À L'intérieur


Amerika sinemasında Post-Vietnam Sendromu'nu sadece öyle tribal film karakterlerinde görmüyoruz.. Korku filmlerinin '70 ve '80'lerdeki abartı gore filmlerde de izi sürüldüğünü biliyoruz.. Hatta şu son dönemde iyiden iyiye ortalığı (ve mideleri..) sallamaya başlayan gore-ötesi işkence filmleri/pornolarının da 11 Eylül travmasının dışavurumu olduğunu da..

Hah işte, Fransızların durup dururken böylesi "gore.." filmler çekmesini neye bağlamalıyız?? Açıkçası akla ilk '05'te patlak veren göçmen isyanları geliyor.. Bu tabii işin teorik okuma kısmı.. Hatta ben de gayet bu fikri benimsemiştim, ta ki Fransız bir gazeteciyle (kendisi referandumu izlemek için gelmişti Türkiye'ye ve hala burda..) yaptığım konuşmaya kadar-
kendisine "abi neden 'bu..' tür filmlere merak saldınız bir anda: Biz sizi kafede oturup, sürekli sigara içen ve saçma muhabbetler yapan stereotipler olarak tanımıştık halbuki.." soruma, her şeyi özetleyen o en kısa kelimeyle cevap verdi: Para.. "Hımm, ok.." diye ikna olmuş gibi görünsem de, o an hala "göçmenlerle ilgili önyargılarınız bilinç düzeyine çıkıyor.." minvalli düşünüyordum ve fakat, bu fikre de alışmaya başladım-
ki, benzer bir dönüşümü İspanyol sinemasında da görmekteyiz: Bu ülkeler (de..) dünya film piyasası trendlerini çok yakından takip etmeye başlayıp, pastadan pay almak istiyorlar: Açıkçası bunun en sevindirici yanı, Fransızların 3. sınıf erotik saçmalıklardan kurtulması oldu ancak, bir İspanyol sineması gibi yeri geldiğinde dünya sinemasına yön verebilen örnekler çıkaramadılar-
gerçi ülke sineması uzun süreden beri sıkıntıda ya, neysse,,

'07 yapımı Alexandre Bustillo ve Julien Maury filmi A L'interieur da bu new-gore akımının Fransa'daki öncülerinden bir intikam filmi.. Fallik objelerle birbirine saldıran iki kadının bebekleri üzerine karşılaşmaları zaman zaman saçmalık boyutuna gelse de (polis memuru zombi mi oldu yani??), az biraz daha uğraşılsa çok güçlü olacak atmosferi sebebiyle kendisini izletiyor-
"hep daha fazla.." diyen gore-teşneleri için bunlara da gerek yok tabii, organlar parçalansın yeter :))

Filmin hikayesiyse şöyle: Bi kadın ve kocası araba kazası yaparlar: Kazadan sadece hamile Sarah'nın kurtulduğuna inanıp 4 ay sonrasından hikayemiz devam ediyor: Sarah doğum-öncesi depresyonu/tribi sebebiyle "son gece.."sinde yalnız kalmak istiyor ve fakat tam da o gece kazadan kurtulan diğer Kadın devreye girip, Sarah'nın kazada ölümüne sebep olduğu bebeğinin intikamını aynı yöntemle almak istiyor..
Beri yanda film, periyodik olmayan aralıklarla göçmen isyanlarına yer veriyor.. Böylesi bir filmde politik meselenin işi ne?? diye sorduğumda karşıma şu çıkıyor..

Filmdeki iki kadın ve bebek/ler de metafor: Sarah Fransa'nın kendisi, Kadın'sa göçmenlerin temsilcisi: Filmin açılışını Fransa'nın "kirli.." geçmişi olduğunu kabul edelim.. Biriken öfkenin akacak mecrasını bulması gerekiyor.. Fransızlar şehir merkezlerinde kendilerini güvende hissederken, Sarah da aynı hissi evinde yaşıyor.. Ta ki "dışarıdan.." gelen bir tehdite kadar.. Kadın, geçmişin gölgesi gibi (kıyafeti bu açıdan manidar oldukça..) Fransa'nın üzerine çöreklendiğinde karşı koyuyor: Yüzleşme ancak işler çığrından çıktığında başvurulan bir yöntem olduğu için, sürekli mücadele içinde izliyoruz iki kadını: Sarah'nın hamile olması, ona acımamıza, onun yanında olmamıza sebep oluyor-
olaylar sürerken haberlerin çoğunun Fransız kaynaklardan dünya basınına geçildiğini düşünebiliriz muadil olarak..
Ve film umutsuz bir finale sahip: Dahası bu okumayı sürdürürsek, bildiğin zenofobik: Fransa'nın ölüp, geleceğe "dışarıdan.." gelenlerce yön verileceği gibi bir finali var: Üzülüyoruz Sarah'ya: İstenen de bu: Çünkü o "bilerek.." işlemedi o "suç.."u..

[Çok dağıldım -yine..]
Başka bi "abartı.." yorumla devam edicez :))

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.