Saw II


Birkaç günlük arada, ne yapacağımı düşündüm açıkçası: Başka filmlere geçsem mi, yoksa Saw'ı mı izlesem diye.. Ve sonunda Saw serisini sıkılana kadar izlemeye karar verdim.. İlk kez izlediğim Saw II beklediğimden de kötü çıktı, hatta kapatmayı düşündüğüm noktada filmi durdurup, kahve, sigara molası filan verdikten sonra filme devam ettiğimde şaşırdım: Zira filmin en yavaş, yavan ton kazandığı andan itibaren bir twist tufanı alıp da başını gidiyor: Ve ta-ta: Manevi kızımız Amanda sahneye çıkıyor..

neysse,, Jigsaw'ın ölüp ölmediğini de bilmediğim için hikaye özetinde herhangi bir yanlışlık olursa şimdiden sori..
Jigsaw'ın ölmeden önceki son çalışması, bir polis memurunu hedef alıyor: Matthew, zamanında kirli işler çevirip, birçok kişiyi suçsuz yere hapse tıkmış bir polis.. Jigsaw ne yapıyor?? Tüm o sahte kanıtlarla hapse tıktığı kişilerle Matthew'ın oğlunu bir evde buluşturuyor: Bu sırada da Matthew'ı deniyor.. Ancak ondan birkaç adım önde olan Jigsaw, Matthew'ı tuzağa düşürüp manevi kızı (Ülkü'nün diye devam edesim geldi bir an..) Amanda'nın kollarına bırakıyor..

Şimdii, filmin altı delicesine dolu bence: Ya da, bugünlerde her şeyde öyle saçma bağlantılae bulmak ve kurmakla meşgulüm ki, film de bundan payına düşeni alıyor haliyle: Ancak, ilk Saw yazısında da belirttiğim gibi, Saw II'nun da fecii bir günah-kefaret ayağı var: Hatta öyle ki, Jigsaw bir ara toplum psikolojisine dair tespitlerini ortalığa saçmadan duramıyor, edemiyor: Neymiş efendim, yaşama isteğimizi kaybetmişiz..
Öncelikle toplum psikolojisinin yorumlanması gibi şeyler beni hiç cezbetmiyor: Hatta Zizek'i de en çok bu yüzden sevmem.. Ancak, Jigsaw'ın bunu söylemesini neye bağlamalıyız?? Dahası, Matthew'ın sahte delil hazırlamasını, diğer kadın polisin konuşarak (bürokrasi..) her şeyin hallolacağına dair telkinleri ve fakat tek işe yarayanın "kaba kuvvet.." olduğunun -bir kez ve kimbilir kaçıncı kez, daha farkına varılması.. Eh, bunlar Amerika'dan yıllardır dinlediğimiz öyküler değil mi?? Batı Cephesi'nde Yeni Bir Şey Yok yani..

Beri yandan Jigsaw'ın aynı tespiti yaptığı filmdeki (bence..) kilit cümlenin öncesindeki Darwin göndermesi de karşılığını kişilerin hapsedildikleri evde buluyor: İsmini hatırlamak için efor sarfedemeyeceğim adamımız, handiyse film boyu evrim teorisinin kanıtı gibiyken, twistle birlikte yere serilmesiyle, bilgilere sahip obskürantik Amanda'yla, "en zayıf halka.." olan Matthew'ın hayatta kalışı da manidar bir şekilde ironik..
Read more

Saw


James Wan yönetimindeki '04 yapımı Saw, peşinden 6 devam filmini de getirerek, adeta '80lerdeki seri-katil furyasını yeniden yaratmayı başarabilmiş, her ne kadar sonrakilerini takip etmesem de, görece düzenli bir şekilde ilerleyen, eli yüzü düzgün bir yapım..

Jigsaw n/ickli bir katilimiz var: Lawrence'ın dediği gibi aslında teknik olarak katil değil, sadece düzeneği kurup, az bir olasılıkla kurtulmayı başarabiliyorsunuz.. İzlediğimiz ana öyküdeyse oldukça fazla sayıda kurbanı var Jigsaw'ın: Lawrence, Adam, Zep ve Lawrence'ın eşiyle çocuğu..

Açıkçası, film ~2 saat boyunca tek-mekan gerilimi yaratamayacağının farkında: Gerilimi belli bir dozajda tutabilmek içinse ölümleri, Lawrence ve Adam'ın hatırladıklarını, Lawrence'ın eşi ve çocuğuyla Zep'in yaşadıklarını da araya sıkıştırıyor-
tüm film boyu tek mekan gerilimini yaratabilmeniz içinse Alfred Hitchcock olmanız gerekiyor (Rope, özellikle de Lifeboot..)

Açıkçası filmi izlerken, türün belli başlı örneklerinin iyi yönlerinin alınıp kullanıldığı da fark ediliyor: Özellikle Jigsaw ve Zep bağlantısı, The Silence Of The Lambs'teki Hannibal ve Buffalo Bill'i akla getiriyor-
zep, "aslında.." katil olmasa da..
Jigsaw'ın giydiği hayvan başlı kıyafet, Wicker Man'de de kullanılmıştı..
Ayrıca, Jigsaw'ın kendine özgü mizah/oyun anlayışı da uzaktan Freddy'yi andırmıyor değil..

Hepsinin ötesinde film tüm gücünü finalindeki twistinden alıyor: "Sahnede silah varsa patlamalıdır.."ın bir kez daha gerçekleştiğini gördüğümüz an, hakikaten oha olsak da, bir sonraki izleyişte film o kadar keyif vermemeye başlıyor: Dahası, anlamayanlar için şeklindeki twist sırasındaki tüm ayrıntıların hızlı bir şekilde geçmesi de bir garip..

neysse,, filmin verdiği mesajlar nedir?? diye didikleyecek olursak, öncelikle uyuşturucu bağımlısı ablamıza Jigsaw'ın verdiği derse bakalım: Nedir?? Uyuşturucu kullanarak "sana bahşedilen.." bedenin ve hayatın kıymetini bilmiyorsun.. O zaman seni bir sınava sokalım.. Kendini bir başkasını öldürerek kurtaran ablamız, "hayatın çok değerli olduğunu bana gösterdi.." derken, "uyuşturucu kullanmayın.."ı da alttan vermeyi başarabiliyor..

Diğeriyse, Lawrence ve "hayat bağları..": Bir ailesi, iyi bir işi var: Ama o, ailesine yalan söylüyor: Ailenin toplumu nasıl da ayakta tuttuğunu söylememe gerek yok sanırım: Ailesinin kıymetini anlaması için Jigsaw böyle bir "iyilik.." yapıyor Lawrence'e: Ayağıysa işlediği günahın "kefaret.."i oluyor..

Bu açıdan yorumlandığında film sıkıcı bir vaaz halini alıyor haliyle..
Read more

Baise-Moi


'00 yapımı Coralie Trinh Thi ve Virginie Despentes'ın birlikte yönettiği Baise-Moi, kendisinden çok, içeriğindeki gerçek seks sahnelerinin kopardığı gürültüyle anılan, ilk kez !f'te izlediğim bir filmdi.. İlk izlediğimde de sevmemiştim, şimdi yeniden izlediğimde de sevmedim-
pierre'e dvdsini benimle paylaştığı ve despentes'ın soyadının nasıl okunduğu konusundaki yardımları için de teşekkür edeyim yeri gelmişken..

Filmin konusuysa şöyle: Manu var, sürekli nevrotik ve dead-pan takılan bir ablamız: Nadine'se handiyse nemfoman bir fahişe.. Manu tecavüze uğradıktan ve kardeşini öldürdükten sonra kaçma planları yaparken Nadine'le tanışıyor.. Ve ikisi hırsızlık ve seri katillik kariyerlerine başlayıp, takılıyorlar.. Bir seks kulübünde bulunan herkesi öldürdükten sonraki işlerinde Manu öldürülüyor, intihar edemeyen Nadine'se yakalanıyor..

Bonnie & Clyde, Thelma & Louise ve Natural Born Killers (belki biraz da Henry..) filmi izlerken akla ilk gelenlerden bazıları.. Ancak, içeriğindeki şiddet bir yana, film daha çok gerçek seks sahneleriyle anılıyor.. Bu alandaki ilk örneklerden biri, birisi olan film, benzerlerinin de pıtrak gibi çoğalmasında rol oynadı, hatta !f de filmin bu yönünü fazlasıyla öne çıkararak, filmin hafızalarda "porno.." olarak kodlanmasında ciddi bir rol oynamıştı.. Ancak, film izlenmeye başlandığında o sahnelerin çok az olduğunun anlaşılması da beraberinde bir hayal kırıklığı yaratmıştı-
işte bu noktada, filmin sırf satmak için böyle bir yöntemi seçtiğini anlamak çok da zor olmuyor..

Halbuki, filmin odaklanmaya çalıştığı bir nokta var Manu üzerinden, ancak, altını öylesine boş bırakıp, seks ve öldürme anlarına ve abuk subuk repliklerin cazibesine öylesine kapılmış durumda ki, tüm meselesini öteledikçe öteliyor.. Tecavüze uğrayan Manu'nun, misandriden misantropiye geçişini yansıtmada en büyük sorun oyuncunun kendisinden kaynaklanıyor: Cidden Manu rolündeki abla (imdb'ye bakmaya üşenmek..) yol boyunca kadınlığını "keşfederken..", aslında yine obsesif-kompulsif karakter yapısının elinden kaçamıyor..

Manu'nun, temel sorunu, seksi "kötü..", aşağılık bir eylem olarak kodlaması: Ağır-klasik Katolik bakış açısının ürünü olan bu düşünce/delüzyon, muhtelemen tecavüzden de önce vardı, ancak "cezalandırılma/cezalandırma.." döngüsünü başlatma için katalizör görevi gördüğü de muhakkak.. Ve Manu, dediğim gibi kadınlığını keşfetse de, onunla barışamadığı için, genital bölgesini kesip, seviştikten sonra erkekleri öldürüyor..

Nadine'se neden böyle bir etkinliğin içinde?? Film buna asla cevap vermeye yeltenmiyor ve bu da karakteri öylesine havada bırakıyor ki, "yani??" derken buluyorsunuz kendinizi..

Kötü bir film Baise-Moi: Daha kötülerini de gördük gerçi..

*: Bu yazıyı, Rachel Loshak - China Doll eşliğinde yazdım..
Read more

Hostel: Part II


Eli Roth'un '07 yapımı ikinci Hostel filmi, ilkinin (de..) gerisinde ancak, bir-iki sahnesinde yakaladığı ton ilkinde bile yok..

İlk filmin aksine, daha "masum.." (termallerin keyfini sürmek..) bir amaçla Slovakya'ya giden üç kızımız da, benzer bir sona uğramak üzere tabii.. Ve tabii ki sona kalan, kendini kurtarıyor..

Öncelikle filmin paranoyak açılış rüya sahnesi, gerçekten işlevsel: Hem filme etkili bir giriş yapmamızı sağlıyor, hem de iki filmi birbirine bağlıyor: Ancak Paxton, şebekenin radarından kurtulamayıp ölüyor..

Diğer sahneyse, ilk kızımızın ölüm sahnesi: Erzsebet Bathory'ye gönderme yapan bu fetiş ötesi sahne, tüm filme bedel bir görsel ziyafet sunuyor cidden..

Bunun dışında, film tabii ki, ilk filmden daha fazla bilgi vermeye başlıyor Elite Hunting hakkında.. Kurbanları öldürmek için açık artırma yapılıyor"muş.." misal (ilk filmdeki ücret tarifesi açılış fiyatını gösteriyor..), kazanan hangi aletleri/mizanseni istediğini seçiyormuş, kurbanı öldürmeden oradan çıkış yasakmış (yoksa sizi öldürüyorlar..), kulübe girebilmek için simgelerini dövme olarak yaptırmak zorundalarmış da -mış..

İnternetteki underground klanlar gibi çalışan bu sitenin mafyöz tarafının özellikle belirtilmesi filmin gerilim ayaklarından birini taşısa da, zenofobi ayağına da çok güzel bir şekilde hizmet ediyor-
soğuk Savaş tortusuna bağlayabileceğimiz bu durumun tam da Amerika'nın Polonya'daki üssüne yerleştireceği füzeler için karşılıklı kozların/blöflerin oynandığı o çalkantılı döneme denk gelmesi de belki benim komplo teorimin bir uzantısı, ancak "batılı olmayan.." Avrupalılara karşı Amerikalıların bakışının köklerine indiğimizde o kadar da "abartı.." durmuyor sanki..

Bir de, onlarca kez izlediğimiz psikolojik dönüşüm var filmde: Biri, birisini öldürmeye çok meraklı adamımızın bunu gerçekleştirememesi, ve fakat bu işe oldukça temkinli yaklaşan diğer adamımızın ölüm makinesi dönüşmesi.. Sığlıkta bir eşik..

neysse,, Erzsebet Bathory göndermeli fecii fetiş ölüm sahnesi ve bir de açılıştaki rüya sahnesi için bile izlenmesi gereken bir film Hostel: Part II.. Geri kalan ~85 dakikada sıkılmamak için ne yaparsınız, onu bilemem..

*: Bu yazıyı M.I.A. - XXXO eşliğinde yazdım..
Read more

Hostel


'05 yapımı Eli Roth filmi Hostel, birkaç açıdan sorunlu bir film.. Bunun sebebiyse Otto Kernberg'e atıf yaparak söylersem eğer, konvansiyonel olmasında yatıyor-
her ne kadar öyle görünmese de..

Hikayesiyse şöyle: Üç genç Amsterdam'da kız peşinde koşmakta ve fakat amaçlarına ulaşamıyorlar: Tanıştıkları bir çocuk onları Slovakya'ya yönlendiriyor: Seks için her şeyi yapabilecek durumda olan gençlerimizse soluğu orada alıyorlar ve fakat teker teker ortadan kayboluyorlar da: En son tuzağa düşen Paxton (köpek adı gibi tınlamıyor mu sizce de??) kurtulmayı başarabiliyor ve intikamını da alıyor..

Film, torture porn adı verilen -yeni, janrın öncülerinden olmasına rağmen, gayet klişe kodlar üzerinden işliyor: İkinci filmin eleştirisini yazarken çok daha ayrıntılı olarak değinirim de, seksin kullanılışı çok ilginç: Kernberg'in sözleriyle yazarsam: "Aleni cinsellik konvansiyonel dramada değersiz, aşağılık ve saldırgan ilişkiler ya da "tuhaf.." insanlarla bağlantılıdır.."
Love Relations: Normality and Pathology..
İkinci filmde, ilk filmdeki gibi herhangi bir seks sahnesi göremememizin sebebi de bu cümlede saklı.. Çünkü ikinci filmdeki kadın karakterler "tuhaf.." ya da değersiz değil.. Ancak, ilk Hostel filmindeki kadınlar değersiz ve tuhaflar, o yüzden seks de alabildiğine görselleşebiliyor..

Paxton'ın kendini kurtarması da var tabii: Katharsisin sağlanması için kötülerin yenilmesi gerekiyor ve fakat, Paxton üçüncü sınıf milliyetçi aksiyon filmlerindeki gibi bir dönüşüm geçirerek "dünyayı.." kurtarıyor..

Filmde, ayrıca zenofobinin her türlüsünün izini sürmek mümkün: Hatta öyle ki, film/ler sonrasında bırakın Slovakya'ya gitmeyi, interrail konseptine bile mesafeli yaklaşmaya başladım.. Eli Roth her ne kadar "çoğu Amerikalının adını bile duymadığı bir ülke: Ben bunu ters-yüz etmek için Slovakya'yı seçtim.." dese de, olayın pek de öyle olmadığını anlamak için alim olmaya gerek yok..

neysse,, bir de gizli bi klanımız var: Açıkçası filmin en yaratıcı olduğu alan da bu klan: Açıkçası aksiyonist okumalar da yapmak da isterdim kendileriyle ilgili, ve fakat film bunu taşıyamayacak kadar sığ..
Read more

Dancer In The Dark (ve biraz da Stroszek..)


Gore/işkence pornosu seçkisinde Dancer In The Dark'ın ne işi olabilir?? Cinayet sahnesi yüzünden değil tabii ki: Asıl sebep filmin duygusal bir porno olmasından kaynaklanıyor.. Seçkiye ayrı bir tat ve doku katacağını düşündüğüm için yer veriyorum..
Stroszek'in ne işi var peki?? Onu da karşılaştırmalı okuma yapmak için seçtim, zira, iki film de benzer tema/lar üzerine odaklanıyor, ama bir porno değil.. O zaman başlayalım-
o değil de ne yavşak bir giriş yaptım..

Öhm, '00 yapımı Lars von Trier filmi Dancer In The Dark'ı ilk izlediğimde I've Seen It All bölümünde ve filmin sonunda delicesine ağladığımı bilirim.. Ancak von Trier'e karşı olan önyargılı tutumum ve o zamanlar Björk'ten ciddi anlamda nefret edişim filmi sevmemi engellemişti, ki, Trier(ve filmleriy..)'le kurulan bu bipolar bağı aslında seviyorum: Hem elinizin altında olmasını istiyorsunuz, hem de kötü muamele etmeyi seviyorsunuz-
trier'in seyircisiyle kurduğu ilişki de haliyle böyle olduğu için arada oluşan efendi-köle/sadist-mazoşist denge gayet tatminkar bir boyut kazanabiliyor: Her iki taraf için de.. Hem iki taraf da biliyor ki, bu ilişki taraflardan biri, birisi ölene kadar devam edecek.. Açıkçası Trier'in bu yönden provokatif olması hoşuma bile gidiyor diyebilirim kendi adıma..

neysse,, film: Genetik miras yüzünden kör olacağını bilen Selma, çocuğunu da alıp Çekoslovakya'dan Amerika'ya göçüyor: Komünist olan Selma, çocuğunu ameliyat ettirmek için para biriktiriyor, çok çalışıyor ve fakat finansal bir krize giren komşuları onun parasını çalıp olayı farklı aksettirdiği için Selma suçlu duruma düşüp, idam ediliyor..

Müzikal türünü ters-yüz eden film, sırf bu yönüyle bile takdiri hak ederken, kantarın topuzunu kaçırıp, duygusal açıdan seyircisini öyle istismar etmeye hevesli ki bildiğin pornoya dönüşüyor-
diğer Trier filmleri gibi-
çoğu türk filmi gibi..

Bir de Stroszek var: Açıkçası Stroszek'i seçme sebebim, iki Avrupalı karakterin Amerika tecrübelerinin aynı sona ulaşması..

'77 yapımı Werner Herzog başyapıtlarından Stroszek'te hapisten çıkan Bruno, fahişe bir arkadaşıyla birlikte Amerika'ya para kazanmaya gidiyor: Tıpkı Selma gibi prefabrik bir evde kalan Bruno, Amerikan Rüyası'nın öyle filmlerdeki gibi olmadığını tecrübe edip, finalde intihar ederken, fahişe arkadaşı Eva, Amerika'da nasıl "ayakta.." kalınacağını öğrendiğinden mutlu sona ulaşabiliyordu..

Evet, Amerikan Rüyasını yerle bir eden sadece bu filmler değil, ama Selma'nın idamının aslında bir intihar oluşuyla, Bruno'nun intiharı birbirine çok yakınsıyor: Selma Bill'e söz verdiği için mahkemede sessiz kalırken, Bruno da benzer bir sebeple "tutunamıyor.."

Ancak iki filmin de ayrıldıkları nokta var, o da tutturdukları duygusal tonlar: Dancer In The Dark ele aldığı meselesini ne kadar sulandırıyorsa, Stroszek o kadar mesafeli durmayı başarabiliyor: Buna da tercih ya da meziyet diyebiliriz..
Read more

Ginî Piggu Olayı: Senritsu! Shinanai Otoko, Manhôru No Naka No Ningyo, Nôtoru Damu No Andoroido, Pîtâ No Akuma No Joi-San


Masayuki Kusumi'nin yönettiği serinin üçüncü filmi, Senritsu! Shinanai Otoko, ya da İngilizce adıyla He Never Dies, en saçması olarak hakikaten diğerlerinden farklı olduğunu ortaya koyuyor: İçine kapanık, işyerinde başarısız olan ve sürekli iş yüklenen/terslenen, yalnız yaşayan Hideshi'nin intihar çabasına odaklanan film, onun "ölemediğini.." fark etmesiyle ayrı bir boyut kazanıyor.. Önce bileğini kesen, sonrasında koluna kalem sokan, sonra bileğini yerine "bantlayan.." Hideshi, arkadaşı ziyaretine geldiğinde onu şakağına sapladığı gönyeyle karşıladığında "Elvis.." şaşırıyor haliyle: Ancak bunun bir şaka değil gerçek olduğunu anladığında işler çığrından çıkıyor.. Elvis'in arabada bekleyen sevgilisi eve geldiğindeyse kafası kesik Hideshi'yi konuşur halde buluyor vs..

Filmde bir de anlatıcı var: Rocky Horror Picture Show'daki anlatıcının parodisi mi desem, gerçeği mi desem karar veremediğim bir şekilde masadaki objelere varana kadar (dünya bile var, evet..) handiyse "aynı.." bir mizansenle farklı bir adamı hitap eder halde bulmak, filmin en "ilginç.." ayrıntısı haline geliyor ister istemez..

Hideshi Hino'nun yönettiği dördüncü film, Manhoru No Naka No Ningyo serideki en çok sevdiğim film: Yönetmenin kendi mangasından uyarladığı filmde, karısının ölümüyle boğuşan bir şizofren bir ressamın çocukluğunda karşılaştığı deniz kızıyla yeniden karşılaşması ve sonrasında yaşananları anlatıyor: Vücut dışında oluşan tümörlerin giderek yayılması karşısında ne yapacağını şaşıran adam, çaresiz bir şekilde sona yaklaşıldığında onu öldürüyor-
ancak soruşturmada, kendi eşini öldürdüğü ortaya çıkıyor: Ressamın zihninde ve tuvalinde birbirine bağlanan/karışan iki kadın imgesinin yanında, finalde şöyle bir soru da var: Peki ya o hiçbir balığa ait olmayan ve ressamın evinde bulunan pul ne olacak??

Serinin öykü çatısı en iyi oluşturulmuş filmi olan film, görsel açıdan da zaman zaman çok etkili oluyor: Özellikle solucanların cirit attığı sahnelerde.. Bunun dışında bazı seyirciler için zorlayıcı olsa da, serinin mainstreame en çok yaklaşan filmi..

Kazuhito Kuramoto'nun yönettiği Notoru Damu No Andoroido'ysa teknik açıdan fecii berbat bir film.. Kız kardeşini iyileştirmek isteyen fecii zengin bir mucidin hikayesine odaklanan film, Notre Dame kadar Frankenstein'a da yakınsıyor.. Beni hiçbir şekilde etkilemeyen filmin en komik anı, adamımızın cesedin üzerine propları yerleştirirken kadın memesinin "aslında.." yumuşak olduğunu fark ettiği an.. Osilaskobu filan "süper sonik teknolojik.." diye yutturmaya çalışan bir filmden bahsediyoruz.. Hımm.. neysse,,

Serinin Hajime Tabe yönetimindeki son filmi Pita No Akuma No Joi-San'sa kendini komik sanan filmlerden: The Simpsons'taki Marge saçlarına sahip bir travesti doktorun (ama lisanssız..) tedavilerini izlediğimiz filmde Psycho parodisi filan yapılıyor da, cidden katlanılması mümkün değil bence: İzlerim diyorsanız da siz bilirsiniz..
Read more

Ginî Piggu Olayı: Akuma No Jikken, Chiniku No Hana


Çeşitli yönetmenlerin çektikleri 6 orta metraj filmden oluşan Gini Piggu serisi 5 yıla yayılan bir mockumentary: Grafik şiddet içermesine rağmen snuff dedikoduları çıkmakta gecikmemiş, hatta Charlie Sheen FBI'a başvurmuş, ancak "zaten.." film yapımcıları hakkında soruşturma devam ettiğinden kendisine "ilgileniyoruz.." bilgisi verilmiş.. Yönetmen ve ekip her ne kadar aklansa da, film/ler../in snuff izleme dürtüsüne hizmet ettiği de açık..

[Flashback..]
Henüz bu seriyle tanışmadığım zamanlarda, şöyle bir yazı yazmıştım:
"benim tesis filmiyle keşfettiğim bi olguydu şu snuff denilen nane/halt/bok: bu türün ne olduğundan ziyade, bu tür filmlerin etkilerinden/özlemlerinden bahsetmek lazım biraz..

cannibal holocaust'taki cesedin de gerçek olduğu iddia edilir misal, dedikodu olduğu açıkça belli olsa da, bu film özelinde ve başka mecralardan (çocuk pornografisinde de bu tür dedikodular dolaşmakta, aynı şekilde bazı snuff-pornolar da çekildiği) bazı çıkarımlar yapılabilir:

şiddet ve cinsellik, evet insanın sürekli bastırmaya çalıştığı duygulardan ikisi, filmlerde cinsellik sorunu aşılmasına rağmen, şiddet hep grafik olarak kalmıştır: bunda sinemanın oldukça geç ortaya çıkmasının etkisi olduğu muhakkak: zira sinema insan öldürmenin herhangi bi yaptırımının bulunmadığı zamanlarda ortaya çıksaydı eğer, bu konuda da filmler çekilebilirdi-
hayvan öldürme ise sinemanın sıklıkla başvurduğu bi yöntemdir misal..

ancak, bi dürtü var ve bunlar engellenemiyor: çocuk pornografisi ne kadar yasaklanmaya çalışılırsa çalışılsın, cinsellik yaşının 18'den düşük olduğu ülkelerde bu tür materyaller üretiliyor; snuffta da bu böyle, hatırlıyorum bi ara iki askerin birinin boğazını kestiği video ortalıkta dolaşıyordu..

kanuni yaptırımlar sonucunda önü kesilmiş bir alanda bu açlığı gidermek içinse grafik şiddet gittikçe daha uç noktaları deniyor, istismara dönüşüyor.."
ug tek, 29.06.'07, ekşi sözlük..

Evet, insan öldürmek bir suç ve bunu gerçekleştirmek/izlemek isteyenler için tek alternatif giderek uç noktalara taşınan örnekleriyle gore sinema oluyor.. Gini Piggu da özellikle ilk filminde buna yönelik bir görüntü yönetimiyle karşılıyor bizi: Belki bütçe kısıtlamaları, belki bilerek ortaya çıka/rıla../n ucuz ev videosu tadındaki görüntüler, kesinlikle filmin hanesine + olarak yazılmalı..

Satoru Ogura'nın yönettiği ilk film Akuma No Jikken, bir grup gencin bir kadına uyguladıkları işkenceleri konu alıyor: Yapılan işkenceler ırasıyla, tokat, tekme, kerpetenle deri sıkma, asılı bırakma, sandalye üzerinde döndürme, igğrenç bir gürültüyü 24 saat aralıksız dinletme, tırnak çekme, kızgın yağla kol yakma, kurtçukları vücuduna atma, et ve sakatat parçaları fırlatma, çekiçle eline vurma, ve en sonunda gözü iğneyle delme-
oyuncuların hepsi inandırıcılık sorunu yaşasa da, işkence gören ablamız sadece gürültü dinleme bölümünde inandırıcı olabiliyor.. Filmin grafik açıdansa en başarılı olduğu an tabii ki finaldeki göz sahnesi: Gerçekten süper..

İkinci film, Chiniku No Hana'yı da Hideshi Hino yönetiyor: Serinin en bilindik filmi olmasının sebebiyse, adı geçen snuff dedikoduları ve Sheen'in ihbarı.. Ya açıkçası filmin bir yerinde (sol kolun kesildiği sahne..) efektler öylesine sırıtıyor ki, insan ne dese bilemiyor sahiden..

neysse,, bir samuray seri-katilin cinayetlerinden bir tanesini izlediğimiz Chiniku No Hana, estetik kaygılara da sahip, belli başlı/circle kurgulu bir hikayeye de: Yakaladığı kadınları (muhtemelen..) eterle bayıltıp, sonra verdiği uyuşturucuyla adeta paralize eden samurayımız, önce eller, sonra kollar, sonra bacaklar, sonra bağırsak ve iç organlar, sonra da kafayı kesip, en sona kadının en "değerli.." mücevheri, gözü bırakıyor.. Ceset koleksiyonunu filan görüyoruz sonrasında..

İkinci film, her ne kadar daha bir "in.." olsa da, açıkçası ilk filmdeki göz sahnesi tüm filme (hatta külliyata..) bedel olduğu için ilk film, bana her zaman daha "iyi.." geliyor: Ayrıca migren ataklarından mustarip olanlar için film, ciddi bir özdeşlik de kurduruyor..
İkinci filminse tema müziği son derece başarılı..

Kohut, sadizm için "özünde narsisistik yaralanmayı telafi çabasıdır.." derken tam da bunu kastediyordu, ama işte lazım :))
Read more

À L'intérieur


Amerika sinemasında Post-Vietnam Sendromu'nu sadece öyle tribal film karakterlerinde görmüyoruz.. Korku filmlerinin '70 ve '80'lerdeki abartı gore filmlerde de izi sürüldüğünü biliyoruz.. Hatta şu son dönemde iyiden iyiye ortalığı (ve mideleri..) sallamaya başlayan gore-ötesi işkence filmleri/pornolarının da 11 Eylül travmasının dışavurumu olduğunu da..

Hah işte, Fransızların durup dururken böylesi "gore.." filmler çekmesini neye bağlamalıyız?? Açıkçası akla ilk '05'te patlak veren göçmen isyanları geliyor.. Bu tabii işin teorik okuma kısmı.. Hatta ben de gayet bu fikri benimsemiştim, ta ki Fransız bir gazeteciyle (kendisi referandumu izlemek için gelmişti Türkiye'ye ve hala burda..) yaptığım konuşmaya kadar-
kendisine "abi neden 'bu..' tür filmlere merak saldınız bir anda: Biz sizi kafede oturup, sürekli sigara içen ve saçma muhabbetler yapan stereotipler olarak tanımıştık halbuki.." soruma, her şeyi özetleyen o en kısa kelimeyle cevap verdi: Para.. "Hımm, ok.." diye ikna olmuş gibi görünsem de, o an hala "göçmenlerle ilgili önyargılarınız bilinç düzeyine çıkıyor.." minvalli düşünüyordum ve fakat, bu fikre de alışmaya başladım-
ki, benzer bir dönüşümü İspanyol sinemasında da görmekteyiz: Bu ülkeler (de..) dünya film piyasası trendlerini çok yakından takip etmeye başlayıp, pastadan pay almak istiyorlar: Açıkçası bunun en sevindirici yanı, Fransızların 3. sınıf erotik saçmalıklardan kurtulması oldu ancak, bir İspanyol sineması gibi yeri geldiğinde dünya sinemasına yön verebilen örnekler çıkaramadılar-
gerçi ülke sineması uzun süreden beri sıkıntıda ya, neysse,,

'07 yapımı Alexandre Bustillo ve Julien Maury filmi A L'interieur da bu new-gore akımının Fransa'daki öncülerinden bir intikam filmi.. Fallik objelerle birbirine saldıran iki kadının bebekleri üzerine karşılaşmaları zaman zaman saçmalık boyutuna gelse de (polis memuru zombi mi oldu yani??), az biraz daha uğraşılsa çok güçlü olacak atmosferi sebebiyle kendisini izletiyor-
"hep daha fazla.." diyen gore-teşneleri için bunlara da gerek yok tabii, organlar parçalansın yeter :))

Filmin hikayesiyse şöyle: Bi kadın ve kocası araba kazası yaparlar: Kazadan sadece hamile Sarah'nın kurtulduğuna inanıp 4 ay sonrasından hikayemiz devam ediyor: Sarah doğum-öncesi depresyonu/tribi sebebiyle "son gece.."sinde yalnız kalmak istiyor ve fakat tam da o gece kazadan kurtulan diğer Kadın devreye girip, Sarah'nın kazada ölümüne sebep olduğu bebeğinin intikamını aynı yöntemle almak istiyor..
Beri yanda film, periyodik olmayan aralıklarla göçmen isyanlarına yer veriyor.. Böylesi bir filmde politik meselenin işi ne?? diye sorduğumda karşıma şu çıkıyor..

Filmdeki iki kadın ve bebek/ler de metafor: Sarah Fransa'nın kendisi, Kadın'sa göçmenlerin temsilcisi: Filmin açılışını Fransa'nın "kirli.." geçmişi olduğunu kabul edelim.. Biriken öfkenin akacak mecrasını bulması gerekiyor.. Fransızlar şehir merkezlerinde kendilerini güvende hissederken, Sarah da aynı hissi evinde yaşıyor.. Ta ki "dışarıdan.." gelen bir tehdite kadar.. Kadın, geçmişin gölgesi gibi (kıyafeti bu açıdan manidar oldukça..) Fransa'nın üzerine çöreklendiğinde karşı koyuyor: Yüzleşme ancak işler çığrından çıktığında başvurulan bir yöntem olduğu için, sürekli mücadele içinde izliyoruz iki kadını: Sarah'nın hamile olması, ona acımamıza, onun yanında olmamıza sebep oluyor-
olaylar sürerken haberlerin çoğunun Fransız kaynaklardan dünya basınına geçildiğini düşünebiliriz muadil olarak..
Ve film umutsuz bir finale sahip: Dahası bu okumayı sürdürürsek, bildiğin zenofobik: Fransa'nın ölüp, geleceğe "dışarıdan.." gelenlerce yön verileceği gibi bir finali var: Üzülüyoruz Sarah'ya: İstenen de bu: Çünkü o "bilerek.." işlemedi o "suç.."u..

[Çok dağıldım -yine..]
Başka bi "abartı.." yorumla devam edicez :))
Read more

Slaughtered Vomit Dolls


[Rehabilite dönemi..]

Lucifer Valentine'ın '06 yapımı filmi Slaughtered Vomit Dolls, hakikaten de her mideye (izleyici demedim..) göre olmayan, yönetmeninin n/ickinden film ismine, kamera hareketlerinden diyaloglarına, görüntülerinden mizansenlerine, işkence ve kusma sahnelerinden ses bandına kısaca her şeyiyle çok ama çok aşırı bir film.. Film bile demeye dilim varmıyor açıkçası, zira, uzun bir video-art çalışmasını fazlasıyla andıran filmin, mecra olarak neden sinemayı seçtiği de ayrı bir soru/n.. Cidden abi "neden sinema??"

Bir yanda yönetmenin satanist manifestosu, diğer yandaysa blumik bir striptizcinin hikayesi.. Bu iki hikaye bir araya geldiğinde görece izlenir de, yönetmen kendisini bir türlü tutamıyor.. Yönetmen kendisini o kadar ciddiye alıyor ki, en uzun planı ~10'' bile zor sürüyor.. Dogma'ya rahmet okutacak bir kamera kullanımı da işin içine girince filmi görsel açıdan izlemek gerçekten zor bir deneyime dönüşüyor-
iltifat olarak söylemedim bunu: Yani karşımızda Irreversible'ın bar sekansı gibi bir kaotik bir güzellik yok..
Ne var?? Gerçekten fazlasıyla kasılmış/-tırılmış bir görüntü yönetimi var: Berbat kelimesinin bile karşılayacağından şüpheliyim, ahah..
Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, ses bandında satanic-voice-over var: Oyuncuların seslerini yavaşlatarak "koyu.." tonlar elde etmeye anlaşılan pek bayılan yönetmenimiz, işin ucunu bir türlü tutturamamış-
misal, açılış bölümündeki o manifesto bölümünde "şık.." durmasına rağmen, sonradan bildiğin sıkıyor, bayıyor, "öf, yeter ulan!!" dedirtiyor..

Öhm, neysse,, filmin hikayesiyse şöyle-
dvdsindeki açıklama olmasaydı, bunu bile yazamazdım -cidden: 19 yaşındaki striptizci kızımız Angela, adını söyledikten sonra dişlerini birbirine vurmaya başlıyor istem dışı: Kalçaları morluklar içinde ve balerin olma hayalindeki Angela, bir fahişeye "dönüşüyor.." Uyuşturucu (da..) kullandığı ortada olan Angela'nın bir başka problemi de (muhtemelen -yine, uyuşturucudan kaynaklanan..) blumia ve (-yine, uyuşturucudan kaynaklanan..) halüsinasyon/paranoya sorunu var-
metamfetamin, eet-
filmde uyuşturucunun lafı bile geçmiyor..
Ayrıca, üç "infaz.." da izliyoruz filmde: İkisi '94, biri '02 tarihli.. Son derece kötü bir efekt tasarımına sahip bu sahnelerden en "güzel.."i, '02 yılına ait olanı..

Periyodik olmayan aralıklarla kusulan filmde, bazı mizansenlerin kurgulanışı yüzünden, yüzünüze kusuluyor.. Bazı kusmuklar gerçek değilken, bazıları gerçek filan..

Aslında yönetmen saçmalamasa, filmle alakası bile olmayan kişisel düşünce/inançlarını zorla enjekte etmeseydi (ki, Satanist manifestodan ziyade delüzyonal bir ergen karalamasına benziyor söylenenler..), üzerine de içeriği taşımaktan ziyade "eh, ilginçlik olsun hocu: Hem sanatsal görünür.." minvalindeki eklemlenmiş kamera hareketlerini, ses miksajını filan dengeleyebilse ve ana konusu olan striptizcinin fahişeye dönüşümüne odaklansaydı, ortaya gerçekten etkili bir film (hatta yarı-belgesel..) bile çıkabilirdi.. Çünkü film merkezindeki konuyu teğet geçmeye öylesine hevesli ki, hiçbir şey söylemiyor.. Kaçan büyük bir fırsat bu açıdan Slaughtered Vomit Dolls..

neysse,, animasyon sonrasında böyle bir filme ihtiyacım vardı benim: Devamı da gelecek, ahahha..
Read more

Kuklaların Efendisi: Jirí Trnka


Animasyon seçkisinin sonuna geldik: Bu yazıda, biri uzun, üçü kısa metraj olmak üzere 4 Jiri Trnka filmini ele alacağım..

Jiri Trnka, Çek animasyon ekolünün kurucularından, hatta hakkında yazılmış tüm yazılarda şu iki ibareyle karşılaşmamanız işten bile değil: Doğu'nun Walt Disney'i ve Kuklaların Efendisi: İkincisi bana yakın geldiği için yazı başlığı olarak da onu seçtim: Hayat hikayesine filan girmeden hemen filmlerine geçiyorum..

İlki, Jiri Brdecka'yla birlikte yönettiği '46 yapımı Pérák A SS ve bir çizgi film: Bir Nazi muhbiri özelinde Nazi ideolojisiyle dalga geçen film, Trnka'nın da 3. çalışması aynı zamanda.. Çevresindeki her şeyi ihbar eden adamın (ve Nazi askerlerinin..) hakkından bir baca temizleyicisi ayağına taktığı yatak yaylarıyla geliyor..

Adından da anlaşılacağı üzere bir propaganda filmi olan Pérák a SS, slapstick olduğu için bana pek hitap etmiyor ancak, teknik olarak hoş bir çalışma: Ancak iki eşcinsel Nazi askerinin romantik sahneleri eleştiriye son derece açık: Aşağılamak için başka yöntemleri zaten uygulayan filmin bir de böylesi bir yöntemi tercih etmesi hiç de "şık.." değil..

Diğer filmse, yine bir kısa metraj ve son derece güzel olan Román S Basou: Nehire yüzmeye giren bir kontrbasçının balık tutan bir kadınla hikayesini anlatan film, her ne kadar umutsuz bir finale sahip olsa da, kısa süresine "aşk gibi görünmeyen aşk.."ı sığdıran (ya da benim fazla zorladığım..) film, aslında 3 müzisyenin zamanında çalmaya başlayamamasının (da..) hikayesi.. İkisinin çıplak olarak karşılaştıkları sahne ve sonraları mükemmel anlar yaşatıyor..

Diğeriyse, Trnka'nın başyapıtı: Sen Noci Svatojánské.. Shakespeare'in aynı adlı oyunundan uyarlanan film öylesine güzel ki, kelimeler kifayetsiz kalıyor yanında: Özellikle Titania ve Oberon sahnelerinde film zirve yapıyor.. Ancak bir bütün olarak değil Trnka'nın, animasyon tarihinin bile en etkili işlerinden biri, birisi Sen Noci Svatojanske.. Bu lafın üzerine daha fazla bişii yazmama gerek yok sanırım..

Diğeriyse, Trnka'nın ölmeden önce çektiği son filmi olan Ruka.. Otorite üzerine müthiş bir çalışma: Öyle ki, saksı yapan kil-ustası ve çiçek, Trnka'nın kendisi ve siyasete bulaşmayan eserlerini öyle güzel karşılar ki, otoritenin üzerinde kurduğu/kurmaya çalıştığı baskıyı sadece bir elle çok ama çok güzel anlatır: Bir türlü kurtulamadığı baskı sonunda onu kafese kapattığında çaresiz bir şekilde eli tamamlaması ilk dönem çalışmalarına dair bir özeleştiri de olarak da yorumlanabilir.. Ve kil ustası öldüğünde rejimin ona saygı duyması da bu tür baskı rejimlerinin bir başka değişmezi olarak karşımıza çıkıyor-
devlet sanatçısı gibi titrleri düşünelim bir..

neysse,, animasyonun son derece çalışkan, yetenekli ve -yine, son derece karakteristik filmler çeken yönetmeniyle seçki bitti.. Bir süre rehabilite olmak adına araya küçük bir seçki daha sıkıştırdıktan sonra, asıl seçkimize geçeceğiz..
Read more

Akira


Cyberpunkla taptığım birkaç film dışında aram pek iyi olmasa da '88 yapımı Katsuhiro Otomo kültü Akira, temel hikayesiyle beni büyüleyegelmiştir hep.. Akira'yı da bu yüzden seviyorum..

3. Dünya Savaşı sıraları: '88 yılında Tokyo'ya atom bombası atılmasıyla şehir yerle bir oluyor ve birden 2019 yılına geçiyoruz: Neo-Tokyo inşa edilmiş, ancak şehirde sıkı bir askeri/polis gücü hakim, "terörist.."lerse bombalı eylemler yapıyorlar.. Şehirdeki hakim kaotik ortamda iki arkadaş var: Tetsuo ve Kaneda: Nasıl desek, hımm, Tetsuo daha "güçsüz.." olan: Kaneda, en iyi motora sahip çetedeki misal, Tetsuo'yu da başını derde soktuğunda koruyor.. Bunun ağırlığı altında ezilen (ve pasif-agresif reaksiyonlar gösteren..) Tetsuo'nun "şansı.." bir gece yaptığı kazayla dönüyor.. Hükümetin gizli projelerinde denek olarak kullanılan Esper'lerden biri, birisiyle yakınlaştıktan sonra Tetsuo'nun güçleri (daha çok telekinezik..) artmaya ve bunların farkına varmaya başlıyor.. Olaylar gelişiyor filan..

Pasif-agresif entrymde şöyle bir şeyden bahsetmiştim: "aslında enn uzlaşmacı tabir ettiğimiz kişiler bu gruptan çıkar, çünkü onların sonn derece anlayışlı olduğunu sanırız, halbuki edilgendirler o an: size itiraz etmezler.. dediklerinizin bi çoğuna katılır, sizinle aynı oyunu oynarlar.. böyle davranmak zorundadırlar zira, (genel olarak/eskiden beri) içlerinde biriken öfke o kadar yoğundur ki, patlamak için, sizin yaptığınız ufak şakaları, ona kabul ettirmeye çalıştığınız isteklerinizi (aka: ben böyleyim), hatta dayatmalarınıza ses çıkarmazlar.."
Tetsuo'nun gücünün farkına vardıktan sonraki değişimi bu açıdan oldukça anlamlı: İki şey için çabalıyor, Akira'ya ulaşmak ve Kenada'dan intikam almak-
onu öldürmek değil, onun korumasına "artık.." ihtiyaç duymadığını ispatlamak-
böyle de çekilmez bir özellikleri var..

Tetsuo'yla empati yaptığımızda da Kaneda o kadar "ideal.." bir figür değil aslında: O hep kendinden emin tavrı, bulunduğu yerde başkasının nefes almasını adeta engelleyen aurası filan hakikaten itici olabiliyor zaman zaman.. Tetsuo da, kendine yer açmaya çalışıyor, ama ilk girişimi (Kenada'nın motorunu aldığı zaman..) fecii şekilde çuvalladığında egosu öyle bir yaralanıyor ki, öfkesini gereken yere değil, Kaneda'ya yansıtıyor..
neysse,, aralarındaki ilişki tahterevallisinde Kaneda'nın yıllardır ağır basmasından bunalan Tetsuo en sonunda gidiyor da-
ki, bu noktada meydana gelen "ultimate energy.." olayıyla film boyut değiştiriyor adeta..

Filmde darbe oluyor (parmak şıklatma kadar kolaymış meğer, eheh..), davasına ihanet edenleri görüyoruz, olduça etkili sorularla karşılaşıyoruz, devletin "gizli.." olarak ne kadar ileri gidebileceğini vs.. görüyoruz: Gayet sağlam bir arka planı da var temel öykünün.. Çizimleri ve müziklerine değinmeme gerek yok sanırım..
Read more

Animal Farm


'54 yapımı George Orwell'in aynı adlı kitabından uyarlanan Joy Batchelor ve John Halas filmi Animal Farm, konusundan ziyade CIA'in film çekimlerine müdahalesiyle anılan bir film..

Konusu kısaca şöyle: Bir çiftliğin sahibi (adını unutmak..) sürekli içip, hayvanlarına kötü davranmaktadır.. Bu durum karşısında içlerindeki en yaşlı domuz Old Major/Willingdon bir konuşma yaparak devrimin fikir babası olur ve hayvanlar çiftliğin sahibini kovar ve kendi kurallarını koyarak (her hayvan eşittir vs..) çiftliği işletmeye başlarlar.. Snowball çiftliğin enerji ihtiyacı için değirmen tasarlarken Napoleon tarafından alt edilir.. Başa geçen Napoleon sonrasında işler ters gitmeye başlar: Ticarete başlayan çiftlik, diğer hayvanlarına yemeği çok az verirken, domuz nomenklaturası keyif çatmaktadır.. Bütün kurallar tek tek değişirken, Boxer'ın ölümü sonrasında tablo daha karanlık bir hal alır, ancak hayvanlar yeni bir devrim daha yapacak görünüyorlardır-
kitaptaysa böyle bir final yok..

Kitabın SSCB'nin '10'la '40 yılları arasındaki dönemin alegorisi olduğu herkeslercek malum.. Film de finale kadar oldukça sadık bir şekilde bunun izini takip ediyor.. Sadece finalde yeni bir "devrim.." yapılacağını gösteriyor.. İşte tüm gürültü de bu noktada kopmaya başlıyor: CIA'in film çekim sürecine müdahil olduğu iddiası, bu konu hakkında kitap yazılmasına bile sebep olmuş: Üstelik filmin, sinemalarda gösterilen ilk uzun metraj İngiliz animasyonu olması da bu iddiaları güçlendiriyor-
amerika-İngiliz ilişkilerindeki genel duruma dair bir tespit bu da..
Eğer komplo teorilerine bulanacaksak, yine animasyon cephesinden başka iki örnekle duruma bakabiliriz: Smurfs çıkar çıkmaz kazandığı başarı ve dizinin bildiğin komünist bir sistemde geçmesinin akabinde, hiç vakit kaybetmeden ertesi sezon Richie Rich'i çekerek kapitalizme güzelleme çeken "sistem..", diktatörlük eleştirisi yapan bir kitabı da anti-komünist bir propaganda filmine dönüştürebilir.. Gibi duruyor..

Ancak diğer taraftan (en azından kitabın..) bu tür bir nirengi noktasından hareket etmediğini söylememiz gerekiyor.. Zira kitapta devrim sonrası inşa edilen komünist sistem, diktaya dönüşüyor: Ortaya çıkan bu "yeni.." düzen sonrasında yaşananlar komünist sistemin kendisinden değil, diktatör/lük yüzünden kaynaklanıyor.. Filme de bu açıdan yaklaştığımızda, ortada "sorun.." teşkil edecek ("anti-komünist propaganda yapıyor..") bir şey kalmıyor bana kalırsa..
Read more

The Simpsons Movie


'07 yapımı David Silverman filmi The Simpsons Movie, bir çevre ve aile güzellemesi.. Ancak, kült-klasik dizinin herhangi bir bölümünden çok daha vasat.. Bunun sebeplerinin "tam.." olarak ne olduğunu kendimce bulabilmek için yazmadan önce bir kez daha izledim..

Hikayesi kısaca şöyle: Springfield Gölü, kirlilik seviyesi olarak o kadar uç noktalara ulaşır ki, canlılar mutasyon geçirmeye başlar, bunun üzerine şehrin üzerine camdan bir kubbe kapatılır, sorumlusu Homer (ve ailesi..) linçten son anda kurtularak, Alaska'ya giderler.. Marge şehrin yok edileceğini öğrendiğinde onları kurtarmak için çocuklarla beraber yola çıkar, Homer da bir Inuit kadınının yardımıyla aydınlanma yaşayarak çözüm bulmaya çalışır ve başarıya ulaşırlar.. Şehir kurtulur..

Evet, politik açıdan son derece yerinde giydirmeler, popüler kültür referansları, açılıştaki müthiş kendine-göndermeli yapı, alışık olduğumuz Bart-Homie ilişkisi, Lisa'nın fecii politically correct yapısı, ekoloji dostu bir ana-hikaye vs: Her şey yerli yerinde.. Ancak eksik bir şeyler var bu filmde..
Sondan başlayalım: Film, her ne kadar çevre konusunda "vaaz.." verse de, finale doğru bu tavrını adeta unutarak meselesini başka yöne taşıyor: Şehir kurtuldu, evet ama ya sonrası?? Zira göl hala kirli..
Şuna bağlasam çok mu abartırım: Filmde, işlenen suç (günah??) ve bunun cezası (kefaret??) ana konu aslında: Tüm şehir halkı gölü kirlettiği için kubbeye kapatılıyorlar ve dış dünyayla bağlantıları kesiliyor: Adeta modern bir Sodom ve Gomore veya ona benzer bir felaket öncesi.. Bu noktadaysa, devreye Homer giriyor: Ki, o da aynı sebeple güdüleniyor: Kendisini terk eden ailesini geri kazanmak için-
hıristiyan terminolojisi yerine varoluşçu terminolojiyi de devreye sokabilirdim ancak, gerek duymadım..

Açıkçası Family Guy sonrasında Simpsons'tan uzaklaşmaya başlamıştım (American Dad'i söylememe gerek yok sanırım..), filmi de sanırım bu yüzden sevemedim.. Biraz, nasıl desem, "naif.." ve fazlasıyla "mesaj kaygılı.." Ancak asıl önemli sebebi, bu film konusunu herhangi bir dizi bölümünde de gayet rahat anlatabilirlerdi, ~1.5 saate neden yayma gereği duydular, hala sebebini bulabilmiş değilim..
Read more

Machete


'10 yapımı Robert Rodriguez ve Ethan Maniquis filmi Machete'yi daha bir-iki saat önce izledim ve tek söyleyebileceğim, "olağanüstü.." Hakikaten yok böyle bir güzellik.. Hikayesini kısaca şeyettikten sonra, Rodriguez evrenine geçeceğim..

Daha Grindhouse'ta fake bir trailerken sevdiğim/iz Machete aslında bir federal ajan: Ancak ihanete uğruyor ("doğru.." olmayı seçtiği için..) ve ailesi gözünün önünde katlediliyor.. Kendisi de öldü sanılarak bırakılıyor ancak ölmüyor.. 3 yıl geçtikten sonra Machete'yi daha sakin buluyoruz, ancak aldığı bir iş teklifiyle hayatı yine değişiyor.. Amacı seçim döneminde bir suikast gerçekleştirmek: Ancak son anda tuzağa düşürülen Machete'nin peşine handiyse tüm Amerika takılıyor.. İşler dallanıp budaklanıyor, Ağ, Sınır Birlikleri, senatörün yardımcısı filan derken, Machete hem sevişip, hem de adam öldürüyor-
ateşli silah, nadiren kullanıyor.. Ve film mutlu sonla bitiyor..

Filmin, bir derdi de var: Meksika ve Amerika arasındaki kaçak geçişler ve göçmen yasaları.. Amerika'nın Meksika göçmenlerini üç kuruş paraya çalıştırdığını Food, Inc. gibi belgeseller bile ortaya koymuşken, film bunu bir adım daha öteye taşıyıp, aksiyon ve eğlencenin arasında zaman zaman güme gider gibi olsa da, doğrudan ve oldukça etkili laflar ediyor.. Ve film bir yerden sonra göçmen sınıf bilincinin uyanışına dönüşüyor: Bu devrim söylemi/eylemi, dediğim gibi filmin görsel/işitsel hafifliği altında her an buharlaşacakmış gibi dursa da, çok önemli-
yanisi: District 9'daki gibi metaforlara başvurmadan doğrudan konuşan bir film var karşımızda.. Ve tavrı, dünya konjonktürü düşünüldüğünde oldukça da manidar (başka ülkelerdeki ayaklanmalara da bağlayabiliriz..)

Filmin stiliyse, bu "ağır.." meseleden metrelerce uzakta ve inanılmaz eğlenceli.. Zaman zaman fecii gore'laşan filmin müzikleri ve neredeyse her sahnede adeta fetişleştirilmiş "an.."larıyla muhteşem bir seyirlik sunuyor..
Filmde, akla ilk gelense Rodriguez filmleri değil de, yakın dönemden Kill Bill oluyor: Benzer, hatta aynı olayları görmek mümkün.. Ancak, burada Rodriguez ve Tarantino arasındaki farktan ve benim (yalnız olmadığımı biliyorum..) Tarantino'dan uzaklaşırken, giderek Rodriguez'e yakınsamamızın sebebi: Rodriguez, herhangi bir entelektüelleştirmeye başvurmuyor son iki filminde.. Oysa Tarantino, b-film çekmek için yola çıktığında dahi, adeta bir savunma mekanizması gibi işleyen (ve olağanüstü diyalog yazma yeteneğini kattığı..) "akılcılaştırma.."ya başvurduğu için Death Proof'u açıkçası pek sevmemiştim.. Sonraki filmini de "o kadar.." sevdiğimi söyleyemem.. Ancak, Rodriguez Sin City, sonrasındaki Planet Terror ve şimdi de Machete'yle, beni kendimden geçirip, adama tapmama sebep oluyor.. Yok böyle bir güzellik.. Filmin başından sonuna kadar aldığım keyfi, uzun zamandır sinemada izlediğim filmlerden almıyordum.. Muhteşem bir iş..

Machete'nin motorla havada uçtuğu sahnedeki gibi: Her şey çok abartılı ama aynı zamanda inanılmaz havalı..

*: 2 tane devam filmini müjdeliyor kapanış, ancak boşuna heveslenmeyin-
ben heveslendim, imdb'ye bakınca yanıldığımı anladım :((
Read more

South Park: Bigger Longer & Uncut


'99 yapımı Trey Parker filmi South Park, adında da belirtildiği üzere kült dizinin "daha bir.." hali.. Oldukça da başarılı.. Delicesine komik..

Hikayesi şu şekilde: Bizim çocuklar Terrance ve Philip'in filmini izledikten sonra kendilerinden geçip, küfürlü konuşmaya başlarlar.. Anneleri Sheila'nın önderliğinde zıvanadan çıkar, Terrance ve Philip'i yakalayıp idam ettirmek için hazırlanırlar, Amerika'yla Kanada savaş hazırlıkları yapar, ölen Kenny cehennemde Şeytan için adeta çift terapistliği yapar, ve film mutlu bir finalle biter: Tabii, öncesinde bir ders alınması gerekiyordur..

Filmin temel meselesi, haliyle sansür-
amerika'da R'la "ödüllendirildiğini.." de hatırlatalım yeri gelmişken: Hatta Terrance ve Philip'i kendine-göndermeli bir şekilde işletiyor South Park: Zira, aynı protestolarla kendisi de çok sık karşılaşıyor.. Arada başka ironiler de yok değil hani: Çocukları koruma amacını ırkçılığa değin taşıyabilen Sheila gibi, politically correct takılmaya bayılan kesim de South Park'a kötü, ırkçı vs.. gibi sebeplerle nefret kusuyor-
konservatif kesime hiç girmiyorum..
Filmse, vermek istediği mesajı, hiçbir yan yola sapmadan (belki zaman zaman grotesk bir boyuta taşıyor ama..) olduğu gibi veriyor..
Filmde Amerikan tv/film endüstrisine ilişkin en temel tespit ışıl ışıl parlıyor: "Küfür yoksa, en sert şiddete bile evet.." Küfre (biraz daha yumuşatırsak eğer..) kötü söze karşı olan bu önyargının (ve sonradan cılkı çıkan politically correct anlayışın..) Amerika'nın geçmişiyle de ilgisi var: Azınlıklara karşı olan tutumunu adeta unutan toplum, yüzyılın son yarısından itibaren, adeta hafızasız bir şekilde kitsch bir hoşgörü dünyasını pazarlıyor.. İşin cancanlı kısmı da burası, dışarıya ihraç edilen bu Amerika imgesinin, aslında öyle olmadığını da biliyorduk da, South Park, bu konuda adeta bir mihenk taşı görevi görüyor..
Çıkardığı toplum kesiti (dediğim gibi, işin komedi kısmını öne çıkarmak için bazen fazla abartsa da..) üç aşağı beş yukarı aynı: Cahil ve kör..

Ben dizi bölümlerini daha çok sevsem de, film de oldukça güzel: Ancak, dizisine fark attığı tek yanı var: Olağanüstü müzikleri..

*: A Clockwork Orange temasını da unutmamak lazım..
Read more

Yeu Woo Bi


'07 yapımı Seong-kang Lee filmi Yeu Woo Bi, şirin bir şey.. Seçkide yer almasının sebebiyse, Secret Of Kells, Hanuman, Sita Sings The Blues'taki gibi bir efsaneyi konu edinmesinden kaynaklanıyor..

Bir Kore inanışı olan Kumiho, dokuz tane kuyruğu olan bir tilki aslında ve kötü olduğuna inanılıyor.. İstediği her canlının formuna geçebilen Kumiholar, insanların ruhlarını çalabiliyorlar..
Film de, hayatta kalan son Kumiho, Yobi'nin hikayesini takip ediyor..

Yobi, ergenliğin eşiğinde bir Kumiho.. Uzaylı dostlarıyla birlikte yaşıyor (ki, onlar da uzay gemilerinin dünyaya düşüşüyle tanışıyorlar Yobi'yle.. Ve bir okul var, kamp yaparken Yobi'nin sınırlarına giriyorlar ve Yobi, bir tanesinden etkileniyor.. Geçiş nesnesi olarak peluş oyuncak ayısı olan, hiç konuşmayan bir kız çocuğu var (ki, pek şeker sahiden de..) İşler karışınca uzaylıların biri, birisi, en miniği kendini o geçiş nesnesinin yerinde, kızımızla birlikte uyur halde buluyor.. Onu kurtarma görevi haliyle Yobi'ye düşüyor ve bu uğurda okulda öğrenci olan Yobi'nin sırrı iki defa öğrenilmenin eşiğinden dönüyor..
Yobi'yi yakalamak isteyen bir adam da var (isimlerini aklımda tutamadığım için böyle niteliyorum..), ondan kaçarken adeta doluya tutuluyor Yobi: Bir başka hayaletin tuzağına düşüyor ve sevdiği çocuğun ruhu çalınıyor.. Onu kurtarmak için kendini feda etmeye hazır olan Yobi'yi finalde bir sürpriz bekliyor..

Film çok fazla yan hikayeye sahip, zaman zaman sarksa da, muhteşem görüntüleri bunu es geçmemizi sağlayabiliyor.. 2 disklik dvdsindeki yapım belgeseli de oldukça doyurucu bu açıdan.. Ancak, yönetmenin diğer filmi Mari Iyagi'de de belirttiğim gibi, film boyu peşinizden ayrılmayan bir "Miyazaki imgeleri bunlar.." hissi var: Çeşitli görsel tasarımlar, mizansenler, efektler Miyazaki'ye fazlaca benziyor..
Bunu, olumsuz anlamda söylemiyorum: Sonuçta oldukça yakın coğrafyalardan bahsediyoruz, aynı/benzer yaklaşımlar (animizm, ruh ç/alma, çeşitli canlıların tasarımları..) bulunabilir, ancak bu Yeu Woo Bi için bazen handikaba dönüşebiliyor-
hatta dönüşmüş gibi..
Ancak, filmden etkilenmeler de yok değil: Secret Of Kells'in afişindeki "yapraklar arasında görünen yüz.." besbelli bu filmden alınmış..

Yeu Woo Bi, görsel açıdan oldukça tatminkar olmasının yanı sıra, gayet şirin dediğim gibi: Ancak tıka-basa doluymuş, her şey "çok fazla.."ymış gibi hissettiriyor..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.