The Rocky Horror Picture Show


Hakkaten olağanüstü bi film Rocky Horror.. Bu yazıda da ne yazacağımı bilemiyorum açıkçası, kült külliyatının en nadide parçalarından biri, birisi hakkında yazılmayan bişii kalmamış olması muhtemel.. Kısa bi özet geçiym, sonrasında da hissettirdiklerini şey ediym..

Richard O'Brien'ın müzikalinden uyarlanan film, bi düğünle açılıyor, düğüne katılan Janet, gelinin çiçeğini kapıyor ve Brad kendisine nişanlanmayı teklif ediyor ve çiftimiz nişanlanıyor.. Bu mutlu haberi vermek için Dr Scott'ın evine doğru yola çıkıyorlar ve fakat fırtınaya yakalanıp, yolda kalıyorlar.. Arabaları bozulmadan önce gördükleri şatoya gidip, yardım istemeyi düşünüyorlar ve şatoya gittiklerinde Riff Raff onlara kapıyı açıyor.. Korkan çiftimizi Time Warp dansıyla karşılıyor şato sakinleri-
ki, süfer bişii kendisi: Herkesler gibi ben de yapıyorum, eet..

Bu dans sırasında Janet, 2 kez filan bayılıyor.. Ve filmin asıl yıldızı Frank-N-Furter sahneye çıkıyor.. Uzaylı bi travesti olan Frank, kendine bi erkek yaratmak için Eddie'nin beyninin yarısını aldığı için Eddie'yi dondurucuda tutuyor.. Ve bi şarkılığına dondurucudan çıkan Eddie'yi Frank öldürüyor, ardından Frank ve Rocky Horror evleniyor.. Aynı gece Frank, hem Janet, hem de Brad'le yatıyor.. Frank, Rocky'yi de "tutsak.." ettiği için Rocky Horror kaçıyor ve Janet'le yatıyor.. Dr Scott'sa Eddie'nin akrabası olduğu ve ondan haber alamadığı (sonradan öğreniyoruz ki, aslında aldığı..) için şatoya geliyor.. Ve olaylar gelişmeye devam ediyor filan..

Filmin en güzel yanı, tabii ki Frank-N-Furter rolündeki Tim Curry: "Mükemmel.." kelimesinin bile tam karşılayamadığı bu performans filme çok şey katıyor.. Göndermelerin daha açılış jeneriğinden başlayıp, film boyunca sürmesi de süfer tabii ki.. Sonra şarkılar: Ve tabii ki filmin görsel yapısı/campin doğası da olağanüstü..

Filmin benim en çok hoşuma giden yanı, cinsellik konusundaki tavrı.. Eşcinselliği ya da travestiliği öne çıkarması filan diil kastettiğim, filmin sonlarına doğru havuzdaki sahnede yatıyor bahsettiğim tavır..

Bi de, artık onlarca kez izlendikten sonra çekim hatalarını da bulmak mümkün oluyor: Frank'in Rocky Horror'ı "canlandırmadan.." önce eline geçirdiği eldivenlere dikkat..

Bi benzeri daha olmayan bu "tür çorbası.." film, en eğlenceli/k filmlerden: Şemsiyelerinizi unutmayın..

*: Bu yazıyı, filmdeki en sevdiğim şarkılardan biri, birisi olan "Touch-a Touch-a Touch Me.." eşliğinde yazdım: "I wanna be dirty.."
Read more

Desperate Living


John Waters'ın '77 yapımı filmi Desperate Living, Punk Story olarak da biliniyor; Waters'ın favori filmlerimden biri, birisi ve "kutlama.."lar için süfer bi seçim-
bu hafta '09'u kaparken, aklıma geldi: Son gün de Rocky Horror Picture Show'u yazıcam :))

neysse,, film: Yemek olarak farenin servis edilmesiyle açılıyor film ve jenerik akıyor.. Sonrasında müthiş bi karakter olan Peggy'yle tanışıyoruz: Fecii derecede nevrotik/paranoyak olan Peggy, zaman zaman ataklar geçiriyor, misal, olaylar dizisi beyzbol (böyle de Türkçeleştirme çabası..) oynayan çocukların topunun odasının camını kırmasıyla başlıyor, bunu kendine yönelik bi suikast olarak algılayan Peggy söyleniyor, sonrasında yanlış numarayı arayan kişiye bi güzel haddini bildiriyor ve kendisine iğne yapmak isteyen kocasını "beni öldürüyor.." diyerek, Grizelda'nın yardımıyla öldürüyor ve kaçıyorlar..

Grizelda ve Peggy, sonrasında polisle karşılaşıyorlar ve tutuklanmamak için onun tacizlerine ses çıkarmıyorlar ve -yine, polisin tavsiyesine uyarak Mortville'e doğru yola koyuluyorlar.. Mortville, bi distopya profili çiziyor: Grizelda ve Peggy, ya da Mole gibi kanun kaçakları kadar, nüdistlerin de olduğu, genel olaraksa "ayak takımı.."nın yaşadığı bi yer.. Ve oranın faşist kraliçesi de Queen Carlotta-
ki, John Waters külliyatı her ne kadar Divine'ı disko kraliçesine dönüştürse de, benim favorim hep Edith Massey olageldi, ki bu rolü de kendisi canlandırıyor..
Kendisinin kızı var Coo-Coo, ki, Coo-Coo (filmdeki isimler cidden olağanüstü fonetik açıdan, eet..) nüdistlerden bi çöpçüyle ilişki yaşıyor-
"seni düşünerek 14 kez mastürbasyon yaptım..", "her sümüklü mendil, ayrıldıktan sonra ne kadar ağlayacağımızı düşündürüyor.." gibi muhteşem aşk sözcükleri var ikilinin..
Tabii ki Carlotta bu ilişkiye izin vermiyor-
ki, Coo-Coo Pamuk Prenses parodisi..

Bu arada, Peggy ve Grizelda da aşk yaşamaya başlıyorlar, daha doğrusu Peggy'nin içindeki lezbiyen uyanıyor.. Kraliçe, sırf halka eziyet olması için Backward günü ilan ediyor ve herkesler geri geri yürüyüp, kıyafetlerini ters giyiyor.. Mole'sa piyango ikramiyesini almak için Baltimore'a gidiyor ve orada cinsiyetini değiştiriyor.. Coo-Coo'nun sevgilisi kraliçenin adamları tarafından öldürülüyor ve Peggy, Coo-Coo'nun onun evinde saklandığını askerlere söylüyor ve Peggy ve Coo-Coo, kraliçenin huzuruna çıkarılıyor.. Coo-Coo gang-bangle ve vücuduna kuduz mikrobu enjekte edilerek cezalandırılırken, Peggy kraliçenin sağ kolu oluyor..

Bundan sonra, lezbiyen tayfamız, sarayı basıyor ve faşist yönetime son verip, Carlotta'yı ziyafet yemeği olarak hazırlayıp, yiyorlar-
ki, cidden şahane bi final-
"eö, film sistemi eleştiriyor tabii.."ye girmeyi filan düşünmüyorum, ahah..

Filmin esprileri olağanüstü, göndermeleri de: Ki, kötü kraliçe-ii kız hikayesi, ya da Peggy'nin dönek olması filan, tanıdık temalar.. Onun dışında Mole'un sevdiği kadın için cinsiyet değiştirmesi, o bundan hoşlanmayınca penisini kesmesi de hoş bi güzellik.. Ayrıca Carlotta'nın askerleriyle olan "bizarre.." deneyimleri ya da, Muffy'nin (genel olarak herkeslerin..) nemfoman hali, lezbiyen bardaki göğüsler için glory hole bölmesi de hoş düşünülmüş ayrıntılar.. Oyunculuklar tabii ki abartılı, ve fakat filmin içinde sırıtmıyorlar, Carlotta'ya hastayım o ayrı da, Peggy rolünde Mink Stole (ki, Waters'ın fetiş oyuncularından..) cidden süfer..

Çok seviyorum bu filmi ben.. Öyle işte..
Read more

9


[Helsinki hatırası..]

Klişelerle örülü senaryosuna rağmen, bu filmi çok sevdim, haklı sebeplerim var:
Bi kere görsel açıdan muhteşem, o bebekler hele, yiyesi geliyo insanın..
Tek bi anında bile sıkmıyo, bitince "ohaa, ne çabuk bitti.." hissiyatı gelip her yerinizden yakalıyor..
Edward Scissorhands'e saygı duruşunda bulunuyo-
ki, bu bile tek başına yetiyo zaten kimi bünyeler için..

Hikayesi şu: İnsan-makine savaşını makinelerin kazandığı bi dünyaya gözlerini açıyo 9: Onu (diğer 8 bebeği..) yapan bilim insanıysa ölüyor diğer tüm insanlarla birlikte.. Dışarı çıkan 9, 2'yla karşılaşıyor ve fakat bi makine onlara saldırıyor ve 9'ın yanına aldığı "tılsım.."ı onlardan çalıp uzaktaki fabrikaya götürüyor.. Yaralanan 9 gözlerini -yeniden, açtığında diğer bebeklerle karşılaşıyor ve fakat bu ekibin lideri 1, sadece kendilerini korumalarını düşündüğünden 2'nun kurtarılmasına onay vermiyor.. "Aksiyon adamı.." 9, tabii ki boş durmuyor ve yanına 5'ı alarak fabrikaya gidiyorlar.. Burada makineyle savaşırken 7 yardımlarına geliyor.. "Oh, kurtuldular.." derken 9, saçmalayıp tılsımı ana makineye yerleştiriyor ve işler çığrından çıkıyor.. 2'nun ruhunu "emen.." makine çalışmaya ve kendi makine-ordusunu hazırlamaya başlıyor..

Bu sırada olaylar hakkında biz de onlarla birlikte bilgi sahibi oluyoruz: Bi bilim insanı (bebekleri de yapan kendisi bu arada..), insanlığa hizmet adına bi makine geliştiriyor ve fakat makine kontrolden çıkıp, insanlığa savaş açıyor.. 9 ve ekibin -yeni, görevi bu makineyi durdurmak oluyo haliyle-
"ahah, koca insan ırkı yok edemedi de, geriye kalan 8 bebek mi yok edecek bu makineyi??" diye sormak da mümkün tabii..

neysse,, gözcü gibi çalışan bi makine-kuş saldırıyor ilk önce, güvenli sığınaklarının yanışını izleyerek kurtuluyorlar bundan, kütüphaneye sığınıyorlar ve burada şahane ikizlerle karşılaşıyoruz.. Bu sırada makine de boş durmuyo, yeni bi makine-örümcek-yılan geliştiriyo ve 8 ile 7'ı tutsak alıp fabrikaya gidiyo..

Fabrikaya arkadaşlarını kurtarmaya giden ekipten 9, tek başına içeri giriyo ve sadece 7'ı kurtarıyor, makine 8'in ruhunu emiyor.. Oradan kaçarken diğer bebekler de fabrikayı yok edebiliyorlar-
eet, başarabiliyorlar..

Kutlamalar yapılırken makine yeniden onlara saldırıyo ve 5'ın da ruhunu emiyor.. Sonrasında 9, makinenin nasıl yok edileceğini öğrenmek için dünyaya gözlerini açtığı yere gidiyor ve olayın içyüzünü öğreniyor: Bilim insanımız, meğer tehlikenin farkındaymış: Makine kendi zihninin eseri olduğundan, devlet makineyi kullanmak istediğinde kendisini geliştireni korumak için insanlara savaş açmış.. Bunu önlemek içinse bilim insanı bu bebekleri geliştirmeye başlamış ve her biri, birisine kendi ruhunu "üflemiş.."-
filmin kendi "yaradılış.." efsanesini oluşturması hoş bi ayrıntı..

Makineyle son kez karşı karşıya geldiklerinde 1, kendinden beklenmeyecek (gibi görünen ve fakat filmin başından beri tahmin edilebilen..) "son an.."da kararını değiştirip, makinenin 9 yerine kendisinin ruhunu emmesi için öne atılıyor.. Tılsımı makineden söken 9, dünyayı kurtarıyor..

Sonrasında bi ritüelle diğerlerinin ruhlarının özgür kalışını ve yağan yağmuru izliyoruz..

Film, gayet aksiyon filmi formatında işliyor: Ve fakat animasyon olmasının nimetlerinden faydalanıp, kendini izletiyor-
en azından 7'la 9 arasında aşk filizlenmiyor-
bunca klişenin ortasında bi de buna dayanamazdım herhalde.. Filmde 1 karakteri üzerinden işlenen "otorite.." problemiyse, en azından havada kalmayışıyla işlevini yerine getiriyor.. Paranoyak insanlığın makineleri yasıtmalı kötü algılayışıyla işlenmekten eprimiş bi konu ve fakat hala keyif veriyor, kabul edelim..

Edward Scissorhands olayı: Filmde Edward'ın mucidi ona ellerini takamadan ölüyordu hatırlarsanız.. Bu filmde de, bilim insanımız 9'a ruhunu verdikten sonra ölüyor, ve fakat 9'ın sesi yok: İkisi de "eksik.." geliyor dünyaya.. Ve fakat, ikisi farklı noktalara savruluyorlar: 9 mutlu sona ulaşırken, Edward, eksik kalmaya devam ediyor-
ona da Tim Burton/Shane Acker farkı diyelim..
Bu gönderme beni öylesine etkiledi ki, filme fecii bağlandım.. Müthiş bişii..
Read more

Honogurai Mizu No Soko Kara


Hakkaten süfer ötesi film Honogurai Mizu No Soko Kara..

Filme korku ya da gerilim muamelesi yapmak, yapılacak en büyük hatalardan biri, birisi, zira karşımızdaki bildiğin dram, sadece bunu farklı bi şekilde anlatıyor.. Biçok anne-kız hikayesi izliyoruz filmde.. Ikuko ve Yoshimi dışında, Yoshimi'nin küçüklüğünü ve hayaletimizin de ilişkisi var.. Hayalet imgesi, Yoshimi'nin annesiyle, Ikuko'nun annesi (Yoshimi'nin şimdiki hali..) arasında köprü görevi görüyor..

Hikayeyi şöyle bi toparlayayım: Yoshimi'nin anne-babası boşanmış, ana okuluna giderken okul çıkışında annesi onu almaya hep geç kalıyor, diğer tüm çocuklar anneleriyle birlikte eve giderken, Yoshimi saatlerce annesini (bazen de annesi gelemediği için babasını..) bekliyor-
bu kısımları flashbackle izleyebiliyoruz..

Büyüyen Yoshimi, bi yayınevinde redaktör olarak işe başlıyor ve fakat düzelttiği metinler genellikle sadistik içerikli olduğu için psikolojik yardım alıyor bi süre, evlenip çocuk yapınca işini bırakıyor ve bi kızları oluyor.. Ikuko ana okuluna başlayacak yaştayken Yoshimi ve eşi boşanıyorlar, ve Ikuko'nun kimde kalacağına karar vermek için kurulla görüşme yapıyorlar filan-
eşi bu süre zarfında oldukça çirkin yöntemlerle velayeti alma çabalarına girişiyor..

Yoshimi, henüz kesin karar verilmese de, Ikuko'yla birlikte yeni bi eve taşınıyor.. Ve fakat evin tavanından, asansöründen filan sular damlamaya başlıyor-
bu noktada hayalet devreye giriyor: Yine ana okuluna giden bi kızımız var ve onu da almak için anne-babası çok geç geliyor.. Böyle bi günde evin çatısına çıkıyor ve su deposuna düşen çantasını almak için eğildiğinde suya gömülüyor-
filmin izleyeni korkutan sahneleri, hayaletimizin "kurtarın beni.." işaretleri aslında..

Ve olaylar Yoshimi'nin kontrolünden çıkmaya başlıyor, zira hayalet Ikuko'nun yaşamını tehdit eder hale geliyor.. Parçaları birleştiren Yoshimi, kendisini okuldan geç alan annesi gibi davranmıyor: Kızını kurtarmak için kendisini feda ediyor-
ki, asansörde "ben annenim.." demesi, Ikuko'nun annesine seslenmesi, asansörün 7. kata çıkması ve Ikuko'nun ağlaması, Ikuko'nun merdivenlerden koşması, yere oturması, asansörün kapısının açılması ve suların Ikuko'nun üzerine akması ve "anne.." diye seslenmesi sahneleri beni her izlediğimde ağlatıyor-
festivalde rezil olduğumu hissetmiştim.. Sonraki izleyişlerimde doya doya ağlayabildim..
Hastasıyım, ötesi yok..
Read more

Gurotesuku


İzlediğim en kötü filmler listesine rahatlıkla girebilecek düzeyde "kötü.." bi film Gurotesuku.. Gerçi daha fragmanından nasıl bişiiyle karşılacağımı bilmeme rağmen filmi izledim, ve hakkaten filmden nefret ettim, hangisini saysam bilmiyorum ki: Öncelikle işkence sahneleri cidden fecii, arada derede bi haldeki bu sahnelerde, ne işkence sahneleri olduğu gibi gösteriliyor ne de eylemi göstermese bile göstermiş kadar etkileyici olabiliyor.. Bazı sahnelerde işkence gösterilirken, diğer bi sahnede sadece çocuun/kızın yüzüne odaklanıyor filan, bu tercihi kötü-
filmin her zevke/mideye hitap etmediği bi gerçek ve fakat "o kadar.." da zorlayıcı bi film diil Gurotesuku, ya da ben bu tür sahnelere gayet teşne olduğum için bana öyle geldi-
bu ikincisi daha makul, eet..

neysse,, kısa bi özet: Annesi fahişe olan bi sapığımız var, hayatı boyunca ne kız arkadaşı, ne de arkadaşı olduğu için bu tür "oyunlar.." oynamaktan hoşnut.. Henüz ilk buluşmasını tamamlayıp, eve dönen bi çifti bayıltıp, işkencehanesine getiriyor, ilk yaptığı çocuun mide ve boğazını deşmek oluyor.. Sonrasında çifte "kuralları.." hatırlatıyor, hayatta kalma azimlerini gösterirlerse, onları bırakacak.. Kıza mastürbasyon yapıp bunu çocuua izletiyor, sonra erkeğe.. Çocuun gözünü çıkarıyo, baş parmakları hariç, ellerindeki 8 parmağı kesip, diğerinin boynuna asıyo filan-
kız ses çıkardığı için göğüs uçlarından da oluyo tabii..
Sonra çocuun taşaklarına çivi çakıyo, penisini kesiyo.. Bu kesme anı onu tatmin ettiği için, çifti serbest bırakacağını söylüyo ve onları tedavi ediyo.. Ve fakat, kuralları o belirlediği için, çift görece düzeldikten sonra kendilerini yeniden orada buluyorlar ve adam, çocua son bi test yapıyo, bu kısmı anlatmayayım, filmin büyüsü kaçmasın -izlemeyenler için, ve fakat hakkaten ohaa dedirtiyor-
bu "ohaa.."yı, çocuun oyunculuğu, durumun mide bulandırıcılığı filan diil, tüm o mizansenin saçmalığı dedirtiyor..

Ve ikisi yeni bi twistle daha karşılaşınca umutları tükeniyo ve çocuk ölüyo.. Kız da adam hakkındaki gerçekleri (ki, saçmalık diz boyunu çoktan aşmış bi durumda bu noktada..) açıklıyo filan.. Tabii, film müthiş "yaratıcı.." olduğu için, sonunu circle kurguyla başına başladığında, bi de bu noktada "bi siktir git.." diyosunuz..

Film, cidden felaket bişii, korkutmuyor, beden terörü sahneleri çok da ii diil-
bunda eylemlerin çoğunun erkeğe yapılıyor olmasının üzerimdeki etkisini de araştırmam lazım bi ara, daha doğrusu filme kadınlarla, erkeklerin vereceği tepkiler farklı olabilir.. Sonuçta taşaklara çivi çakılma ya da penis kesilmesi bi erkeğin "yani.." deyip geçebileceği şeyler olmasa gerek, dicem ve fakat göğüs ucu kesme sahnesi de o kadar "ayh.." dedirtmiyo yani.. neysse,,

*: "Aşk.." filmi olarak değerlendirmemiz de bişiiyleri değiştirme potansiyeli oldukça düşük, "fedakar erkek.." ve sevgilisi için ölmeyen kız temasını çekip uzatmak da mümkün tabii, de bunun çıkacağı yerle ilgilenmiyorum..

Genel dağıtıma çıkamadığı için benim gibi manyaklar sayesinde bikaç bin kişiye ulaşabilecek bi film Gurotesuku, adının hakkını bile verememesine değinmedim bile..
Read more

Avatar


Sinemanın geldiği son noktayı görmek için gittik Avatar'a, ki, kendisi de bu açıdan beklentimizi boşa çıkarmadı, büyülenmiş gibi dalıp gittik Pandora'nın evrenine..

Filmin hikayesi bilindik Amerikan aksiyonu, 2154 yılında geçiyor, bi kahramanımız var ve savaşıyor kötülerle.. Ve öylesine klişe cümleler/kişiler var ki ("akşam yemeğimi evde yemek istiyorum.."/başlangıçta Jake'ten hoşlanmayan bilim insanının sonradan onun tarfına geçmesi/savaş öncesi gaza getirme konuşması vs.. gibi..) insan "daha derin bi hikayesi olsa nasıl olurdu acaba??" diye düşünmeden edemiyor..

Aslında ben filmden çok hoşlanmadım, kağıt üzerinde korkunç duran hikayeyi 2 boyutlu bi sinemada izleseydim, muhtemelen "bu ne lan??" deyip filmi bikaç hafta sonra unuturdum, zira "yeni.." bişii yok.. Ve fakat, olay 3. boyutta akılları baştan alır bi hale geliyor: 3 boyutlu filmlerin korkunç olsalar bile, çok da alışık olmadığımız bi deneyim olmaları sebebiyle, kendilerini izlettikleri bi gerçek.. Avatar, işte tam bu noktada maharetlerini gösteriyor, çünkü kendi klişelerini oluşturmuş 3 boyutu filmlerin uyguladıkları kolaycılık tuzağına düşmüyor, seyirciye "numara.." çekmiyor.. Ki, eğer Avatar bunları yapsaydı, bu enstantaneler ileride onu komik duruma düşürürdü (bu noktada tüm 3d filmleri anabiliriz..) Avatar, elindeki görsel materyali sadece bi-iki yerde (Jake'in, Pandora'daki ilk günündeki hayvan saldırılarında..) seyircinin "gözüne sokuyor.."

Dahası, filmin ikinci yarısından sonraki tonu ve finali de oldukça ii, zira kazanan Amerika olmuyor.. Amerika'nın enerji politikaları metaforu çok kaba bi şekilde işlense de, filmin ütopyası, seyircinin kalbini çalmayı başarıyor..

Dedikten sonra, bi hafta önce sanırım, Avatar'ın Hollywood adına çok şeyi temsil ettiğini söylemiştim.. Görece düşük (hatta Hollywood'a göre çok çok düşük..) filmlerin gişeden fecii paralar kaldırdıkları ortamda, böylesi devasa bi film çok az kar ederse, Hollywood'a psikolojik etkisi oldukça yıkıcı olabilirdi.. Bunun için endişelenmeye "artık.." gerek yok, zira ikinci bi Titanic olmasa da, filmin Cameron'ın yüzünü güldüreceği açık.. Genel dağıtıma çıkmadan gala gösterimiyle Golden Globe'a aday olması da "prestij sağlayıcı kurumlar.."ın filme verdiği desteği gösteriyor.. Ancak film kötü olsaydı, yakın gelecekte büyük bütçeli film izlemek de hayale dönüşebilirdi, ahah..

Teknik açıdan üst düzey olmasına rağmen, sığ senaryosunun handikaba dönüşmesine izin vermiyor Avatar, çünkü kendisi de, hikayenin sadece bi basamak olduğunu biliyor.. Bize düşense, filmin uzattığı bağ kurma şeysini, kendi kuyruğumuzdakiyle kaynaştırmak..

Filmin en güzel sahneleriyse bence şunlardı: Yerli halkın yaşadığı ağacın yıkıldıktan sonraki ayin töreni, Grace'in ölüm sahnesinde tüm halkın Eywa'yla bağ kurması.. Neytiri ve Jake arasındaki ilişki de gayet iiydi.. Bi de, Neytiri'nin annesine hasta oldum, öyle böyle diil..
Read more

24 Hour Party People


Filmi izlerken inanılmaz bi keyif aldığımı söyleyemem, Joy Divisio/New Order ve tabii ki İngiliz mizahının devreye girdiği anlarda filmle olan yakınlığımın arttığını ve fakat Happy Mondays bölümünde filmden uzaklaştığımı itiraf ediym..

Filmin açılış sahnesinde Tony Wilson, aslında tüm filmi özetliyor: Ikarus.. Güneş'e kanatları eridiği için ulaşamadan ölen kahraman.. Eet, kendisi bi Ikarus, Manchesterlı, ki şehir de bi dönem müzik piyasasının kalbi olmuş-
aslında şehirlerin -dönemsel de olsa, bu şekilde kimliklerinin olması müthiş bişii: Nasıl ki herkesler bi dönem Seattle'a gitmek için kendini yırttıysa, Manchester da o zamanlar öyleymiş: Türkiye'de bu kimliğe sadece Bursa'nın bi dönem sahip olması, da incelenmeyi hak ediyor aslında, neysse,,

Dediğim gibi, filmdeki gruplarla öyle aşırı bi alakam olmasa da, film görece kendini kopmadan izletebiliyor, Joy Division bölümü tabii ki çok daha ii, özellikle de She's Lost Control'un kayıt ve ilk dinlendiği anları müthiş..

Tony Wilson'ın hala tvdeki işine devam ettiğini belirten ithaf yazısı ve filmdeki tüm o müzikal içeriğin arasında, kendisinin tv işine dair sahneler de oldukça yarıcıydı, ahah.. Tatminkar bi film.. En azından Manchester ruhunu müthiş yansıtıyor.. Konu ettiği grupları seviyorsanız, alacağınız zevk de o oranda artar, bense İngiliz mizahının Steve Coogan'ın şahane oyununun tadını çıkarmayı ve yeğleyen taraftayım daha çok..
Read more

Sid And Nancy


Sid Vicious ve Nancy Spungen arasındaki ilişkiyi merkezine alan Sid and Nancy, aslında tam bi biyografi olarak değerlendirelemeyecek bi film, ne Velvet Goldmine kadar fantezik, ne de (yarın yazacağım..) 24 Hour Party People kadar gerçek.. İkisinin arasında -görece, dengeli bi tonda ilerliyor-
sadece bi-iki yerde abartıya (daha doğrusu çarpıtmaya..) kadar gidebilen anlar var..
neysse,, film, Sex Pistols konusuna çok da eğilmiyor, ki zaten adı da eğilmeyeceğini bi bakıma haber veriyor..

Grup elemanları ve şirket yöneticilerinin (dahası tüm İngiltere'nin, ahah..) Nancy'yle Sid daha çıkmaya başlamadan önce Nancy'ye karşı olan önyargıları, Nancy'nin Amerika turnesinden dışlanmasına kadar uzayabiliyor misal, ki, bu tür "grubun beynini ele geçiren kadın.." imgesi aslında biraz tartışılabilir gibime geliyor: John Lennon, Sid, Kurt Cobain (hatta Dave Lombardo'nun Slayer'ı terk edişi..) vakalarında neredeyse tüm herkeslerin adamların birlikte oldukları kadınları suçlamaları da bana biraz, sözkonusu erkek starı "kurban.." konumuna inditgemenin rahatlatıcı bi etkisi olduğunu da düşündürüyor: Ki, aslında Nancy'nin bi bunalım anında söylediği "sen en azından bişii oldun, bense hiçbişii olamadım.." minvalli cümlesi, "hep isteyen açgözlü kadın.." imgesini -yeniden, canlandırıyor, eet, Nancy bişii olamadı ve fakat, Courtney ya da Yoko'nun "adamları.." olmadan da kimlik sahibi olduklarını da düşünmek gerekiyor.. Dahası, bu adamları, kadınlarının etkisinde kaldıkları, dahası yönlendirildikleri düşüncesinin de incelenmesi gerekiyor-
yanisi: bu adamların kendi karar alma mekanizmaları işlemiyor mu?? Aslında işliyor, da, böylesi işimize daha çok geliyor diyelim.. Zira, böyle düşünmek, bu adamların zihnimizde ideal olarak yaşamlarını sürdürmelerine yardım ediyor..

Aslında filmi izlediğimizde, biz de, filmdeki herkesler gibi Nancy'den nefret ediyoruz: İşte tam bu noktada, filmin Sid'e ilk uyuşturucuyu temin edenin Nancy olduğunu söylemesi bunu kolaylaştırıyor, zira, diğer yanda şu soru var: "Nancy olmasaydı bu çocuk kendini böyle mahvetmezdi, di mi??"
Ve fakat, Sid, uyuşturucuyla çok daha önce annesinin etkisiyle başlamıştı.. Dahası (filmde bununla ilgili sadece bikaç replik ve bi sahne var..), uyuşturucudan kurtulmak için üçüncü rehabilitesi sonrasında ona ilk uyuşturucusunu veren -yine, annesi misal.. Filmin bu kasıtlı tercihi, oldukça can sıkıcı hakkaten..

neysse,, ikili Chelsea Otel'de birbirini tüketirken, son kavgalarını ediyorlar.. Ve Nancy ölüyor..
Sid tutuklanıyor ve biraz yattıktan sonra kefaletle serbest kalıyor-
ki, bu kefalet gecikmesi onun Nancy'nin cenaze törenini kaçırmasına sebep oluyor (gerçekte..) Filmdeyse, pizza yemeye gidiyor..

Filmin etkileyicilik dozu oldukça yüksek olsa da, uyuşturucu konusunda affedilmeyecek bi hata yaptığı için, biraz eksik (yanlı??) hissi veriyor.. Nancy'nin 17 yaşında şizofren tanısı aldığını ve, (biraz da bu yüzden..) tamamen duyarsız biri, birisi olduğunu belirtseydi film, en azından ondan daha az kişinin nefret etmesini sağlayabilir, dahası neden groupieliği seçtiğini de anlayabilirlerdi-
"şöhret.." olduğunu düşünüyorsanız, kendisinin 13 yaşında uyuşturucuya başladığını da hesaba katın derim..

Sid rolünde Gary Oldman, olağanüstüyken, Chloe Webb'in biraz (zaman zaman oldukça..) abartıya kaçtığını belirtmek gerekiyor.. Dönem atmosferi olağanüstüyken, coverlanan şarkıların yeni halleri bi felaket.. Rüya sahneleri kısmen işlevsel olsalar da, finalde yönetmenin katharsis uğruna "böyle düşünmüştür herhalde Sid.." diye kasması da pek hoş diildi-
ki, benzer bi yaklaşımı Hunger'ın finalinde de görmek mümkün..

*: Nancy'yle ilgili daha ayrıntılı bilgiler için, annesinin yazdığı "And I Don't Want To Live This Life.." adlı otobiyografsine başvurabilirsiniz..
Read more

Velvet Goldmine


[Ya aslında bunu Todd Haynes filmografisinde ele alacaktım, ve fakat Hedwig And The Angry Inch akabinde Godard yerine bi-iki rock filmi yaziym oldum-
bu giriş bölümünü anneme ithaf ettim tabii..]

Todd Haynes'in I'm Not There..'i, aslında bu filmi izleyenler için çok da şaşırtıcı olmamıştı-
o filmin hayatımıza çok daha büyük bi katkısı oldu gerçi, neysse,,
Velvet Goldmine lafı açıldığında, İngiliz ve Amerikan aksanlarındaki farklı telfaffuzu dışında, filmin David Bowie'nin kariyerine Haynes bakışı olduğu sık sık yinelenir, Iggy Pop'la arasındaki ilişkiyi merkeze aldığı vs.. belirtilir..

Fakat, aynen I'm Not There..'de, hatta filmin açılışında dendiği gibi, bunlar hayal ürünü, kaldı ki, filmdeki gazetecinin de Haynes'in alter egosu (aslında kendisi..) olduğu açık.. Ama muhteşem bi fantezi, olağanüstü bi seyirlik..

Brain, ünlü oluyor (çok hızlı geçtim sanırım bubölümü..), tabii bu yol, biraz zorlu geçiyor, festivalde şarkı söylerken kendisi yuhalanıyor, aynıgece çıkan Curt'se yuhalanmasına rağmen, Brian ondan fecii şekilde etkileniyor-
bu noktada, Ewan McGregor'un, Iggy Pop'un sahne personasını taklit etmesine rağmen, ondan daha etkileyici bi iş çıkardığını eklemek gerekiyo..
Brian, çalıştığı menajerinin, diğer "güçlü.." menajere yenilgisinden sonra, şöhret basamaklarını hızlı bi şekilde tırmanmaya başlıyo, bu süreçte eşi de kendisine oldukça destek olmakta, Jack'ten çaldığı broşun da etkisini yadsımıyoruz tabii-
ki, filme eklenen bu küçük imge, öylesine "özel.." bi imgeyi sembolize ediyor ki, diyecek söz kalmıyor..

Amerika'ya giden Brian, orada en çok tanışmak istediği kişinin Curt olduğunu söylüyor ve tanıştıktan sonra işler yavaş yavaş değişmeye başlıyor, Brian ve Curt konserler verir ve yeni bi şarkı için kayıt yapmak için uğraşırken aşık oluyorlar ve film kırılıyor: Eşiyle arası açılan Brian, Curt'le arasının bozulmasından sonra giderek kendini yalıtıyor.. Ve dublörünü sahnede suikaste kurban vererek, kariyerini öldürüyor..

Curt'le aralarındaki bağ koptı sanırken, aslında ikilinin uzaktan da olsa birbirlerini takip ettiklerini filan-
insanın içine oturan sahneler bunlar..

Tabii, tüm bu hikayeyi gazeteci ve onun konuştuğu kişilerden öğreniyor olmamız, onların kafasındaki Brian algısını yansıtıyor, ki, bu da filmin amacına uygun bi seçin.. Öyküyü anlatan gazeteci olduğunda da, bu durum pek değişmiyor, zira Curt'ün deli personası onu da etkiliyor..

Hakkaten süfer bi film..

*: Sebastiane'ın açılış sahnesini hatırlayanlar vardır, hah, o olağanüstü groteskliğe bulanmış sahnedeki mim sanatçısı Lindsay Kemp, bu filmde de aynı tarzda karşımıza çıkıyor :))
**: Haynes'in Superstar: Karen Carpenter Story filmine yaptığı Barbieli göndermeyi de unutmamak lazım.
Read more

Shortbus


İzlediğim en "özel.." ve güzel filmlerden biri, birisi.. Bunda tabii ki John Cameron Mitchell ve onun olağanüstü duyarlı bi insan olması ana etken..

Seks terapisti Sofia orgazm ketlenmesi yaşıyor, kendisine gelen James-Jamie çiftine yardımcı olmaya çalışır ve bu kontrol çıkarken, onların tavsiyesiyle Shortbus'a geliyor: Severin fetişistlere hizmet veren bi fahişe.. Beni en çok bu dört kişinin hikayesi etkilediği için en çok onlar üzerinde durucam, ama karakterlerin neredeyse hepsi çok incelikli ("hüzünlü.." daha doğru bi kelime sanki..) işlenmiş..

Sofia'nın kocasının penisinin küçük olmasıyla alakalı gibi görünen ketlenmesinin, aslında mastürbasyonu da kapsadığını anladığımızda sorunun psikolojik olduğunu anlıyoruz, bu konuda Kegel egzersizlerinden, başka erkekleri denemeyi bile düşünüyor, hatta kulübün sahibiyle (imdb'ye bakmaya üşenmek #4..) öpüşüyor bile ve fakat ne denerse denesin olmuyor..

Jamie-James çiftimizden Jamie olanı, intiharın eşiğinde, kendi sonu için filmler çekiyor, bunları James'e izletecek, bi kere eyleme koyuyor bunu ve fakat sürekli onu takip eden çocuk onu kurtarıyor, aslında James'i sevdiği söylenebilir, dahası threesome bile yapıyorlar "taş.." bi çocuu aralarına alarak-
ki, Amerikan Milli Marşı'nın söylendiği sahne, olağanüstü.. Ötesi..

Severin.. Tüm o uzak/sadist görüntüsünün altında küçük bi kız çocuu taşıması, dahası tek ilişkisinin "düzenli.." müşterisiyle olması, fecii bişii, ki, filmde en çok can yakan hikaye kendisininki -bence..

Ve New York'ta elektrikler kesiliyor, filmin müthiş animasyon bölümlerinden bi tanesiyle bunu gördükten sonra, film de söylenen şarkılar ve sevişen insanlarla bitiyor.. Hakkaten tarifsiz duygular yaşatıyor bu film bana -hep..

*: Oedipal fantezilerle ilişkin, "sürekli ilişki halinde olan, birleşmiş bi anne-baba.." figür/imgesini literatüre ilk kim soktu bilmiyorum ve fakat ben ilk kez bi Melanie Klein metninde karşılaştım bu kavramla.. Sofia'nın orgazm ketlenmesini kulüpteki bi çiftle aşıyor olması, bana bunu düşündürüyor ne zamandır, belirtmeden geçemedim..
Read more

Hedwig And The Angry Inch


Dünyanın en özel yönetmenlerinden John Cameron Mitchell'ın kendi oyunundan uyarladığı bu ilk filmi Hedwig And The Angry Inch, müthiş bi -ilk, film: Ne denebilir hakkında pek bilmiyorum açıkçası, çünkü doğrudan izleyicinin duygularını harekete geçiriyor.. Öylesine "ağır.." bi film ki, bundan mizah üretmekten başka bi çaresi olmayan Hedwig'i alıp böyle sıkıca sarasınız geliyor..

Hedwig, bi erkek olarak dünyaya geliyor, tam da Berlin Duvarı'nın inşa edildiği sene.. Büyürken babasının (ve bazı diğer kişilerin..) tacizine uğruyor, annesi babasının Hedwig'i taciz ettiğini fark ettiğinde onu evden kovuyor.. Hedwig okula filan devam ediyor, 26 yaşına kadar herhangi bi cinsel tecrübesi olmadığını öğreniyoruz, bi gün harekete geçiyor ve bi askerle yakınlaşıyor, ertesi gün onunla sevişiyorlar.. Ve aşık oluyorlar birbirlerine.. Ancak Doğu Almanya'da olduklarından evlenmek için vücut muayenesinden geçmek zorundalar, Hedwig, sevdiği adam için ameliyat olmayı kabul ediyor.. Ve fakat bu ameliyat beklendiği gibi gitmiyor ve önünde 2.5 cmlik bi "çıkıntı.." kalıyor.. Albayla Amerika'ya taşınıyorlar ve orada günleri çok kötü geçiyor: Sıkıcı -bildiğin..

Eşinden boşanan Hedwig, zamanını çocuk bakarak ve oral takılarak geçirirken, grup kurmaya karar veriyor, ilk akşamında sadece 5 dinleyicisi oluyor ve burada Tommy'ye bi mesaj veriyor (olağanüstü bi şekilde..)
Tommy'yle birlikte süfer günler geçirip, ona rock kültürünü öğreten, sahne adını veren, birlikte süfer konserler veren Hedwig, bi ayrılıkla daha yıkılıyor, ama bu darbe çok daha derinden vuruyor onu: Tommy, Hedwig'in şarkılarını da çalıyor ve zirveye çıkıyor..

Kendine başka bi grup kuran Hedwig, konserlerine devam ediyor, bi yandan da Tommy'yle olan davası ve o davayı lehlerine çevirmek için saçma sapan çözümler bulan menajeri, yeni ilişkisi ve egosuyla boğuşuyor.. Giderek dibe batıyor Hedwig, önce sevgilisini, sonra grubunu kaybedip, sokaklarda fahişeliğe kadar "düşüyor.." O gecelerden biri, birisinde Tommy, limuziniyle geliyor ve ona şarkılarda ikisinin adlarının birlikte yazılacağını söylüyor, kaza yapıyorlar ve ardından -yeniden, yükselen Hedwig, korkunç bi özyıkım şovuna imza atıyor: Aynı anda Tommy'nin (daha doğrusu kendi yazdığı..) şarkının sözleri yardımına geliyor..

Başından beri önceden belirlenmiş kutsal aşka inanan ve onu bekleyen Hedwig, bunun yanlış olduğunu anladığında, ayaklarıyla zemini itebiliyor ancak ve yeni bi beste yapabiliyor..

Tabii, film müzikal olduğu için bu bilgileri kah şarkılardan, kah Hedwig'in sahne şovu öncesindeki konuşmalarından öğreniyoruz, ki, bu açıdan filme müthiş bi katkı sağlıyorlar.. Şarkılar ve şovlarsa hakkaten olağanüstü.. John Cameron Mitchell'ın müthiş oyunculuğunu, peruklarını ve pek şirin ötesi aksanını da hesaba katmak gerekiyor tabii..
İkiye bölünmüşlerin filmi..
Read more

Twentynine Palms


Bu filmi 5 yıl arayla iki kez izlemiştim, ilki festival bünyesindeydi, yanımda sevgilim vardı ve film korkunç bi tecrübe olmuştu ikimiz için de.. Sonrasında zaman geçti (3 yıl: hatırlatma metotları: la mort..), filmi neredeyse unutmuş bi halde takılırken, bi akşam filmlerle ilgili bi liste hazırlarken aklıma gelmişti.. Ve listemde yer vermiştim.. O akşam, film hakkında yazarken bile ellerim titremişti.. Sonra, yine zaman geçti ve ~2 yıl sonra filmi yeniden izlemiştim, bu defa filmin tedirgin edici, hatta korkutucu yanlarına diil de, çiftin aşkına odaklanmıştım, falan filan.. Benim için özel bi film Twentynine Palms, sebebiniyse bulamadım hiçbi zaman; bariz kötü yanları fecii yoğunlukta ve fakat, işte bi yerden (neresiyse orası artık..) yakalıyor..

Katia ve David sevgililer, arabayla yolculuk ediyorlar kırsalda.. Sevişiyorlar, yemek yiyorlar, havuza giriyorlar, güneşleniyorlar, kavga ediyorlar, otelden kovuyorlar derken: Bi çete bunların peşine düşüyor.. Adamlardan bi tanesi Katia'yı tutarken, çetenin ele başı David'e tecavüz ediyor.. Bu noktada her şey bitiyo hakkaten..

Otele geldiklerinde David kendini tuvalete kilitliyor, bu sırada biz sadece Katia'nın yatakta oturuşunu izliyoruz.. Bi çığlık kopuyor, saçlarını kesen David, Katia'yı bıçaklıyor: Hem de defalarca..
Film bitiyor..

İkilinin aşkı da normal diil aslında: Katia, fazla hassas, fazla manik, fazla depresif.. Çin restoranında David, bi kadına baktı diye kriz geçiriyor, yumruğunu masaya vuruyor.. "Köpeği ezdin.." diye David'e bağırıyor, nefret dolu sözcükler dökülüyor ağzından-
aynayı görmeyi engelleyenin kendisi olduğunu bilmesine rağmen..

David'se duyarsız: Arabayı Katia kullandıktan sonra, inip kaportadaki çiziklere bakıyor; garip bi havuz (önsevişme..) eğlencesi var, otelden Katia'yı kovmasının akabinde hemen uyuyabiliyor olması, çıktığında hemen yanına gitmek yerine, bi süre gözetlemesi, sonrasındaki tokatlar.. Dahası fecii derecede sinir bozucu "yakalayamazsın ki.." hareketleri..

Uyumsuz bi çift: Karakterlerin hem Fransızca, hem de İngilizce konuşması, bunu vurgulamak için "kaba.." bi yöntem gibi görünse de, işlevini fazlasıyla yerine getiriyor-
ya da delice uyumlu: Dondurma yerken, kayalıklarda çırılçıplak uzanırken, kahkaha krizlerine girerken..

- yemek ister misin??

Olağanüstü bi film.. İhtiyaç anında izleneceklerden..
Read more

The Hours


[Filmdeki biseksüelliği çağrıştıran eylemlerle ilgili bikaç kelam etmek istiyorum sadece..]

karakter de, hemcinsleriyle öpüşüyorlar: '01'de yaşayan Clarissa, zaten lezbiyen: Ev arkadaşıyla yaşıyor ve çocuunun babasının kim olduğunu bilmiyor: Muhtemelen sperm bankasından aldığı spermle hamile kalmış..
'51'deki Laura'ysa, bi anda, adeta bilinçaltı egemenliğine girip, birden arkadaşlarından biri, birisini öpüyor..
'23'teki Virginia'ysa, ablasını öpüyor..
Aslında bunları seksüel sahneler olarak değerlendirmek bence pek mümkün diil: Zira, bu öpücükler destek olmak/almak için eyleme konuluyor..
Sebebiyse basit: Kitaptaki Mrs Dalloway de, yakın bi kadın arkadaşını "kaçan fırsat.." olarak değerlendiriyor..

Daha geniş bakalım: Virginia Woolf'un da bu tür dürtüleri var: Seksüel anlamda olmasa bile, evli olmasının diğer kadınlarla "derin ilişkiler.." kurmasını kolaylaştırdığını söylemiş (bu ayrıntı için, filmin dvdsindeki Virginia Woolf hakkındaki bölüme bakabilirsiniz..)

Film, güzel: İki anlamıyla da: Görsel açıdan muhteşem, hikaye kurgusu açısından da..
Oyunculuklar şahane: Ama Julianne Moore çok çok daha başka oynuyor.. Oteldeki sahnesiyse, bence filmin doruk noktası..
Read more

Boogie Nights


Dirk Diggler'ın Jack tarafından keşfedilişi, yükselişi, yükseldikçe şişen egosu ve bunun getirisi düşüşü izliyoruz ana hikaye olarak: Film, Diggler'ı merkezine alsa da, diğer karakterlerin hikayesi de, en az onun kadar ii çizilmiş: Özellikle Amber'ın hikayesi fecii dokunuyor.. Rollergirl ya da Scotty J..'nin de hüzünlü yanları var -hep..

Filmin ilk bölümü komedi sularında dolaşırken, ikinci yarısında keskin bi viraj alıyor: İçinde oldukları porno sektörünün tüm yapaylığını özümsemiş ve belki de bu sayede (kokainin yardımını da es geçmemek kaydıyla tabii..) gerçeklik duygusundan (algısı??) uzaklaşmış karakterler, "gerçek.."le karşılaştıklarında farklı tepkiler veriyorlar: Dirk, şişen egosu sonucu kovulunca arabasına bindiği çocuua "ben Dirk: Tanıyor musun??" diyor, aldığı "hayır.." cevabının ertesinde "Dirk Diggler.." diye yeniden soruyor; fiyatını 20$'dan 10$'a kadar çekiyor: Ve fakat onu zirveye çıkaran devasa penisi, o anda ona ihanet ediyor..

Jack'se video kaset furyasına yenilen bi film yapımcısı: Gösterişli porno filmlerden, ucuz video filmlere kadar düşüyor; gencin biri, birisi "zaten filmlerin bi boka benzemiyordu.." dediğindeyse kendini kaybedip onu dövüyor; Rollergirl'se bu "ucuz.." genci hiç çıkarmadığı patenleriyle cezalandırıyor.. Amber'sa, porno oyuncusu olduğu için çocuunu göremiyor; Buck'sa, hep hayalini kurduğu hi-fi dükkanını açmak için -yine, porno oyuncusu olduğu için kredi alamıyor-
finalde görece tatminkar bi şekilde mutlu olan karakterleri görürken, en çok Buck'a sevinirken buluyorum kendimi..

Sıcak ve ii bi film, müzik ve oyunculuklarsa olağanüstü..
Read more

Martyrs


Martyrs, orta metraj bi film olsa (Lucie'nin intiharına kadar olan bölümü kastediyorum..) akılları baştan alırdı: Ki, oraya kadar alıyor zaten.. Sonrasında kulvar değiştiriyor-
Miike geliyor aklıma nedense (pff, bunun da filmografisine gireceğimiz gün/ler gelecek..), mükemmel bi tercihle melodram gibi başlayan Odishon'u nasıl da dehşet bi hale sokuyorsa, bu filmdeyse tam tersini görüyoruz: Muhteşem bi ilk yarıdan sonra, film gayet köklerini türün ilk örneklerine uzatıp: Metafiziğe savruluyor-
"kör katharsisim gözüne.." olmadığı sürece aslında buna da ses çıkarmam ve fakat, Martyrs bunu fazlasıyla sığ bi biçimde gerçekleştiriyor (gelicem umarım..)

Lucie'nin intiharı sonrasında geçiş bölümü var: Annesiyle konuşuyor Anna, sonra odayı buluyor, diğer kızı kurtarıyor ve o da öldürülüyor.. Anna'ysa yeni "kurban.." olup işkence görmeye başlıyor..
Filmin zaman zaman burun sızlatmayı başaran dramı bu bölümden sonra atıl hale geliyor, daha doğrusu beklendiği şekilde gelişmiyor: V For Vendetta'daki gibi bi "uyanış.."ı hazırlayan bu sahneleri içiniz parçalanarak izleyebileceğiniz gibi, bense ezoterik kültün başındaki ablanın "kadınların daha hassas olduğunu öğrendik.." (ya da benzeri.. tam hatırlayamadım şimdi..) minvalindeki cümlesinden sonra, mizojininin nasıl işlevselleştirilebileceği şeklinde (de..) izlemeyi uygun gördüm-
açıkçası bu sahnelerin, anlatıya ne kadar katkısı olduğu (da..) tartışılır: Bu tür filmlere teşne olanlar için hiç de abartıldığı kadar "gore.." diiller ayrıca..
Yüz derisi haricindeki tüm vücudu yüzülen Anna'nın gözlerinin "o.." hale gelmesinden sonraysa, film şirazeden çıkıyor-
bu noktada, benimsediğiniz dünya görüşüne göre, Passion Of The Christ'tan Contact'a kadar geniş bi yelpazeyi tarayabilirsiniz..

neysse,, atmosfer açısından belli bi düzeyin üzerinde bi film Martyrs, ve fakat hepsi bu: Korku ve dram öğelerini gore'a kaymadan ve Martyrs'e göre çook daha başarılı bi şekilde harmanlayan bi film içinse, ilk tercihimiz Honogurai Mizu No Soka Kara olmaya devam edecek..
Read more

Inland Empire


David Lynch filmografisinin remakei: Kaldı ki, "bu.." filmi aylar (hatta yıllar..) boyunca bi festivale teşrif etsin diye beklemiştik, !f'te film bittikten sonra filmden nefret ettiğimi çok ii hatırlıyorum: Filmi "bu.." yazı için yeniden izlediğimde de, açıkçası ~2 sene önceki düşüncemde en ufak bi değişiklik olmadı.. Inland Empire, eet, "bildik.." bi Lynch filmi ve fakat, oldukça sorunlu bi yapısı var..

Film, birden fazla kanaldan akan bi hikayeler bütünü, ve fakat bu çok katmanlı gibi görünen yapıyı çözmekle uğraşmak, hakkaten boş bi çaba, zira, bu çabanın boşlukla ya da çıkmaz bi sokakla sonuçlanması da olası.. Filmin bu hikayeleri birbirine bağlaması da "müthiş bi kurgu.." başarısınıa akla getirse de, bi noktadan sonra fecii baymaya başladığını da kabul etmek gerekiyor: Dahası birden fazla finale sahip olması da, anlattığı öyküleri düşündüğümüzde gerekli gibi dursa da, zaten aksayan film için handikaba dönüşüyor.. Tüm bunları yabancılaştırmak için yapıyor olması da, pek bi anlam ifade etmiyor, zira Mulholland Dr..'da ~5-10' süren "fake tiyatro.." sahnesi, Inland Empire'ın toplamından bile çok daha ii..

Lynch'in kendi filmlerine yaptığı göndermelerse ilginç bile olamıyor ne yazık ki, ses bandındaysa sessiz bi an yok gibi: Hakkaten şu adam filmlerinde müzik kullanmasa şu an çok daha farklı bi yerde olurdu, bundan eminim..

Öyle yani, fecii derecede sıkıcı bi "iş.." Inland Empire.. Dahası Laura Dern olmasaydı ne olurdu, onu da merak etmekteyim..

Filmin en güzel bölümüyse kapanış jeneriği: ~3 saat sonrasında ilaç gibi geliyor..

Read more

Mulholland Dr..


"Bilinçdışı fantezi faaliyeti dış dünyada yer alan güncel olaylara sızar ve bunlara anlamını verir.." Melanie Klein, The Origins Of Transference..

Mulholland Dr.., hakkaten olağanüstü bişii.. Fakat filmin kendisinden ziyade Diane ve Rita arasındaki ilişkiyi incelemek istiyorum..

Diane Rita'yı çok seviyor ve fakat bu sevgi kıskançlıktan çok, hasetle örülü-
eet, Melanie Klein sen bizim her şeyimizsin..

Diane ve Rita, sevgililer ve fakat biz bu ilişkinin son demlerini izliyoruz: Rita, Diane'e ayrılmak istediğini söylemiş önceden, Diane sevişmek istediğinde "olmaz.." diyor, zorlayınca onu durduruyor.. Ayrıca Rita, Diane kadar "sadık.." diil, belki mesleğinde yükselmek istediğinden, belki de tutkuya karşı koyamadığından filmin yönetmeniyle de fiziksel bişiileri deneyimliyor.. Aynı filmde bi tanesi başrolü kaparken, diğeri yan rolle idare etmek zorunda kalıyor.. Ve Rita, yönetmenle öpüşeceğini tahmin ettiği/bildiği için Diane'in kalmasını (ve izlemesini..) istiyor: Ona acı çektirme isteği, banal bi teşhirciliğe dönüşüyor..

Ve ona bi sürpriz (daha..) hazırlıyor.. Mulholland Dr..'daki bi partiye -ayrılmış olsalar dahi, onun da gelmesini istiyor ve Diane arabadan indikten sonra (Naomi Watts'ın olağanüstü oyunuyla birlikte tabii ki..) filmin en can yakıcı "parti.." sahnesi başlıyor..

Diane, her şey "normal.."miş gibi davranmaya çalışsa da, Rita onu an geçtikçe daha da zorluyor.. Yönetmenle ufak kurları öpüşmeye dönüştüğünde Diane zorlanıyor, dahası kariyeri konusunda yönetmenin annesinin tavrını, kendisini küçümsediği şeklinde algılayan Diane'nin, Rita'nın başka bi kadınla daha öpüşmesiyle tüm dünyası yıkılıyor..

"Kıskançlık karşısındaki genel tavır, hasete gösterilen tavırdan farklıdır.. Hatta bazı ülkelerde (özellikle Fransa'da..) kıskançlık nedeniyle işlenen cinayetlere daha az ceza verilir.. Bunun temelinde, rakibi öldürmenin ancak sadakatsiz kişiye sevgi duyma durumunda söz konusu olabileceğine ilişkin evrensel bi seziş yatmaktadır.. Bu da, "ii.."ye sevgi duyulduğu ve sevilen nesneye hasette olduğu gibi zarar verilmediği anlamına gelir.." Melanie Klein, Envy And Gratitude..

Diane'in hissi kıskançlık diil, çünkü "rakibi.." olana (yönetmene..) yönelmiyor, "ii nesne.."sine yöneliyor: Rita'yı öldürmek istiyor.. Bunun için harekete de geçiyor, aşağıdaki alıntıdaki anne/meme yerine Rita, bebek yerine de Diane'i koyduğumuzda olay biraz daha anlaşılabilir bi hal alıyor..

"Haset duyulan ilk nesne besleyen memedir, çünkü bebek bu memede kendi arzuladığı her şeyin bulunduğunu, memenin sınırsız süt ve sevgi verebileceğini, ama bunları kendi doyumu için alıkoyduğunu sanıyordur.. Bu duygu bebeğin gücenme ve nefret duygularını artırır ve sonuçta anneyle ilişki de çarpıklaşır.. Hasetin aşırılığı, paranoid ve şizoid özelliklerin de olağanüstü güçlü olduğunu gösterir.." Melanie Klein, Envy And Gratitude..
Diane, delirerek intihar ediyor bunun sonucunda.. Sonrasında film bitiyor..

Betty olarak uyanıyor filmin başında: Aynen isimsiz/hafızasını kaybetmiş Rita gibi, kafedeki garsonun yaka kartından seçiyor bu ismi: Rita'ysa ölmüyor, kazadan kurtuluyor-
gerçekte Rita ölüyor aslında (mavi anahtarı buluyo zira Diane..), Betty'nin kurguladığı bu "yeni.." gerçeklik onun hasetinin bi ürünü..

"Hasetli kişi, haz ve memnuniyet görüntülerinden sıkıntı duyar.. Ancak başkalarının sefaleti huzur verir ona.." (George..) Crabb's English Synonyms..

Betty, Diane'e müthiş ii davranıyor, hatta halası "polis çağır.." demesine, Coco durumdan haberdar olmasına ve kendisini uyarmasına rağmen, onu saklamaya devam ediyor -yine, Melanie Klein'a atıf yaparak söylersem, bu davranışı aslında sevgi yetisinden diil, duyduğu suçluluktan kaynaklanıyor.. Cömertliğini, onun sevgisini kazanmak için kullanıyor (affedilmek??)

Ve başarıyor da: Rita'yı -yeniden, elde ediyor Betty, başarılı bi kariyeri olacağından emin oluyoruz.. Ama bi yandan da Rita'yı cezalandırmaya devam ediyor, kendi ölümünü ona izletiyor ve yönetmen bu defa Rita'dan diil, ondan etkileniyor..

Olağanüstü bi ilişki filmi ve olağanüstü bi Naomi Watts var bu filmde.. Hastasıyım..
Read more

The Straight Story


Lynch'in Lost Highway'den sonraki projesi The Straight Story, ondan beklenmeyecek kadar "düz.." bi film.. Biyografik film, Alvin Straight'in hayatının -yaşı düşünüldüğünde (73..), kısa bi dönemine ışık tutuyor: Kardeşi Lyle'la birlikte büyüyen Alvin'in bi süre sonra kardeşiyle arası bozuluyor ve 10 senedir birbirleriyle konuşmuyorlar.. Alvin kızı Rose'la birlikte yaşıyor.. Sonra bi gün kardeşinin kalp krizi geçirdiğini öğreniyor.. Onu görmeye karar veriyor.. Ve fakat gidiş konusunda sorunları var: Gözleri ii görmediği için ehliyeti alınmış, başkasının kullandığı araçlarda yolculuk etmeyi sevmiyor: Uçak da bu gruba girdiği için, kendisi müthiş bi çözüm buluyor: Çim biçme makinesinin arkasına bi "oda.." inşa edip, kendi karavanını yapıyor..

Gideceği yer bi eyalet ötede olduğu için benzinini, yiyeceğini filan alıyo tabii önceden ve yola çıkıyor.. Ancak, bi süre sonra "aracı.." bozuluyor ve geri dönmek zorunda kalıyor.. Eski aracını yakan Alvin, yeni bi çim biçme makinesi alıyor..

Yol boyu insanlarla karşılaşıyo tabii, de, bu kötü oluyor, zira Alvin'in sosyal mesaj otomatı olduğunu fark ediyoruz: Evinden, ailesinden, dahi sevgilisinden ayrılıp 5 aydır yollarda takılan ablamızı anlattığı "tek çubuk kırılır ve fakat birden çok çubuk kırılmaz.." örneğiyle ailenin ne kadar önemli olduğuna ikna ediyor ve ta-ta: Ertesi sabah kızın ailesine dönmek için yola çıktığını öğreniyoruz geride bıraktığı "not.."tan.. Sonra bisikletleriyle yolculuk yapan bi kafileye rastlıyor Alvin ve onlara yaşlılığın kötü yanlarından bahsediyor filan..

Filmin akması için bu tür kişiler gerekli ve fakat mesaj kaygısı çok fazla öne çıktığında film sıkıcı bi hal alıyor..

neysse,, bikaç badire daha atlatan Alvin, kardeşine ulaşıyor.. Bu yani..

"Amerika kırsalına övgü.." şeklinde değerlendirdiğim filmde, Alvin'in kardeşiyle neden arasının bozulduğuna dair "içki, öfke ve kibir.."den başka bi açıklama getirilmiyor; İkinci Dünya Savaşı'nda birliğindeki gözcüyü öldürmesini anlatması ilginç olmakla birlikte hikayeye herhangi bi katkı sağlamıyor misal.. Rose'un hikayesiyse fecii can yakıyor..

Genel olarak ii gibi dursa da, bahsettiğim sebeplerle yer yer çok sığlaşan, orta metraj olsa belki derdini gayet anlatabilecekken boş yere sündürülmüş hissi yaşatan bi film Straight Story..

Read more

Lost Highway


Rope veya Hunger, ya da taptığım iki örnekten Stranger Than Paradise veya Russki Kovçeg'de tek plan çekilmiş sahneler gayet uzun, hatta Russki örneğindeki gibi tüm film bu şekilde çekilmiş olabiliyor: Eisenstein'ın kurgudaki devrimlerinin ardından çokça seneler geçti tabii, her şeyin ilk günkü gibi kalmasını beklemek oldukça naif bi yaklaşım olur/du haliyle..

Lineer akan bi hikayeyi takip etmek çok daha kolay olduğu için, filmler de genellikle bu yöntemi tercih ediyorlar: Karşısına bu tür filmlerin çıkmasına alışmış seyirci için, farklı bi kurguya sahip filmlerin zorlayıcı olduğu da inkar edilemez, çünkü bu filmler seyircinin/herkeslerin alışık olduğu "ileriye akan zaman.." algısını zorlar, ya da finalde twistle şaşırtır (ki, gına geldi artık bundan..), veya filmin başıyla sonunu bağlayarak içinden çıkılmaz bi döngü kurar, ya da hikayesini katman katman açar, veya aynı hikayeyi ellipsislerle ya da sondan başa anlatır vs..

Sacın bi ayağını zaman oluştururken, diğer ayağını da hikayenin kendisi oluşturuyor: Filmin griş ve gelişme bölümlerinde sor/dur../duğu sorulara finale doğru cevap vermesine alışkın olan seyircinin, bi cevap alamamasının da zorlayıcı olduğundan bahsetmek gerek, sonuçta her sahne/final Les Quatre Cents Coups'taki gibi seyirciye bırakılacak kadar olağanüstü diil-
eheh, aslında örnek vermiycektim de, dayanamadım..

Sacın diğer ayağındaysa konformizm var: Ortalama seyirci filmden katharsis sağanağında yıkanmış olarak çıkmak istiyor, işte eğlenmek, yeri geldiğinde ağlamak, korkmak, gerilmek, işte artık her duyguyu yaşamak vs.. Yıllar içinde oluş/turul../muş bu film izleme eğilimine uymayan bi örnek, seyirciyi zorladığı için, seyirci "anlaşılmaz.." diyerek işin içinden çıkabiliyor misal-
belki de en iisini yapıyordur, bilemiycem de, bu tür filmlerin diğer filmlere oranla daha çok "beyin jimnastiği.." gerektirdiği için zor olarak yaftalanması da normal filan-
"izleyici alışkanlıklarının değişmesi gerek azizim.." gibi aforizma şeyedilse misal??

neysse,, bu yarım metrelik girişi yapma sebebim, tabii ki, Lynch'in en "anlaşılmaz.." filmi olan Lost Highway içindi.. Filmin zorluğu genel olarak kurgusundan diil, sorulara cevap vermemesinden kaynaklanıyor: Çünkü, karşımızdaki film "ciddi.." takılıyor, ve fakat hikayedeki (izlek dicektim, tuttum kendimi, ii de yaptım bence..) dönemeçleri takip etmeye başladığınızda her seferinde çıkmaz bi sokakla karşılaşıyorsunuz ve bu sürekli kendini tekrarlıyor.. Ayrıca filmin zaman mefhumu da oldukça karmaşık: Daha doğrusu bu karmaşıklığı yaratmak için hinliklere başvuruyor, oyuncular değişiyor, karakterlerin fiziksel görüntüleri değişiyor.. Dahası, kamera zaman zaman baş karakterken, bi sonraki sahnede ortamdaki gözlemci konumuna geçiyor vs..

Tabii ki, böyle bi filmi ciddiye alıp çözmeye uğraşmak da, "bokum gibi.." demek de mümkün: Ve fakat, film ciddiye alınmak istiyor, bu açık.. Yani elimizde bi Tarantino oyuncağı yok ki, filmde sadece göndermeleri konuşalım..

Filmi ilk kez izlediğimde olayı çözmek için uğraşmamıştım -yaş da küçüktü zaten: Ve fakat yorum yazmak için bu sabah filmi yeniden izlediğimde filmin anlaşılmaz olmak için çok fazla çabaladığı sonucuna vardım.. Şimdii, filmi üç parçaya bölmek mümkün, çünkü bu üç bölüm birbirinden çok ama çok keskin biçimlerle ayrılıyorlar:
i) Fred ve Renee..
ii) Pete ve Alice..
iii) Fred ve Dick Laurent/Mr. Eddy..

Ayrılma sebepleriyse, oyuncu tercihlerinden kaynaklanıyor: Birinci ve üçüncü bölümde Fred'i izliyoruz, ve fakat ikinci bölümde karşımıza Pete çıkıyor ki, aslında onun da Fred'in kendisi/hayali olduğunu bi süre sonra anlıyoruz, dahası Alice de Renee'yi canlandıran oyuncu tarafından canlandırılıyor.. Filmin bu tercihlerini analiz etmeye kalkınca bikaç sonuca ulaşmak mümkün ve fakat zira Lynch ve diğer senarist (imdb'ye bakmaya üşenmek #3..) bunları yazarken ne düşünüyorlardı, bilmediğim -merak da etmediğim, için "herkesin Lost Highway yorumu kendine.." diyerek kendi yorumuma geçicem, bu yorumdaysa psikolojik referansları (ki, Lynch'i az buçuk bilenler, adamın psikolojiye dair takıntılarının kastrasyon ve negatif/pozitif Oedipus'tan ibaret olduğunu da az buçuk bilirler..) dışarıda bıraktığımı söyliim, ki "nerde benim Oedipus'um??" demeyin..

[Lost Highway bi suç filmi olduğu için suçun neden işlendiğini sorgulamak açıkçası yolumuzu daha kolay bulmamızı sağlıyor.. Bi de, Pete'e de Fred dicem..]

Şizofren bi müzisyen olan Fred'in Eddy ve eşi Renee'yi öldürmesi filmin özeti.. Şizofrenlerin gerçeği değerlendirme sorunları olduğu için, Fred'in kendini/eşini/dahası her şeyleri çarpıtarak algılaması gayet normal ki, Pete faktörü bu noktada devreye giriyor: Fred'in narsisistik yaralanmasını telafi etmek için yarattığı/algıladığı bu hali, şişmiş sahte kendiliğinin yansıması olduğu gibi, Lacancı yorumla kendisini fallus olarak düşünmesinden kaynaklanıyor aslında: Araba tamircisi olarak kurguluyor kendisini geçmişte: Hatta radyoda kendi şarkısını duyduğunda buna dayanamıyor.. Eddy oldukça zengin bi kişi, Fred'le önceden tanışıyorlar ve fakat yaşlı (sevişirken mutlu edemiyor Fred'in aksine: daha doğrusu Fred, adamı iktidarsız olarak kodluyor..), bu yüzden sevgilisi Alice/Renee'yi mutlu edemiyor..

Fred'in sevgilisi de var üstelik, aslında pek de sevmediği bu ablamızla sadece seks amaçlı bi birliktelik yaşıyor..

Renee'yse, ilk görüşte Fred'den etkileniyor ve dahası tamirciye gelen de kendisi oluyor: Başlangıçta bu nazik teklife olumsuz yaklaşan Fred, sonrasında Renee'yle birlikte olmaya başlıyor.. Ve fakat, şüphelenen Eddy, Fred'i tehdit ediyor: Hem de silahıyla: Daha doğrusu bu Eddy insanı, tehditlerini yaparken hep silahını kullanıyor (iki sahne var bununla ilgili..) Lynch'in sembolizmi her filminde kaba bi şekilde kullandığı malum, Eddy'nin penisi ereksiyon olamadığı için, onun yerine silahını penis ikamesi olarak kullanıyor..

Sonrasında işler çığrından çıkıyor: Renee, kaçma planı yapıyor ve fakat bu noktada da Fred'in Andy paranoyasıyla tanışıyoruz (filmdeki ilk kulüp sahnesinde tanışıyoruz aslında da, bu ikinci bölüm kronolojik açıdan daha önce yaşandığı için şeyettim..) Renee, Andy aracılığıyla bi "iş.." buluyor, Fred'in iki kez nasıl bi iş olduğu sorusunu geçiştiriyor Renee, ve fakat flashback aracılığıyla porno oyuncusu olmaya zorlandığını öğreniyoruz..

Kaçış planının uygulandığı gece Fred, Andy'yi yaralıyor, tam bu sırada Fred Andy paranoyasında yanılmadığını anlıyor: Renee'nin Andy'yle henüz sevişmiş olduğunu öğrenen Fred, şoku atlatmadan adamın aniden üzerine saldırmasıyla onun ölümüne sebep oluyor-
aslında Andy'nin filmin ilk bölümünde "canlı.." halde karşımıza çıkması ilginç.. Bu öldürme eylemini Fred, zihninde kurguluyo desek pek de abartmayız sanırım..

Sonrasında ıssız bi kulübeye gidiyorlar, bu kulübe iki kere görünüyor film boyunca ve ikisinde de kulübenin yangın-öncesine dönüşünü görüyoruz: Fred burada Renee'den öyle bi yara alıyor ki, kurduğu bu pseudo-gerçek dünyası bile buna dayanamıyor ve Pete yerine Fred olarak kalkıyor ayağa..

Kaldığı otelde Eddy'nin de olduğundan emin olan Fred, adamı öldürüyor, Mystery Man de ona yardım ediyor..

Mystery Man, doğaüstü güçlere sahip olsa da, aslında oldukça "gerçek.." bi yanı var-
bence Fred'in süperegosu kendisi.. Fred'in kameralara karşı geliştirdiği fobiyi (ki, kimlikle ilgili sorunların sembolizminde ayna ya da bu tür elektronik ürünlerin kullanılması da bilindik bişii, ki film ikisinin karşısına da Fred'i geçiriyor..) bilen Mystery Man, o ürkünç haliyle sadece Fred'i korkutmuyor, beceriksiz polislerin Fred'i yakalamalarını da sağlıyor..

Cinayet/ler../i işledikten sonra kaçan Fred (filmin final ve açılışı birbirine diyalogla bağlanırken, jenerikler de bu işlevi görüyor..), evine geri dönüyor.. Ve fakat Mystery Man -yine, devreye giriyor: Renee ile yaşantısına devam eden Fred'i gönderdiği kasetler aracılığıyla diken üstünde tutuyor..

İletişimsizlikten mustarip gibi görünen çiftimiz eskisi gibi diil, Fred sevişirken "mutlu.." edemiyor artık, rüyalarında eşini korkunç bi yüze sahipmiş gibi görüyor vs.. Fred ve Renee kasetleri kaydedenin evlerinin içine kadar girdiklerini öğrendiklerinde polise haber veriyorlar ve fakat çiftin gittiği parti her şeyi allak bullak ediyor: Orada -yeniden, Andy ve Mystery Man'le karşılaşan Fred, tüm travmasını yeniden yaşamaya (travmayı yeniden canlandırma sendromu??) başlıyor ve aynı gece Renee'yi öldürüyor.. Ve polislere yakalanan Fred, idama mahkum edilmek üzere hapse gönderiliyor..

Açıkçası filmin ses bandından gerilim anlarında yükselen müziği kaldırsak, o kadar da germez kanısındayım.. Özellikle ilk bölümdeki bu sesler öylesine fazla kullanılmışlar ki, hakkaten gördüklerimiz diil de, duyduklarımız geriyo desek yeri yani..

Sahneler olağanüstü tabii, her bi sekans kendi içinde muhteşem.. Filmin bu kadar "güçlü.." olabilme sebebi de tamamen görsel güzelliği/yoğunluğundan kaynaklanıyor bence..

Read more

Wild At Heart


Barry Gifford romanı "Wild At Heart: The Story Of Sailor And Lula.."'dan uyarlanan senaryosuyla Wild At Heart kült-sevicileri için hazine niteliğinde ve fakat her zevke hitap etmediği de gerçek, ki bunlardan bi tanesi de benim..

Hikayesi şöyle: Lula ve Sailor, birbirini seven bi çift ve film boyunca da ikisinin yaşantılarına göz atıyoruz.. Muhteşem açılış jeneriğinin ardından, bi parti çıkışında, adamın biri, birisi Sailor'ı, Lula'nın annesi Marietta'yı taciz ettiği gerekçesiyle öldürmek istiyo ve fakat ondan daha dişli çıkan Sailor adamı öldürüp hapse giriyor: Mariatte'nin ikisinin -yeniden, birleşmesini engelleyeceğini onunla yaptığı konuşmadan anlıyo Sailor-
keşke elmalı martini içebildiğini de görseydi..

~2 sene geçtikten sonra Sailor serbest kalıyo ve evden kaçan Lula'yla buluşup sevişiyorlar.. California'ya gitmek üzere yolan çıkan çiftimizin karşısına, her yol filminde olduğu gibi, birbirinden ilginç tipler çıkıyo filan.. Bu süre zarfında da, ikili birbirini keşfediyo-
ki, "yol.." filmleri cidden şu metafor uğruna harcanıyo, en çok ona yanıyorum yıllardır kendi adıma..

neysse,, Lula'nın küçükken tecavüze uğradığını, bunun sonucu olarak kürtaj yaptırdığını, Sailor'ın Lula'nın babasının ölümünde payı olan adamın (imdb'ye bakmaya üşenmek #2..) eski şoförü olduğunu, Lula'nın annesinin de bu ölümde payı olduğunu öğreniyoruz..

Bi de filmin olaya Oz göndermesi şeyetmek için kendine zorlama bi şekilde eklemlediği cadılık şeysi var: Lula'nın annesinin ayakkabıları, kristal küresi, finalde aynen Oz'daki haliyle karşımıza çıkan peri filan, "aa, süfer.." yerine, "e yani.." dedirtiyor: Lula'nın kırmızı ayakkabıları, Lula ve Sailor'ın Oz sevgisi filan da var tabii..

neysse,, hayattaki tek isteği Sailor'dan "Love Me Tender.."'ı duymak olan Lula, hamile kalıyor ve tüm travması gelip üzerine çörekleniyor, tam da bu sıradaysa Sailor, hırsızlık yapmak için korkunç görünen bi adamla anlaşıyor.. Plan beklediği gibi gitmiyor başta Sailor (sonra da diğer adam..) için, Sailor -yeniden, hapse giriyor..

Tabii, bu arada Lula'nın annesi mutlu, kızını alıp geri dönüyor: 5 yıl sonra Sailor hapisten çıktığında -yine ve yeniden, Marietta'yla konuşuyor, Marietta -yine ve yeniden, elmalı martini içiyor, -yine ve yeniden, "olmaz.." diyo filan.. Lula'ysa oğluyla birlikte Sailor'ı karşılıyor, tabii romantik-komedi kuralları işlediği için, climaxte ayrılıyorlar bi: Sonra yeniden şeyediyorlar.. Mutlu son: Hem de "Love Me Tender.."la: Ögk hakkaten..

-yine, neysse,, filmdeki kibritin yanışı ve ardından gelen yol ya da sigara yakma leitmotiflerinin, Requiem For A Dream'deki kokain çekme leitmotiflerinin öncüsü olduğunu söylemek çok da abartı olmaz sanırım: Ayrıca filmin Tarantino'ya bolca ilham verdiğini de..

Benim pek sevmediğim Lynch filmlerinden, ki, buna en çok Nicolas Cage'in filmde yer alması sebep oluyo desem, pek de abartmış olmam sanırım.. Yoksa, nevrotik Marietta'ya tapıyorum..

Read more

Blue Velvet


Lynch'in Dune sonrası özüne dönüş sinyalleri verdiği, gayet anlaşılabilir bi film: Her ne kadar final sekansı Jeffrey'nin kulağına zoom-out yapılarak açılsa da, filmin Jeffrey'nin rüyası olmadığı açık..

Kısa bi özet: Jeffrey'nin babası bahçesini sularken kalp krizi geçirip hastanelik oluyor, Jeffrey babasının ziyaretinden dönerken yerde kesilmiş bi kulak buluyor ve olaylar gelişiyor: Kulağı yerde bulduğu kese kağıdına koyup, kasabanın dedektifine götürüyor ve fakat bi yandan da işin peşini bırakmaya niyetli diil haliyle: Dedektif Williams'ın kızı Sandy, odası babasının üst katında olduğu için, olaydan kısmen haberdar ve o da içindeki dedektiflik merakına yenilip Jeffrey'yle tanışıyor: Küçük bi kasabada sıkıcı bi yaşamın getirdikleri diyelim :))

Sandy'nin dikkatini ilk şüpheli olarak Dorothy adındaki bi bar şarkıcısı çekiyor, ve Jeffrey ilaçlama bahanesiyle Dorothy'nin evine gidip, fırsatını bulduğunda anahtarını çalıyor.. Aynı akşam Dorothy barda "Blue Velvet.." söylerken Jeffrey ve Sandy kadının evinin önünde pusu kuruyor ve Jeffrey eve giriyor.. Sandy işaret vermesine rağmen, çocuk bunu duymuyo (ah şu Heineken..) ve kadın evine geliyor.. Dolaba saklanan Jeffrey, çok ilginç bi sahneyle karşılaştıktan sonra olayın sandığından daha da karmaşık olduğunu anlıyor..

Dorothy evde bi yabancının olduğunu fark ediyor; Jeffrey, dolaptan çıkıyor ve kadının verdiği emre uyup, soyunuyor: Emirler bununla da bitmiyor, s&m'e gönülden bağlı bi bünyesi olan Dorothy, çocuua istediği gibi davranıyor (tabii ki, aklımıza La Pianiste'in tuvalet sahnesi geliyor..) Kapı çalıyor, gelen Oedipus.. Açıkçası Frank karakterine eklemlenen bi kompleks, öylesine yüzeysel ki, can sıkıcı bi parodiden öteye geçemiyor.. Seks esnasında "annecim, meme, baba.." demesini, şişmiş sahte kendiliğini dış dünyada sürekli "fuck.." ya da fallik bi anlam yüklediği bariz olan "pazularıma dokun.." repliğini, ve (muhtemelen babasına karşı geliştirdiği..) boyun eğici tavrı arada bi sergilemesini çok da yeterli bulabilmek mümkün diil sanki: Ben bulamadım en azından..

neysse,, Jeffrey bi yandan Sandy'den hoşlanırken, bi yandan da Dorothy'nin cazibesinden etkileniyor: S&m istekle ilk kez karşılaşan her erkek gibi bocalıyor, dahası reddedip, geri dönmesine rağmen, sonraki buluşmalarında (kadının manipülasyonuyla da tabii ki..), bu oyunun bi parçası haline geliyor..

Gelmesine de, işler giderek daha da tehlikeli bi boyuta geliyor: Dorothy'yle seviştikten sonra evden çıkarken Frank ve çetesi onları basıyor ve Ben'in yerine gidiyorlar.. Burada işin uyuşturucu kısmını ve Dorothy'nin çocuunun tutulduğu yeri öğrenen Jeffrey, gece sonunda dayak yiyor..

Ertesi sabah tüm bu olanlar için gözyaşı döken Jeffrey, olanları Sandy'ye anlatıyor ve çiftimiz bi partide birbirlerine olan aşklarını itiraf edip, öpüşüyorlar.. Eve dönüşte Mike (ki, şimdiye kadar hiç adı geçmedi: Sandy'nin sevgilisi..), çifti takip edip Jeffrey'den hesap sorma planlarken, Dorothy'nin çıplak ve yaralanmış bi halde kadraja girmesiyle bundan vazgeçiyor: Sonrasında da climax ve final sahnesi var..

Filmin daha açılış sahnesinde Jeffrey'nin babası yere düştüğünde çimenlerin arasından topraktaki böcekleri görüyoruz, artık kullanılmaktan eskimiş "müthiş düzenli ve sakin görünen banliyö hayatının çirkin yüzü.."nü simgeleyen bu böcekler filmin de çatısını oluşturuyor.. Frank ve çetesi kasabanın uyuşturucu trafiğini yönetirken, Williams'ın ortağı Gordon da o ekiple birlikte çalışıyor aslında.. Sandy'nin babası için söylediği "bikaç soruşturmadan çekildi.." repliği de çetenin gücünü kısmen gösteriyor.. Williams'ın da paranoyak bi biçimde olayın duyulmasını engelleme isteği bi süre bizi "aa, bak o da işin içindeymiş.." diye düşündürse de, Gord/i../on düğümü çözüldüğünde kendisinin ii bi polis olduğunu anlıyoruz..

neysse,, Sandy ve Jeffrey arasındaki klişe ilişki, "sevgilisi olan kızın esas oğlanı seçmesi.." düzleminde ilerlediği için hiçbi cazip yanı yok.. Bu yüzden Dorothy ve Jeffrey ilişkisi ilgimizi çok daha fazla çekiyor haliyle..

Açıkçası Dorothy'nin manik-depresif halinden çok s&m tarafıyla ilgileniyorum: 7/24 tribal takılan ablaların o fasit sıkıcılığı her yerinden akıyor zira: Ama yataktaki istekleri/emirleri ve bunlara aldığı tepkiler hoş..

Dorothy'nin oral döneme takılıp kalmış Frank'le olan ilişkisi (kocası ve çocuunun adamın elinde olması dolayısıyla..) Frank'in kontrolünde olduğu için, kendisi inisiyatif sahibi diil: Aldığı anlardaysa Frank buna karşı koyuyor (yani Scrapbook'taki ya da The Cell'deki gibi bi sonuçla bu ilişkide karşılaşmamız pek olası diil..)

Ve fakat, Jeffrey'le olan ilişkisinde inisiyatiflerini her an kullanıyor: Nasıl sevişmek istiyorsa bunu gerçekleştiriyor: Sadece dokunarak, ya da tokat atılarak.. Ancak bu ilişkiyi de "kocamı kurtarmak 'zorundasın..'"a taşıdığını gördüğümüzde, kadının Jeffrey'ye gerçekten aşık olmadığını, sadece Frank ve çetesinden kurtulmak için Jeffrey'ye yaklaştığını da düşünüyoruz haliyle..

Ve final: Sandy'nin aşırı anlam yüklediği bariz olan rüyası gerçekleştiğinde en ii tepkiyi büyükanne veriyor: "Asla bi böcek yemem.."

Işık kullanımı her Lynch filminde olduğu gibi muhteşem, şarkılarsa genelde bana hitap etmediği için, bişii diyemiyorum: Lynch'in en ii filmi olmasa da, anlaşılabilir filmlerinden biri, birisi olması dolayısıyla bazı bünyelerde özel bi yer kapladığı da aşikar..

Read more

Dune


'84 yapımı Dune, Lynch'in Hollywood'la kabusa dönüşen ilk birlikteliği.. 45 milyon gibi o zamanlar için devasa sayılabilecek bi bütçe, Frank Herbert'in çok satan (eheh, bu tür kalıpları kullanmaya bayılıyorum, yeni fark ettim..) kült-klasiğini uyarlaması için kendisine emanet ediliyor.. Ve fakat, işler beklendiği gibi gitmeyince, filmin gösterime çıkmasından sonra Lynch, projeden çekildiğini açıklıyor.. Filmin bu ilk versiyonu 137'..

Sonrasında (yazının da konu ettiği..) filmin "special edition.."ı hazırlanıyor ve fakat bunda da Lynch'in adı hiçbi yerde geçmiyor: 190' süren bu versiyonda yönetmen olarak "Alan Smithee.." geçiyor ki, off off dedirtiyor-
"üzerimde çok baskı vardı, projeden çekildim.." diye zırvalayabilmeniz için, önleminizi önceden almanız, daha film proje aşamasındayken sözleşmeye böyle bi madde ekletmeniz gerekiyo yani şekerler-
"yakın plan çekimde 70mm lensten başkasına görüntü vermem.." gibi..

neysse,, bunlar da bi sonuç vermiyor ve film Amerika'da batıyor.. Hollywood'daki memur yönetmenlerin neler çektiğini az bişii anlayan Lynch, başka projelere yelken açarken, bi daha bu denli büyük çapa sahip bi projeyi filme çekmeye -şimdilik, yanaşmadı.. Ortada kalan filmi de kimler bağrına/böğrüne bastı, onu da merak ediyorum tabii..

neysse,, filmin böyle çok dallı budaklı görünen yapısı en başta korkutsa da, zaman geçtikte her şeyin tahmin ettiğiniz gibi gelişmesi yüzünden hikayeyi takip etmekte bi sorun çekmiyorsunuz: Ki, ben Dune serisinden hiçbi kitabı okumamış bi bünyeyim, eet..

Hikayenin çok ama çok kısa özeti şu: Paul Atreides'in efsanelerde bahsedilen Muad'Dib/Kwisatz Haderach olduğunun anlaşılması..

Kısa özetini anlatmaya başlarsam sayfalarca yazabilirmişim gibi geliyor: Ve fakat hikeyeye tam da hakim olmadığım için, kaba bi şekilde yapıcam bunu:
Harkonnenler var: Liderleriyse Baron adlı uçan bi kişi, Feyd'e karşı cinsel istek dudyduğu bariz.. Ki, filmdeki en eğlenceli karakter..
Atreideslerse, Leto'nun önderlik ettiği bi halk: Filmin kahramanı Paul, teü, Leto'nun oğlu.. Aslında Jessica'nın bi kız evlat doğurması ve bu kızın da Feyd'le evlendirilmesi gerekiyormuş, ki, hem Kwisatz dünyaya gelsin, hem de düşmanlık bitsin.. Ve fakat, kendisi de bi zamanlar Bene Gesserit üyesi olan Jessica bu isteğe karşı gelip, erkek çocuu doğurur..
İmparator ve onun halkı da var ki, haklarında en az bilgi sahibi olduğumuz şeyler bunlar: Bene Gesserit'in 1 numarası ablamız da imparatorun hizmetinde..
Bi de Fremenler var, bunların liderlerinin adını hatırlamıyorum.. Bunlar Dune'da (filmde daha çok Arrakis olarak telaffuz ediliyor..) yaşıyorlar..

Filmdeki olay örgüsü de -kısmen, şu: Dune, evrendeki tek baharat rezervine sahip gezegendir, tüm evrenin ihtiyaç duyduğu bu maddeyi çıkarıp, ticaretini yapmak o kadar kolay diildir: Harkonnenlerden sonra gezegene gelen Atreidesler saldırıya uğrar (ki, aslında Yueh'nin, bu saldırıda kilit bi rol oynadığını görüyoruz, Paul ve Jessica'yı kurtarmak için kendini ve Leto'yu feda ediyor..) ve yok edilirler.. Sağ kalan Jessica ve Paul, Fremenlerle karşılaşır ve Paul onların lideri olur (El Topo'nun da hikayenin bu kısmına oldukça benzeyen bi "Mesih.." bölümü vardı, hey gidi..) ve Fremenleri eğitir ve Harkonnenlere saldırır.. Ölmekten korktuğu için başarısızlığını imparatora söyleyemeyen Baron, imparator Dune'a geldiğinde bayağı sağlam bi ayar yer.. Bu sırada ab-ı hayatı içen ve ölmeyen Paul, cihat için harekete geçer ve imparator ordularını da yok eder.. Tüm kehanetler gerçekleşir ve film mutlu bi sonla biter.. Öykünün alegorisi gayet ii işlese de, Paul özelinden "Mesih.."e ulaşması içimizdeki bastırılmış-monarşizme ii bi örnek olarak incelenmeyi hak ediyo haliyle..

de, işte, film bunu korkunç bi şekilde yapıyor:
Bi kere, o kadar çok içses var ki, bi yerden sonra "artık yeter.." demeye başlıyorsunuz..
Ayrıca, karakterler her şeyi açıklıyorlar, durmaksızın: "Ah, avcı, hareket etmezsem beni göremez.. Yardım çağıramam, kapı açılırsa ona saldırır.." gibisinden o kadar çok info veriyorlar ki karşılaştıkları durum hakkında, korkunç bişii-
"cümleyi bile toparlayamadım bu yüzden: psikolojim çok bozuldu zira, bi alt satıra geçmem lazım ve fakat bunu yapmadan önce enter tuşuna da basmam gerekiyor ve tırnak işaretini kapamam.."
Prodüksiyon tasarımı yerlerde sürünüyor, hakikaten ne aksiyon sahneleri aksiyona benziyor, ne efektler gerçekmiş gibi duruyor, ne de dekorlar: Tam bi felaket hakkaten..

Öyle yani.. Bence sadece kitsch-sevicilerine hitap eden bi film..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.