat hepsi de bu..

Beri yanda olayların fitilinin ateşleyen şeyin "yeni" bir plastik cerrahi yöntemi oluşunun getirdiği bir "yeni kötüdür" yaklaşımı var: Plastik cerrahi operasyonlarının o denli güvenilir olmayışını, film daha açılış sahnesindeki üçlü konuşmada vurguluyor.. Ardından beden-terörüne yönelen filmin "bu" tercihi belki sıçrama tahtası olarak iş görüyor ama, diğer yanda da filmin sıkıcı bir konservatif kimliğe bürünmesine yol açıyor..

Oyunculukların kötü olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım..

Read more

Beden, Bilinç ve David Cronenberg: Shivers




Yeni bir seçki: David Cronenberg.. Seçkiye başlama sebebimse bu ayın sonuna doğru gösterime gireceği yeni filmi: A Dangerous Method: Freud ve Jung arasındaki "ilişki"yi de kendisinden başkası peliküle aktaramazdı -bundan eminim.. Filmografisi düşünüldüğünde de yönetmenin "bu" noktaya er-geç geleceği de aşikardı: Zira bir-iki filmini izlemiş olsanız bile, Cronenberg'in bilinç (genelleyelim: psikoloji/psikanaliz) ve beden kavramlarına adeta saplantılı bir şekilde ilgi duyduğunu fark etmek çok da zor değil.. Filmekimi'nde kişisel yoğunluğumdan dolayı A Dangerous Method'u kaçırdığım için, vizyon tarihini beklemekten başka bir seçeneğim olmadığından eski filmlerine göz atalım istedim..

Yönetmenin ticari gösterime çıkan ilk filmi '75 yapımı Shivers, her şeyden önce garip bir film: Zira, film son derece yoruma açık bir şekilde ilerliyor: Kişisel yorum, kişisel film..

Hikayesi şöyle: Oldukça lüks bir residans tanıtımıyla açılıyor film: Her şey düşünülmüş.. Fakat zamanla bir parazit içine girdiği vücutlarda değişikliğe sebep oluyor: Fakat bu, bedensel bir mutasyon değil, psikolojik.. Zamanla tüm residans ahalisi bu parazitle tanışıyor, residansın sınırları dışına taş/ın/an parazit bir epidemiye yol açacak: Bunu görmek zor değil..

Parazitin etkisiyse oldukça ilginç: Geliştirilme amacı her ne kadar, vüdutta işlev göremez hale gelmiş organların yerini almak olsa da, çok farklı bir etkiye sahip: İnsanların biliçaltlarını özgür bırakıyor: Ve bu yüzden de, tacizler, tecavüzler, "normal" olmayan cinsel ilişkiler ve elbette ki şiddet kaçınılmaz oluyor..

Filmin açılış sahnesi sonrasında, bu parazitin cinsel ilişki yoluyla bulaştığına dair işaretler aldığımda, eh, elbette ki "evlilik dışı seksin zararlarını anlatan, tek-eşliliği özendiren tipik bir muhafazakar vaizi" diye düşünmek son derece olası: Ve fakat, parazit daha sonra kendi konaklarını bulmaya başlayınca bu teori/m geçerliliğini yitiriyor..

Bununla birlikte filmin, seksle bir sorunu olduğu açık: Öncelikle "izole" bir yerden etrafa yayılması, akla bazı şeyleri getirebilir.. Misal?? Hımm, '68 ve ardından gelen cinsel özgürlük dalgasını?? Çok daha eskiye gitsek?? Olabilir.. Sonradan tüm topluma yayılma "tehlikesi"nin başgöstermesini de buna eklediğimizde ele avuca gelir bir noktadayız.. Ancak bununla da bitmiyor: Filmdeki ensest, pedofili, eşcinsel ve grup seks gibi "normal" olmayan seksüel eylemlerin işaret ettiği başka bir nokta da var: Bilinçaltımızda bunlar var, ancak, bastırılmazsa nasıl bir kaosa yol açacağını da görmüyor musunuz??

Peki ya bilinçaltı: Sürekli bastırdığımız bu yapının, uygun ortam, alkol/uyuşturucu, özel kulüpler, seks turizmi, ya da filmdeki gibi bir parazit metaforuyla özgür kalmasından neden bu kadar rahatsızız?? Bu eylemlerin "yasak" kabul edildiği tarihlere gitmek gerekiyor.. neysse,, ki gitmemize gerek yok, Shivers binlerce yıl sonra aynı yasakları kutsamak için çekildi çünkü: Bizim adımıza düşündüğü ve karar verdiği için..

Read more

Bilinç Akışı: Possession




Bir şarkının en sevdiğim riffinin olduğu bölümü kestim, 22 sn sürüyor toplamda: Repeate aldım, sadece onu dinliyorum bir süredir.. Bugün bayram, erken kalkmadım, kimseye el öpmeye gitmedim -hem gidecek kim var ki?? Hayır, depresyonda filan değilim, uzun zamandır yalnız kalamadığımın farkındayım sadece, o kadar: Bayram fırsata dönüştü, evdeyim, hiç çıkmadım, bayram boyunca da çıkmayı düşünmüyorum.. Yeni bir seçki hazırlıyorum hem, film izleyip, yazıyorum: Bugün iki yazıyı hazırladım bile.. Böyle back-upla çalışmak iyi oluyor, film izleyemesem bile, arada geçen günleri telafi edebiliyorum: Hem özlemişim günde 3-4 film izlemeyi.. Okula gidemiyorum bile bu sene iş yoğunluğundan, şikayetçi değilim de ne bileyim, tuhaf.. neysse,, herkese iyi bayramlar..

Possesion'u ilk izlediğimde sene kaçtı hatırlamıyorum ama, filmden nefret etmiştim: Hala da nefret ediyorum gerçi, değişen bir şeyin olduğunu söyleyemem.. Ama filmdeki tek fikir çok hoşuma gidiyor.. Sevdiğimiz insanların değişmesi, dönüşmesini kabullenmekte zorlanıyoruz, hatta La Pianiste hakkında yazarken bundan bahsetmiştim.. Ama Possession'da bundan fazlası da var: Her ne kadar taktıkları lensler yüzünden korkunç görünseler de, filmin asıl kahramanları, sevdiklerinin suretlerine (Hint kültürüne bulanırsam eğer, avatar) -yeniden, aşık oluyorlar.. Gerçeklerineyse katlanamıyorlar: Hem hangimiz yürümedik ki bu yollardan??

Nedenler önemli değil, ayrılmak istiyorsun ve bitiyor: Mark, her ne kadar 3 hafta boyunca kendini bir otel odasına kilitleyip abartı yoksunluk krizlerine girse de, artık ölümler için bile o kadar uzun yas tutulmadığı bir dönemdeyiz-
belki o kadar sevmiyoruz artık, ya da acı çekmeye zaman kalmayacak kadar çok yoğunuz: Ama hep bir tortu kalıyor: Anna'yı izlemesi için bir dedektif bile tuttun Mark, sonra ne oldu?? Gözlerine yeşil lens takmış Anna, bu defa "Helen'im ben.." diye çıktı karşına: Hem de en idea/l haliyle: Çocuğunun öğretmeni olarak-
kadın yerine, anne arayışı özleminiz hiç bitmeyecek değil mi??

Yatağa çıplak uzanma hissi: Artık Anna'yı özlemen/araman için bir neden bırakmıyor sana.. İkame nesneni buldun çünkü.. Hatta, bir adım daha öteye gidip, ketçap markası çağrışımlı Heinrich'e haber verdin adresi: Yüzleşecek cesaretin yok muydu, yoksa senin "düştüğün" durumun aynısına düşsün, sen aldatıldığını öğrendiğinde hissettiklerinin aynısını hissetsin diye mi yaptın bunu?? Bence ikincisi.. İşler çığrından çıktığında bir şeyler yapmak istedin, yaptın da.. Ama sorunu çözmek yerine, halı altına süpürmekle -"delilleri yok et", ondan kurtulacağını sandın..
Anna, karşına senin kopyanla çıkıp, grotesk bir intihar gösterine imza attığında-
ki, hep öyleydi değil mi?? Bu denli abartı jestler.. Dışarıda kaldın..

Anna'ysa tam ortadan ikiye bölünmüş gibi, çocuğuna bakmakta: Ama hangisine?? Şansını yalnız başınayken metro istasyonun koridorunda düşürüp, kaderini kabullenmesini anlattığı (ve bunun görseli) belki abartılı bir metafordu, ama yerini de buluyordu.. Filmi de ikiye ayıralım: Yaratıkla sevişiyor olması, seni aldatması seni sevmediği anlamına gelir (mi??) Eh, evlilik cüzdanıyla birlikte Anna'nın beden mülkiyetini senin üzerine yaptığını sanıyorsan, neden olmasın?? Oysa o yaratık sana dönüşüyor.. Sen de Anna'nın yeşil gözlüsüne aşık oldun.. Çember tamamlandı..
Anna, çocuğun ve yaratık-çocuğun arasında kalmak nasıldı?? Film boyu süren histerinin sebebi suçluluk duyman mı, yoksa ne kadar hızlı olsan da hiçbir yere yetişememen mi?? Kaderini kabullendiğinde, bu seni nereye götürdü?? Mark'a dönüşeceğini en başından beri biliyordun: Bu proje-yaratıkla sevişirken, zamanında sevdiğin adamın sana dokunmasına bile katlanamıyor olmanı kimse anlamıyor değil mi: Şah damarını doğrayacak noktada olduğunu?? Giderek delirdiğini, dahası seni yaratan film yönetmeninin bile durumunun tanımını "possession" olarak yapmışken sevgiyi nasıl tanımlayabiliriz?? "Filmin adı Possession, yaratığın etkisinde işte.."den başka bir fırsat bile verilmiyor ki seni izleyenlere.. Kuşatılmışsın Anna.. 

Çıkış yokken, tüm çıkış suretlere yükleniyor.. İki intihar sonrası, iki kopya öylece kalıyor, birinin kimliği bile yok.. Helen evde, çocuk küvette kendini boğmaya çalışıyor, Mark kapıda.. Sevdikleriniz ölürken, suretlerini sevmeye devam edebilir misiniz?? Ya da Anna ve gerçek-Mark için sorarsam, neden suretlere ihtiyaç duyuyoruz: Çünkü kafamızdaki imgelerin yaşamasını istiyoruz.. Hep tanıştığımızdaki, ya da belki ilk öpüştüğümüz, seviştiğimiz, birlikte uyuduğumuz, birbirimize en yakın olduğumuz "o an"daki gibi kalmasını istiyoruz insanların.. Sevgimizi sürdürebilmemiz için o imgelere ömür boyu ihtiyaç duyuyoruz belki, kim bilir?? İmge çatırdamaya, gerçek ortaya çıkmaya başladığında-
ya da, o imgenin yeniden canlanması/-abilmesi için çirkin ve igğrenç şeylere katlanma gücü bulabiliyoruz: Yeter ki eskisi -"o an", gibi olsun diye: Beklememiz de bu yüzden.. 

Ben beklemek istemiyorum artık.. 

Read more

4 Luni 3 Saptamâni Si 2 Zile



Cristian Mungiu'nun '07 yapımı filmi 4 Luni 3 Saptamani Si 2 Zile'yi sorumluluk üzerine bir etüt olarak incelemek istiyorum.. Hikayenin ana unsuru bence bu.. 

'87 Romanya'sında, kürtajın yasal olmadığı bir dönemde bir kadının kürtaj hikayesini dönem atmosferi bağlamında mükemmel anlatıyor film, ancak her şeyden öte bu Otilia'nın filmi: Varoluşçulukla da göbekten bağlı-
sartre, sen bizim her şeyimizsin..

Gabita, hamile kalmış, kürtaj olmak istiyor.. Yasal olmadığı için başka bir arkadaşından aldığı tavsiyeyle Bebe'ye ulaşıyor.. Ama ne ulaşmak.. Adamla anlaştığı hiçbir şeyi yapmıyor..
Bebe'nin söylediği oteli arayıp rezervasyon yapması gerekiyor.. "Yaptım" demesine rağmen, bir bahaneyle Otilia'yı gönderiyor; Otilia gittiğinde rezervasyonun yapılmadığını öğrenip, başka bir otel buluyor..
Bebe'yle kendisinin buluşması gerekiyor.. Ve fakat kendisi gidemeyeceğini belirtip, Otilia'yı gönderiyor..
Bebeğin kaç haftalık olduğu konusunda kesin bilgiler vermiyor.. 
Eksta otel ücreti yüzünden para bulması gerekirken, bulmuyor.. Bebe'yle yaşanan anlaşmazlık sonucunda Otilia, para yerine kendi bedeniyle ödüyor ücreti..

Görüldüğü gibi Gabita, kendi "sorunu"yla yüzleşmekten bile aciz: Evet, yakalandığı zaman hapse gireceğinin farkında olduğu için böyle davranıyor belki, ancak Otilia'yı da ateşe atmaktan çekinmiyor oluşu, sadece kendisini düşündüğünü öyle güzel vurguluyor ki.. 

Adi, Otilia'nın sevgilisi.. O gün tek istediği annesinin doğum gününe Otilia'nın gelmesi.. Otilia arkadaşını otelde bırakıp doğumgününe geldiğinde, ilk söylediği "çiçekleri unutmuşsun" oluyor.. Yemek masasında Otilia'nın ne kadar gerildiğini hissediyor; ancak sonradan anlıyoruz ki, bu gerilme Otilia'nın gerilimini paylaşmasından değil, ailesi gibi okumuş/cahil ayrımı yapmasından kaynaklanıyor.. Otilia "içime boşalma" dediği zaman, içine boşalmış misal geçende.. Otilia "ya ben hamile kalsaydım??" dediğinde "seninle evlenirdim.." diyor: Ancak bunu istediği için değil, tamamen böyle bir durum ortaya çıktığı için yapacak olması (b planı) aslında ne kadar hazırlıksız olduğunu imliyor.. "Şampanya patlayana kadar kal..", "şunu da ye, öyle git"e dönüşüyor.. Adi, Otilia'nın kalmasını kendisi için annesi/ailesi için istiyor..

Otele geri döndüğünde, bebeğin düştüğünü gören Otilia'ya ondan kurtulma görevi de düşüyor.. 
Otele geri döndüğündeyse Gabita'nın odada olmadığı-
acıkmış..

Eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmekten kaçınan iki kişi de Otilia'nın en yakınları: Biri en yakın arkadaşı, diğeri sevgilisi.. Ancak, her durumda yapılması gereken her şey Otilia'nın üzerine kalıyor.. Gabita, tüm yükü Otilia'ya yüklemekten hiç çekinmiyor; olası bir hamilelik durumunda da Adi'nin Otilia'yı terk edeceği-
tıpkı Gabita'nın sevgilisinin film boyu ortalarda görünmeyişi gibi, çok açık.. Oysa Otilia, bütün eylemlerinin sorumluluğunu üstleniyor; arkadaşı için gün boyu didinirken dahi, sevgilisinin annesinin doğum gününe katılıp onca igğrenç muhabbete katlanıyor..

Filmin tanıtım yazılarında "Romanya'daki yozlaşmayı anlatıyor" cümlesini çok sık okuduk: Ancak bunun için Bebe'ye, bilet kontrolörüne, resepsiyonistlere kadar uzağa gitmeye gerek yok: En yakınındakiler bile bu denli yozlaşmışken bir insan ne yapabilir ki??
Otilia sen bizim her şeyimizsin.. Anamaria Marinca olağanüstü..


Read more

The Adventures of Tintin



Steven Spielberg'ün '11 yapımı filmi The Adventures Of Tintin üzülerek belirtmeliyim ki, beklediğimden de kötü çıktı.. 

Filmin hikayesi şöyle: Uzun zaman önce Haddock ve Sakharine'in büyük dedeleri karşı karşıya gelirler, 200 kglık altın ve değerli mücevher taşıyan Unicorn gemisi batar.. Haddock, Unicorn'un üç tane maketini yapıp içlerine bir sır saklar: Sırrı sadece Haddock soyundan gelen birinin çözebilir, zira sır kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş.. Günümüzdeki Sakharine'se boş durmaz ve Haddock'u sürekli sarhoş tutarak gemisini ele geçirir.. Tintin'se Unicorn'un maketini br antikacıdan almasıyla olaylara dahil olur.. Olaylar gelişir film devam filminin geleceğini söyleyerek biter..

Filmi izlerken hiç şaşırmıyorsunuz: Her şey son derece bildik şekilde ilerliyor.. Hatta öyle ki, film bir yerden sonra ciddi anlamda sıkıcı olmaya başlıyor.. Bittiğine sevinip, salondan çıkıyorsunuz.. Filmin temel sorunu, bildik olması değil: Örneğini defalarca izlediğimiz bir gizemli-aksiyon filmi olmasında.. Kendi klişelerini oluşturan alt-tür uzun dönemdir oldukça karlı bir yatırıma dönüşmüş olsa da, orta ve uzun vadede son derece çoraklaşacağa benziyor.. Çünkü filmler "o denli" birbirinin aynısı ki, The Adventures Of Tintin'de içerik açısından "yeni" hiçbir şey yok.. Tek yeniliği motion-capture yöntemiyle çekilmiş (başka) bir animasyon olması.. Ancak, şunu da belirtmeliyim ki, evet, Tintin'in animasyon kalitesi olağanüstü güzellikte ve fakat, uzun zamandır bunu "üstünlük" olarak görmüyorum: Bir dönem filmi nasıl ki dönem atmosferini canlandırarak işe başlıyorsa, bir aksiyon filmi nasıl ki etkileyici sahneler içermek için çabalıyorsa; bir animasyonun da teknik açıdan "iyi" olması gerekiyor..
Yanisi: '11 yılında bilgisayar (cgi) teknolojisi bu denli ilerlemişken, animasyon bir filmin "teknik" üstünlüğü o filme artı puan getirmek için uygun bir kriter değil benim açımdan.. O yüzden Tintin'in animasyon kalitesini konu etmeyeceğim..

Artık şuna kanaat getirdim: "Büyük" filmlerin hesapçı ("herkese hitap etmeliyim") yaklaşımlarının dışında kalmaya başlamışım: Komik bir sahne var, ardından daha önce görmediğimiz bir aksiyon sahnesi, biraz gizem, gelişen dostluk, kişiliğin değişimi, merkantalizmin hala etkisini yitirmemiş olduğu gördünüz mü, yine komik bir sahne, yine bir aksiyon diye giden (ve filmin türüne göre üç aşağı beş yukarı aynı şablonla ilerleyen) bu dizgeden son derece sıkıldığımı Tintin'i izlerken (belki bir 10 sn hariç) bir kez daha fark ettim.. Hayır, benim istediğim sinema bu değil.. Sinemanın doğası gereği entertainment amacıyla bile izlemeye başladığım Tintin'de bile sıkılıyorsam, yapacak pek de bir şey kalmamış demektir..

Filmden en çok zevk aldığım o 10 sn'ye gelirsek eğer, hepsi de sahne geçişlerinden ibaret: Maddock, Tintin ve Snowy'nin filikasının açık denizdeki halinden sokaktaki su birikintisine geçişe ve Maddock'la Tintin'in el sıkışmalarından çöl sahnesine geçişe hayran oldum.. Olağanüstüydüler, ancak hepsi de bu..

Ayırt edici hiçbir özelliği olmaması filmin korkunç bir şekilde aleyhine işliyor bana kalırsa.. Önemli olan teknik değil Spielberg, (aklıma ilk gelenler) bir Miyazaki, bir Svankmajer, bir Trnka gibi "yepyeni" görünen şeyler anlatabilmek.. 

Tintin de öyle bir karakter ki, su altından yüzse bile perçeminin dikliği bozulmuyor..

Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.