200. Kayıt: Sauve Qui Peut (La Vie..)


[Başka bir ayrılık filmi..]

[~4 saattir başlayamadım bir türlü yazıya.. Hep şu decimal sistem yüzünden: 100. kayıtta da böyle olmuştu.. "Özel.." bir film olsun diye Godard Passion'u seçmiştim, iki taptığım isim (diğeri de Huppert..) olduğu için.. 200. kayıt için de aynısını yapıp, diğer bir Godard-Huppert çalışmasını yazayım oldum-
de, 300 de ne yapacağım, ondan emin değilim..
- E 300'ü yaz, mis gibi..
- İgğrenç..
- Hep..]

Öhm, neysse,, Godard'ın '80 yapımı filmi La Vie, Passion'dan bir önceki işi olmasının yanında, şu an kopyaları kim bilir nerde olan ve ticari gösterimlere çıkmayan video çalışmalarından sonraki "ilk.." ticari filmi olmasıyla da öne çıkan bir film..

Passion'daki gibi bir yönetmenin de karakter olarak yer aldığı filmde, yönetmenin soyadı manidar bir şekilde Godard-
- 300'ü boşuna dememiştim halbuki..
3 tane karakterimiz var: Godard, Isabelle ve Denise.. Denise ve Godard, ayrılık evresindeki bir çift: Isabelle'se fahişe.. Ayrıca Godard'ın eski eşi ve kızı da var..

Filmde Godard'ın alametifarikalarının çoğunu bulmak mümkün.. Bense daha çok seksüel eylemler üzerinde duracağım..
Çok kısa gösterilen zoofil sahneden ziyade, diğer iki düşünce ve eyleme daha çok zaman ayrıldığı için onlar üzerinde duracağım..
İlki, ensest: Godard küçük kızı Cecile'e karşı bir çekim duymaya başladığını fark ediyor: Bu noktada geçmişte yaptığı bir konuşma ses bandına biniyor.. Onun göğüslerini görmek için doğum gününde tişört hediye edip, hemen giymesini istiyor..
Bu sahne, şu açıdan önemli: Baba-kız ensestinde, ilişki öncesine değil, ilişki sonrasına yönelik tehdit vardır-
anne-erkek çocuk ensestinden farklı olarak.. O yüzden Godard, gayet "rahat.." bir şekilde "memelerini görmek istiyorum.." diyebiliyor, kızı için-
bu konu oldukça karmaşık olduğu için, blogun sınırlarını aşıyor.. Ancak, yakın bir zamanda bir entry yazmayı düşünüyorum..

Diğer sahneyse, Isabelle'in gittiği bir müşteri: Başka bir fahişe daha var odada: "Patron..", daha alt kademede başka bir erkek ve Isabelle.. Tüm kontrol patronda: Ayağıyla diğer fahişenin memesine bastığında o diğer adama fellatio yapacak, adam Isabelle'e rimming yapacak, Isabelle de patrona ruj sürecek: Soft-Marquis De Sade kitabından çıkmış gibi dursa da, bilinçaltı seksüel fanteziler konusunda süfer bir sahne.. Ve Godard'ın film/ografisin../in tamamına yedirdiği sisteme bakış açısını çok güzel, hatta antolojik bir şekilde özetliyor..

"Uğraşacak bir şey olsun diye film çekiyorum.."
Isabelle Huppert'se olağanüstü -hep..
Read more

Mari Iyagi


[Yine bir ayrılık filmi..]

'02 yapımı Seong-kang Lee filmi Mari Iyagi, fazlasıyla duygusal bir yapım ve bu zaman zaman handikaba dönüşebiliyor..

Olağanüstü bir açılış jeneriğiyle başlayan filmin konusuysa şöyle: Nam-woo, küçük bir çocuk.. Annesi, dedesi ve büyükannesiyle yaşıyor: Babası yok.. En yakın arkadaşıysa Jun-ho: İkisinin birlikte yapmaktan en çok keyif aldıkları şeyse, denizdeki batan bir teknede kaptancılık oynamak-
film, bir balıkçı köyünde geçiyor..
Jun-ho'nun Seul'e gidecek olması, annesinin yeni bir flört dönemine girmesi, büyükannesinin yaşlılık problemleri, deniz fenerinin restorasyonu derken kendini zor bir dönemin içinde buluyor.. Ve bununla baş edebilmek için de hayal dünyası, daha doğrusu bilinçaltı (Mari..) devreye giriyor..

Bir kabullenme ve olgunlaşma hikayesi olan film, Semih Kaplanoğlu'nun Süt'ünü akla getiriyor zaman zaman.. Başrolüne büyük bir sevgiyle yaklaşan film, zaman zaman bunu mizansenleri, müzikleriyle fazlaca abartabiliyor ve bu da filmin aleyhine işliyor: Bunun dışında (yarın da göreceğimiz gibi..) Miyazaki imgeleri olarak hafızalarımıza kazınan imgelere benzer imgeler karşımıza çıktığında filmden uzaklaşmak da mümkün.. Aslında bunda "suç.." Seong-kang Lee'nin değil, beslendikleri ortak kültür, ancak yine de rahatsız edici olabiliyor..

Filmin, terk depresyonunu işlemesiyse oldukça güzel: Nam-woo'nun hayal dünyasına girişleri, adeta psikotik ataklar şeklinde gelişiyor: Suyun içinde/altında olma, havada uçma gibi daha çok egosal sorunlarına (baskı, özgürlük hissi vs..) işaret eden yerlerde bulunması meselenin bir ayağıyken, diğer ayağını da şizotipal görüngüler (misket, Mari gibi inanışlar..) oluşturuyor.. Fazla patolojik sosa bulamış görünüyor olabilirim, ancak Nam-woo'nun, bu terk depresyonuna karşı inkar gibi savunmalar geliştirmediğini düşünürken, finaldeki twist devreye girince durumun patolojik olduğunu anlıyoruz..

Genel olarak iyi bir iş ama, Mari Iyagi.. Açılış jeneriği için bile izlenmeyi hak ediyor..
Read more

Sita Sings The Blues



'08 yapımı Nina Paley filmi Sita Sings The Blues, olağanüstü bir güzellik: Dün yazdığım Hanuman'la aynı kitaptan (Ramayana..) uyarlandığı için aynı öyküyü anlatsa da, Sita Sings The Blues, Hanuman'dan fersah fersah ötede.. Ve tabii ki bunun çeşitli sebepleri var: Öncelikle, Sita Sings The Blues, kendini ciddiye almıyor, ve bu ciddiye almama durumu, filmi çok başka boyuta çekiyor, tek bir anında dahi sıkmıyor.. İkincisi, Sita Sings The Blues'un tekniği: Tek bir tekniği kullanmayan, hatta animasyon teknikleri kolajı şeklinde ilerlerken gözleriniz bayram ediyor.. Üçüncüsü, ana öyküye paralel anlattığı hikayesi-
ki, otobiyografik izler taşıyor..
Sonuncusu da olağanüstü müzikleri..

Filmin hikayesi şu şekilde gelişiyor.. Rama ve Sita'nın kavuşması filmin birinci perdesi (Hanuman'ın konusu da buydu..) Sita işte ateşe yürüyerek masum/kirletilmemiş olduğunu ispatlıyordu.. İkinci perdede (ki, film de bildiğin ara veriyor 2'45''..), bu defa Sita'nın hamile kalışını, iyiliğin (ve erdemin..) simgesi Rama'nınsa ondan hala ve ısrarla şüphelenmesini (çocukların Ravana'dan olduğu fikri..) ve Sita'nın "eh sikerim, masumum ulan ben.." dedikten sonra Toprak Ana'nın rahmine geri dönüşünü anlatıyor..
Paralel hikayeyse, Nina ve Dave adındaki bir çiftimizi anlatıyor (yönetmenin kendisi..) Dave, iş için Hindistan'a gidiyor, önce 6 aylık olan bu süreç, 1 yıl daha uzuyor, Nina oraya gidiyor, sonrasında New York'a dönüyor ve orada maille "geri dönme Nina.." yazan bir mail alıyor: Bu durumla başa çıkmayı da tıpkı Sita gibi öğreniyor..
Ve tabii, filmin müzikal bölümleri var, Annette Hanshaw'ın sesinden olağanüstü şarkıları dinliyoruz-
ki, bu şarkıları kullanabilmek için 220.000$ ödemiş Nina Paley..

Bunu belirtme sebebimse, filmin kamuya açık olması.. İlk olarak !f İstanbul'da izlediğim filmin, eğer isterseniz sitesinden tamamını izleyebilir, indirebilirsiniz.. Aynı zamanda filmin dvdsi de var, onu da amazon.com'dan sipariş verebilirsiniz.. Ben de kendi adıma filme destek olmak için, soundtrackini almıştım-
belki şu an dinlediğiniz şarkı da albümün/filmin açılış şarkısı..

Filmdeki üç anlatıcı gayet eğlenceli bir şekilde hem hikayeyi anlatır, hem de yorumlarını yaparken, Sita'nın "neden??" böyle olduğuna dair uzlaşamıyorlar.. Yaptığını hata olarak gören de var, Rama'ya olan sevgisinin değişmezliğinden dem vuran da-
bu yorumu içlerindeki tek kadın yapıyor, evet (grr..)

neysse,, Nina da, tıpkı Sita gibi sürekli kendisini ispatlamak zorunda kalıyor: Dave'in peşinden tee oralara gidiyor, havalimanında öptüğünde öpüşmenin yasak olduğunu "öğreniyor..", Dave ondan uzakta duruyor ve sonunda terk ediliyor.. Sita da, iki kez kendini ispatlıyor.. Ama içinde bulundukları durum ne kadar depresif olsa da, bir yerden sonra artık "yeter.." diyebiliyorlar.. Sita (bi neviinden..) anne karnına dönerken, Nina Sita'nın hikayesinden (ve kedisinden..) güç alıyor.. Ve film, tıpkı Mujeres Al Borde De Un Ataque De Nervois gibi, ayrılık sonrasında izlenecek ilk filmlerden biri, birisi haline geliyor..

Olağanüstü tekniğiyse fazlasıyla takdiri hak ediyor..
Read more

Hanuman


'05 yapımı Milind Ukey ve V.G. Samant filmi Hanuman'ın, açıkçası 2 haftalık aradan sonra yazacağım ilk film olsun istemezdim, ancak bir sonraki film için yazmam gerektiğini düşündüm.. Ki, bu filmi de diğer film sayesinde keşfettim-
ve fakat alakaları bile yok, neysse,,

En ünlü Hint destanlarından Ramayana'yı merkeze alan film, Rama'dan çok, adını aldığı Hanuman üzerinde duruyor: Şiva'nın avatarlarından olan Hanuman, doğuyor, büyüyor ve Vişnu'nun avatarlarından Rama'nın Sita'yı kurtarmasında etkin bir rol oynuyor.. Ki, tanrı olduğundan fecii özelliklere de sahip: Güneş'e yolculuk yapabiliyor, Himalayalar'daki bir dağı taşıyabiliyor (ki, ohaa hakkaten..), kendi oğluyla savaşabiliyor vs.. Rama'ysa mavi renkli haliyle direkt Avatar'daki Jake'i (miydi??) akla getirse de, onun kadar karizmatik değil.. Bir de kötülük var tabii ki, Lanka'nın kralı Ravana.. Ravana Sita'yı kaçırdığı için Rama'yla arasında büyük bir savaş oluyor ve kazanan Rama oluyor..

Muhtemelen aslına mümkün olduğunca sadık kalmaya çalışmıştır Hanuman: Eseri okumadım ancak, repliklerde herhangi bir revizyon yapılmadığını iddia edebilirim: Zira, korkunçlar: Her şeyi açıklamalar, büyük ve köşeli şakalar, büyük ve iddialı meydan okumalar filan: Evet, bir epikte neler varsa, bunda da var: Ancak, işin bir de Bollywood ayağı var: ~90' süren film, 2.5 saatmiş gibi geliyor ve bitmiyor bitmiyor: Bitmiyor.. İzlerken ne kadar sıkıldığımı anlatmaya kelimeler yetmez sanırım..

Öncelikle film, fazlasıyla iki boyutlu: Karakterlerin tek bir özelliği var: Hanuman mesela, delicesine Rama'ya bağımlı/itaatkar biri, birisi: Bu uğurda kendi oğlunu bile gözü görmüyor (hem de yeni kavuştukları halde..), Sita'nın paha biçilemez hediyesini kabul etmek yerine, Rama'nın yanında kalmak istiyor vs.. Sita mesela, masum: Hatta öyle ki, masum olduğunu "kanıtlamak.." için, ateşe bile yürüyor.. Diğer karakterlerin durumu daha da beter.. İşte bu şematizasyon, sığ cümlelerle birleşip, üzerine de her şey ortada olmasına rağmen yine de açıklayan Hanuman'ın voice-overını eklediğimizde film, gerçekten zorlaşıyor..

Tabii, mevzu, filmin kökleriyle de alakalı biraz: Zira, film Hindistan'da oldukça başarılı olup, peşine devam filmini de takmış, hatta destanın kendisi (Slumdog Millionaire etkisi..) Hollywood tarafından da çekiliyor, ancak "bu.." film özelinde konuşursak, evrensel bir yanı olduğunu söylemek çok zor..
Tabii, mevzu, senin köklerinle de alakalı biraz: Alışık olmadığımız yüzler, hareketler, diyaloglar vs.. gördüğümüzde merak filan ederiz, işte yapınıza göre, korkar/nefret eder, ya da ilgilenir/seversiniz.. Bu filmse gayet büyük bir beklentiyle karşısına oturduğum halde, tüm kredisini ilk 5' içinde tüketti-
jenerik şarkısını sevmiştim halbuki..
Fazlasıyla yerel bir iş zira Hanuman.. Her bünye için ideal olmadığını özellikle belirtmem gerekiyor sanırım..

*: Sita'nın ateşe yürüdüğü sahne, Hanuman'ın koşulsuz itaati gibi sorguya/eleştiriye son derece açık temalar var, ancak hiç giresim yok..
Read more

Knyaz Vladimir. Film Pervyy


'06 yapımı Yuri Kulakov filmi Knyaz Vladimir genel olarak başarılı sayılabilecek bir iş.. Her ne kadar bir üçlemenin ikinci filmi olsa da, üç film de birbirinden bağımsız oldukları için bu çok da önemli değil-
ki, izlemedim zaten diğerlerini..

Filmle tanışma hikayemse afişine vurulmamdan kaynaklanıyor-
vladimir'e desek daha doğru olur tabii.. neysse,, afiş o kadar güzel ki filmi almak için delice bir istek kaplanan bünye, filmin Rusça'dan başka bir dil seçeneği sunmayan dvsini -yine de, alıyor, filmi izlerken Rusça bilen bi arkadaşını çağırıp, sahne geçişlerinde pauselayıp, çevirisini istiyor-
daha kötülerini de yaptım, neysse,,

Filmin hikayesi şu şekilde: Hıristiyanlığı ilk kabul eden Kiev prensi Vladimir'in çocukluğunu, Kiev'le Novgorod'u birleştirmesini, kardeşini amcasıyla birlikte öldürmesini, Peçenek Prensi Kurya'yı öldürmesini ve asıl önemlisi Paganlıktan vazgeçişini anlatıyor-
ki, bunda asıl rolü Krivzha oynuyor..

En güçlü Tanrı kabul edilen Perun'un temsilcileri, devlet yönetiminde oldukça güç sahibiler: Krivzha'nın, kendisinden önceki temsilciyi öldürmesiyle film akmaya başlıyor: Vladimir'in kardeşiyle arası çok iyi değil: Krivzha da, kardeşi Yaropolk'un Peçeneklerle işbirliği yaptığını söyleyince şirazeden çıkıyorlar-
peçenekler, Vladimir'in babasını öldürmüşler-
böyle -miş'li konuşmamın sebebi, bu bilgileri filmden edinmemden kaynaklanıyor..
Amcasıyla birlikte Yaropolk'u öldürdükten sonra da, Krivzha devreden çıkmıyor: Bu defa, gücü ele geçirmek için Vladimir'e büyü yapıyor-
ki, küçüklüğünden beri çocuğa psikolojik baskı uyguluyor..
Vladimir, Alexei'i kurtarmak isterken kendisi yaralanıyor ve Boyan onu kurtarmak için iksirler hazırlarken, Krivzha ve Kurya bulundukları yere geliyor.. Vladimir Kurya'nın ve Krivzha'nın icabına baktıktan sonra aydınlık günler başlıyor..

Film, bir ara İstanbul'a da uğruyor, zira, daha da güçlenmek isteyen Vladimir, Bizans kralının kardeşi Anna'yla evlenmek istiyor, orada Alexei, taşıdığı İncil'le devreye giriyor: Ancak asıl önemlisi, gemileri boğazdan geçerken çizilen İstanbul profili ve şu an Sultanahmet olan yerin o hali olağanüstü bir etki bırakıyor bünyede..

Krivzha, her ne kadar kötü bir karakter olsa da, filmin tapılası karakterlerinden biri, birisi: Korkunç güçlere sahip, "gece benim.." diyecek kadar kendine güveniyor, ayıya dönüşebiliyor, uzaktan birçok şeyi yönetebiliyor vs.. İki prenslik birleştiğindeki ayinse hakikaten çok etkileyici-
ki, filmin görece kısıtlı kullanılan pagan müzikleri olağanüstü güzellikte.. Balkan esintili müzikleri de güzel, hatta bir tanesinde insanın oynayası bile geliyor, öhm, neysse,,

Film, tabii ki, daha afişinden başlayarak Vladimir'i kutsuyor, Yaropolk'u daha çocukluktan itibaren kötü olarak kodlarken, Krivzha'nın manipülasyonun gerçek olmadığını bilsek de, ölümü izleyici "rahatlatıyor..", Peçeneklerse zaten "itici.." çizildikleri için herhangi bir sempati beslemek mümkün değil.. Bu yanlı tutum filmi oldukça aşağı çekiyor çoğu zaman.. Bunun dışında karakterlerinin tek boyutlu olması, sembolizmin kaba bir şekilde kullanılması da "yeter.." dedirtebiliyor..

Ancak, teknik anlamda son derece başarılı bir iş Knyaz Vladimir: Görsel açıdan çok etkili planlar bulmak mümkün: Zaman geçişleri de iyi.. Pagan kültürü de var: E Vladimir taş ötesi zaten: Daha ne isteyelim-
finalde at üstünde Anna'ya doğru gittiğini görmemize rağmen, vazgeçemiyoruz işte..

Alekşa..
Read more

Idiots And Angels


"Hair High'ın tam zıddı: Svankmajer ya da (animasyoncu olsaydı..) David Lynch de böyle yapardı: Epey karanlık ve gerçeküstü.."
Böyle tanımlıyor Bill Plympton '08 yapımı -şimdilik, son uzun metraj filmi Idiots And Angels'ı-
28. Uluslararası İstanbul Film Festival kataloğu..

Jan Svankmajer lafının edilmesi boşuna değil: Çünkü filmde, tıpkı Svankmajer başyapıtlarından Spicklenci Slasti'de olduğu gibi, tek bir monolog/diyalog yok: Sadece kızgınlık/mutluluk gibi duyguların ifadesi homurtu/kahkahalar var..
David Lynch etkisiyse filmin kabus gibi atmosferinden kaynaklanıyor.. Kara-film tadında süper bir iş..

Filmi ~1.5 sene önce festivalde izlediğim için aklımda kaldığı kadarıyla hikayesi şöyle gelişiyor/du: Angel, yasa dışı yolla silah satan biri, birisi: Oldukça gergin biri, birisi: Takıldığı barınsa sadece iki müşterisi var: Kendisi ve yaşlı bir (muhtemelen..) fahişe.. Barı yaşlı bir adam ve genç (ve güzel..) eşi işletiyor..
Bir sabah uyandığında Angel, sırtında iki küçük kanat fark ediyor, ancak hemen onları kesiyor.. Ertesi gün kanatlar bu defa daha büyük bir halde uyanıyor.. Barda kanatları ortaya çıktığında herkesler bundan nasıl para kazanacağını düşünürken, bar sahibinin eşi Plymptonesk (eheh, bunu da kullandım sonunda..) bir hayal kuruyor.. Olaylar karışıyor, araya doktor giriyor, bar sahibi Angel'ın kanatlarını çalıp, müşteri kazanmak için şehirdeki tüm barları bombalıyor vs.. Finalde kazanansa aşk oluyor ve kanatlar yok oluyor..

Filmi değişik şekillerde yorumlamak mümkün.. Din sosuna bularsak eğer, kanatların vicdanı temsil ettiğini söyleyebiliriz: Zira, Angel, basbayağı "kötü.." bir adam: İnsanlara zarar vermekten, barın sahibinin eşini taciz etmekten vs.. çekinmiyor: Kanatlar çıktığında, onu iyi davranmaya zorluyorlar: Gönülsüz (dahi kızgın..) bir şekilde Angel adeta bir süper kahraman gibi "iyilerin dostu, kötülerin düşmanı.." oluyor, ancak bunları kendi isteğiyle yapmadığı için "ilahi.." bir "şey.." devreye giriyor: Angel bunu ne kadar reddetse de, "seçilmiş.." olduğu için karşı koyamıyor.. Dahası ölüp, yeniden diriliyor/doğuyor..

Ancak, din özelinden sıyırıp, meseleyi toplumsal/vicdani bir noktaya taşımak daha yerinde olur gibi: Doktor ve bar sahibi, mesleki etikten uç derecede yoksunlar: Tek amaçları para kazanmak.. Barın diğer müdaviminin de bu konuda onlardan pek geri kalır yanı yok.. Dahası Angel da en az onlar kadar kötü-
plympton'ın filmografisindeki başka bir tema bu da: Filmin ismindeki Idiots da bunu, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar açık imliyor..
Ancak kanatlar, "ideal.." davranmak için zorluyor takıldığında: Angel kadar, bir ara kanatları takıp barları bombalayan bar sahibi de buna karşı koyuyor: Yine de kazanan kanatlar oluyor..

İyi olma halinin dışarıdan bir müdahaleyle sağlanması konusunu film, kanatların sembolizmiyle işliyor: Hepimiz bir şekilde doğduğumuzdan itibaren çeşitli toplumsal kuralları öğrenip, ona göre davran/maya çalış../ıyoruz: Aileyle başlayan bu eğitim, yaşam boyu devam ediyor: Kuralları çiğneyenlere karşı verilen cezaysa, genellikle ayıplanmak, toplumsal yapının dışına itmek vs.. oluyor: Kanatlar bu noktada, Angel "kötü.." bir şey yapacağı/hiçbir şey yapmayacağı zaman (yalnızken dahi..) içinde duyduğu o "ideal.."in sesini bastırmasına engel oluyor: Aslında oldukça korkunç bir hal alıyor bu fikir: Angel da, istediği gibi davranmak istediği için sürekli kurtulmak istiyor kanatlardan: Ancak ne yapsa da yeniden ve ısrarla çıkıyorlar.. Binyıllar önce inşa edilen ve herkeslerin içselleştirmesi beklenen toplumsal/vicdani sorumluluğun nasıl bir mengeneye dönüştüğünü/-ebildiğini gayet güzel özetliyor film..

Bir de Eros/Cupid-Psyche olayı var: Dinsel, toplumsal vs.. gibi şeyler dışında filmi bu bağlamda değerlendirmek çok daha keyifli olabiliyor-
azıcık zorlama da olsa, eheh..
Eros'un Psyche olan aşkı malum: Angel da, bar sahibinin eşine karşı cinsel bir çekim duyuyor, dahası bunu tacize varacak şekilde eyleme dökebiliyor-
ki, en son ortaokul yıllarında bırakıldığını sandığım bir parmak oyunu bile yapıyor..
Bar sahibinin eşiyse, evliliğinden mutlu değil, ancak Angel'dan da hoşlanmıyor: Ancak (Plympton'ın anti-Hair High demesi burada devreye giriyor..) nefret sevgiye dönüşüyor ve ikisi mutlu olabiliyorlar.. Finaldeyse Eros'la Psyche'nin ilk ayrılığının aksine, mutlu mutlu sevişen çiftimiz oluyor ve kanatlar yok oluyor..

Olağanüstü bir güzellik Idiots And Angel, hem teknik hem de hikaye anlatığıcı düzeyinde şimdiye kadarki en iyi işi Plympton'ın-
ancak benim favorim hala I Married A Strange Person!!

*: Tom Waits - Kommienezuspadt güzelliğini de unutmamak lazım tabii..
Read more

Hair High


Plympton'ın '04 yapımı filmi Hair High, her zamanki gibi kendisinin özgün tarzının ürünü olan, müthiş bir seyirlik.. Öyle böyle değil..

Oldukça aşina olduğumuz hikayesiyse şöyle: Bir çift Jojo'nun dükkanında oturmaktalar, Jojo onlara Cherri ve Spud'ın hikayesini anlatmaya başlamasıyla film de akmaya başlıyor.. Cherri okulun en popüler kızı, Rod'sa okulun en güçlü erkeği: Okula yeni bir çocuk geliyor: Spud.. Biyoloji dersinde Spud, Cherri'yi küçük düşürünce, Rod'un işkenceyle örülü korkutma politikası devreye giriyor ve Spud Cherri'nin kölesi oluyor: Kız okumadığı halde yanında taşıdığı tonlarca kitabı taşıyor ("beni entelektüel gösteriyor.."), arabaya binmesi için basamak oluyor vs.. E tabii, aralarında bir aşk da filizlenmekte gecikmiyor.. Baloya birlikte katılacakken, Rod onları öldürüyor.. Sonrasında bir mucize gerçekleşiyor ve bir sene sonra balonun kral ve kraliçesi oluyorlar..

Film, tıpkı I Married A Strange Person!! gibi, aşkı kutsuyor, bir yandan lise deneyimlerine de göz atıyor: Tabii, bunu alışık olduğumuz şekilde değil de fazlasıyla grotesk bir boyuta taşıdığı için müthiş bir "şey.."e dönüşüyor: Spreyle kabartılmış, korkunç saçlar (ki, Spud'un saç modelindeki çıkıntının zaman ilerledikçe şişmesi de karakterinin hoş bir sembolüne dönüşüyor..), ponpon kızlar, okul maçları ve tabii ki arabalı sinema ve araba gösterileri.. Adeta bir zaman kapsülü gibi izliyorsunuz filmi.. Plympton, bunları her ne kadar tarzı gereği abartsa da, hiçbi zaman dalga geçmiyor, bir yandan gülerken, bir yandan da saç spreyinin icadından hemen sonra saçların hacminin metreküplerce artması gibi dönem-klişeleri nostaljiyi depreştiriyor-
muş: Dönem olarak pek yakalayasamak da, yaşayanlardan dinliyoruz..

Ancak filmin şöyle bir artısı da var: Her ne kadar Cherri'yle Spud ve Jojo'nun dükkanındaki çift/ler, başkarakterler olsa da, onlarla özdeşleşme yaşamamıza pek de izin vermiyor, çünkü karakterlerini idealize etmiyor: Misal, Cherri'nin beyninde sadece 4 şeye yer var, sonradan beşinci olarak Spud giriyor araya, Spud'sa başta ezik olduğu için sonradan toparlasa da etkili olamıyor, diğer çiftse ayrı bi olay: Sinekler sevişiyor diye yaygara koparan mı dersin, hikaye bittiği zaman "iyi de ana fikir ne??" diye soran mı: Rezalet..

Plympton'ın, böylesine aşina olduğumuz bir hikaye ve tanıdık gelebilecek sahnelerden böylesine orijinal bir iş çıkarması takdiri fazlasıyla hak ediyor.. Başka hangi filmde önüne çıkanı sikmek isteyen tavuk kostümlü bir insan görebiliriz ki, ahah..
Hastası olmamak mümkün değil..
Read more

Eternal Sunshine Of The Spotless Mind


[Eren için..]

"bence bu filmde mary'nin hikayesi, clementine ve joel'in hikayesinden çok daha yaralayıcı.."
ug tek, 19.09.2009 21:58, ekşi sözlük..

Charlie Kaufman'ın elinin değdiği her şeyler gibi biraz "tuhaf.." '04 yapımı, Michel Gondry filmi Eternal Sunshine Of The Spotless Mind..

İlişkisi biten çoğu insanın geçtiği/geldiği "keşke hiç tanımasaymışım.." diye özetlenebilecek "o an.."dan çıkış noktasını alıyor film: Mary, Joel, Clementine hafızalarını sildiriyor.. Joel vazgeçmek istediğinde savaşmaya başlıyor.. Ve kurtardığı birkaç kelimeyle Clementine'la karşılaşıp yeniden ilişkiye başlıyor.. Ancak, Mary için durum farklı gelişiyor..

Mary, hafızasını sildirse bile, Howard'dan etkilenmeye devam ediyor: Filmde daha ilk göründüğü sahnede, Howard, bir an omzuna dokunduğunda adamın eline bakıyor.. Sürekli ona iltifat ediyor, "yeni/duymadığı.." şeyler söylemek için alıntılar "ezberliyor..", onu öptükten sonra gerçeği öğrendiğindeyse her şeyden vazgeçiyor..

İçinde bulunduğu durum aslında oldukça zavallıca.. Ancak bunu sorun yaptığına dair bir işaret göstermemesine, şu anki ilişkisinde gayet "kendi.." gibi takılabilmesine ve sanki bundan mutluymuşçasına görünmesine rağmen, Howard'dan daha ilk anda etkilenmiş: Sebeplerinden biri, birisinin ona hiç yavşamamış olması bu açıdan düşündürücü..

Evet, Howard "Mary gibi bir kızın.." asla elde edemeyeceği bir erkek: Howard'ın yavşamamasının bir sebebi de bu.. Ancak, işte tam da bu sebep, bizi şuraya götürüyor: "Ulaşılmaz.." kişileri çekici bulmaya.. Genellikle narsisistiklere özgüymüş gibi değerlendirilse de, borderline ve/ya histeriklerde de sıkça rastlanan bir durum bu: Çözümlemesinin de ucu, genellikle soğuk baba figürüne dayandırılıyor.. Oedipus düzleminde değil de, ulaşılmazları çekici bulma davranışından devam edelim..

Mary'nin Howard'ı bu kadar idealleştirmesinin, ona kendisini sevdirmek istemesinin nedeni, Howard'ın kendi "ideal Mary.." kavramının yansıması olması: Howard'ın onu "akıllı.." bulmasını da biraz bu yüzden istiyor.. Şu da var: Otto Kernberg, narsisistik insanların kurdukları derin görünen ve fakat aslında yüzeysel olan ilişkilerinde, "bir an.."dan bahseder: Narsisistik kişilik bozukluğu semptomlarından mustarip kişi, ilişkisini sürdürdüğü kişinin içindeki "potansiyel yiyeceği.." aldıktan sonra, o kişiyi hızlı bir şekilde değersizleştirmeye başlar..

Filme geldiğimizde Mary, Howard'dan "potansiyel yiyeceği.." alamadığı için ona "bağımlı.."ymış gibi görünmeye devam ediyor: Ve fakat içinde bulunduğu durum tam olarak bu değil: İşten çıkmasının da depresif bir tepki olmadığı gibi: Eğer öyle olsaydı, şirketin gizli bilgilerini postalamazdı..
(Patolojik narsistik kişilik..)"İçten üzüntü ve yas dolu özlem duyguları hissetmezler; depresif tepkiler yaşayamamaları, kişiliklerinin temel bir özelliğidir.. Başkaları tarafından terk edildiklerinde ya da düşkırıklığına uğradıklarında, yüzeyde depresyona benzer bir tepki gösterirler, ancak daha yakından incelendiğinde bunun, değer verdikleri bir kişinin kaybı dolayısıyla gerçek bir üzüntüden çok, intikam arzularıyla yüklü öfke ve gücenme olduğu ortaya çıkar.."
Otto Kernberg, Borderline Conditions And Pathological Narcissism..

Filmin yalnızlıkla kurduğu bağ da güzel: Clementine ve Mary de, ilişkileri biter bitmez başka bir ilişkiye yelken açıyorlar.. "Yara bandı.." muhabbetinin karşısındaysa şu var: Joel, süreci durdurmaya çabalıyor: Filmin ortalarında söylediği bir söz var: "Tüm anılarımda sen varsın.." İltifattan çok, yalnızlığa dair çok yerinde bir saptama.. Howard'sa işi "bu.." olmasına rağmen anılarını sildirmiyor bile-
geçmişiyle barışık olma mı denir, tek mutlu olduğu ilişkisini unutmamak için mi??

Hatırlatma metotları kullanan biri, birisi olarak filmin kişisel tarihçemde çok da fazla yer kaplamadığını belirtmeme gerek yok sanırım..
Read more

Bill Plympton Olayı: Mutant Aliens


Bill Plympton'ın '01 yapımı filmi Mutant Aliens, oldukça eğlenceli olduğu kadar, kendisinin "garip.." eğlence anlayışını da yansıtan süper bir şey..

Amerikan Başkanı'nın uzaylılarca yenildiği bir sahneyle başlayıp, yirmi yıl öncesine dönen filmin konusu şöyle ("watch it bitch.."): Uzay Departmanı (diye geçiyor..) uzaya bir astronot gönderiyor: Earl.. Fakat, Dr. Frubar, daha çok kazanmak için roketi sabote edip, yakıtının boşalmasına ve Earl'ün de uzayın derinliklerinde yalnız kalmasına sebep oluyor: Önceden "çok gizli.." notuyla hazırlanmış konuşma metnini okurken Earl, üzerine Amerika simgeleri (neler yok ki..) geliyor..
Earl'ün kızı Josie'yse, babasının kaybolmasının ardından astronomi okuyor ve bi rasathanede çalışmaya başlıyor.. Sevgilisiyle sevişirken, atmosfere bir şeyin girdiğini fark eden Josie, hemen oraya gidiyor: Babası, 20 yıl aradan sonra dünyaya iniyor: Yanındaysa uzaylı bir burun var.. Onunla nasıl tanıştığını anlatan Earl, basın toplantısını sabote ediyor ve Dr. Frubar'a ulaşmaya çalışıyor.. Olaylar karışıyor, burnun aslında bir kostüm olduğunu, "gerçek.." uzaylılarımızınsa (6 taneler..) nasıl ortaya çıktığını öğreniyoruz..

Öncelikle filmde, her ne kadar eğlencenin ve fallik takıntıların altında ezilse de, sivri dilli bir politika/propaganda eleştirisi var, ancak söylemek istediklerini dan dan söylediği için, bu kısmına girmeyeceğim-
tabii, bunun uzantısı olarak, insanların kafalarında oluşturulmuş imgeler konusu filmin temel meselelerinden biri, birisi haline geliyor: Açılış sahnesinde korkunç bir şekilde insanları öldüren uzaylıların jeneriğinde ilkin memesini yıkayan bir el, sonrasında sırasıyla, tüysüz bir vajina, bir popo çatalı, tüylü bir vajina görüyoruz: Hemen bir sonraki planda (popo hariç..) Plympton aslında onların gerçek olmadığını vurguluyor, dahası jeneriğin sonunda bütünü de görüyoruz.. İlk gördüğümüz anda onlara "kadın memesi..", tüysüz/tüylü vajina anlamını yüklememiz normal gibi görünse de, daha çok koşullanmayla alakası var-
ki, aynı yanılsamaya Shortbus'taki film gösterimlerinde de rastlamıştık..

İnsanların kafalarında oluşmuş yargılar var: Uzaylıların dünyayı işgal edip, insanları öldüreceği korkusu da bunlardan biri, birisi: Film de bu şekilde başlayıp, hızlı bir şekilde bu önyargıyla oynamaya başlıyor.. Earl'ün anlattığı ilk hikayenin de lsd tribi tadında olması, insanların uzaylıyı görene kadar inanması, gördükten sonra tavırlarının değişmesi, ancak uzaylının kontrolden çıkması gibi durumlar tanıdık geliyor..

Earl'ün mutasyon çalışmalarının, radyasyona maruz bırakmak dışında, zoofil ayağı da var.. Bill Plympton'ın, cinsel imgelere tebelleşliği ortada: Acımasız eleştirilere maruz kaldığı noktaysa, porno sınırında dolaşan sevişme sahneleri değil, insanın bilinçaltı/fantezi dünyasını ortaya sermesinde: . Bu filmde de, zoofili konusu öne çıkıyor, 6 hayvanla orgy yapan Earl'ün davranışının neden sorusuna yanıt vermiyor film-
en fazla "kurtulmak için.." diyebiliriz, o kadar..
Fikir olarak "aşırı.." (bulunan..) tercihleri yüzünden çok sık eleştiriliyor Plympton, filmleri genel dağıtım şansı bulamıyor, bu yoldan şaşmayacağına emin olsak da, yine de "bu örtük baskıya ne kadar dayanabilir??" diye de sorduruyor bir yandan..

neysse,, her biri sevimlilik abidesi olan uzaylılarıyla, abartılı seks ve şiddet olayıyla süper bir iş Mutant Aliens..
Read more

The Secret Of Kells



'09 yapımı Tomm Moore filmi The Secret Of Kells, bir kültürün korunması üzerine oldukça etkili bir yapım..

İrlanda'nın en iyi ulusal hazinesi olarak değerlendirilen Kells Kitabı'nın (ki aslında İncil..) yazım sürecini anlatan filmin hikayesi şöyle: Kells Manastırı (ve genel olarak İrlanda..) tehdit altında: Sebebiyse Vikinglerin yaptığı baskınlar.. Cellach'sa manastırı korumak için yüksek duvarlar çektirmekle meşgul.. Bu sıralarda Kells Kitabı'nın yazarlarından Aidan Kells'e geliyor: Brendan'ı mürekkep yapmak için tohum toplamaya ikna eden Aidan, çocuktaki tehzip yeteneğini fark edince, kitabı onun bitirmesini istiyor.. Tohum almaya gittiği sırada orman perisi Aisling'le tanışan Brendan, Crom Cruach'ı da alınca tezhip konusunda giderek ustalaşmaya başlıyor: Amcası Cellach, bundan hoşlanmasa da, Vikingler manastırı bastıklarında Brendan'ı korumak için kendini feda ediyor.. Ve film, kitabın tamamlanmasıyla bitiyor..

Film, Kells Kitabı üzerinden İrlanda'nın erken-Hıristiyanlık dönemine bakıyor.. Roma, Keltleri oldukça yıpratsa da, adalar üzerinde pek etkili olamadığından İrlanda'daki Keltler Hıristiyanlıkla bile 400'lü yıllarda tanışmışlardı.. Kelt kültürünün varlığı da devam ettiğinden, Hıristiyanlığın kabulünden sonra bu iki "kültür.." sentezlenmeye başlıyor: Manastırın (ve ormanın..) göbeğindeki büyük Kelt Haçları bunun bir örneğiyken, asıl önemlisi Kells Kitabı'ndaki Kelt tezhipleri.. Filmde de bolca örneğine yer verilen bu işler, hakikaten de oldukça güzel..

Diğer yandan İrlanda'yı tamamen ele geçiremeseler bile 300 yıl sürecek kısmi Viking hakimiyetinin başlangıç döneminin korkutuculuğunu (ve sonrasında olabilecek etkilerini..) gözler önüne serip, Kells Kitabı'nın kültürün sonraki kuşaklara aktarılamayacak olması dolayısıyla bu kadar önemli hale gelip, korunması gerektiğini anlatırken oldukça hüzünlendirebiliyor..

Film müthiş hakikaten: Müzikleri de..
Read more

Pixar Devrimi: Toy Story, 2 & 3


Pixar'ın '95'te başlayıp bu sene sonlanan efsanesi Toy Story, oldukça başarılı olmuş bir seri..

Walt Disney'den söz ederken çokça bahsettim, ancak, Pixar '95'te gösterime giren ilk uzun metraj filmi Toy Story'yle ortalığı ayağa kaldırmıştı, bunun sebebiyse Amerika'daki animasyon anlayışını değiştirmesinde yatıyordu.. Bunun çeşitli sebepleri var haliyle: Öncelikle Disney'in geleneksel iki boyutlu, elle çizilen animasyon tekniğini değil, üç boyutlu ve bilgisayarda yaratılmış görüntüleri kullanıyordu.. Hikayesiyse Disney'in o saf iyi-saf kötü olarak kodlanmış karakterlerinin "naif.." dünyasının aksine, hem iyi-hem kötü özellikler barındıran karakterleriyle daha "gerçek.." bir evrende geçiyordu.. Bu sonuncusunun etkisi çok farklı oldu: Karakterlerin tepkileri daha gerçekçi olduğu için o zamana kadar animasyonu çocuk filmi olarak etiketleyip, bu konuda 60 küsur yıl boyunca aynı şablonla film anlatan Disney'in sonraki filmleri yaşadığımız 15 yıllık süreçte beklenen etkiye ulaşamadı.. Bununla da bitmedi ama: Disney'in sektördeki korkunç tekelinin kırılması, Amerika'daki başka animasyon firmalarının piyasaya girebilmesine sebep oldu: Dreamworks gibi: Dahası büyük şirketler de kendi animasyon stüdyolarını kurmaya başladılar.. Disney'in tekeli kırılınca hikayelerin özelliği de değişmeye başladı ve (Walt Disney'in nasıl bir "suçlu.." olduğunu çok güzel özetleyen..) "yetişkinlere de hitap eden animasyon.." kavramı karşımıza çok daha sık çıkmaya başladı: Ancak bu kavramdan tiksiniyorum ben, neysse,,
Tabii, Pixar'ı bu noktaya getiren kişi de Steve Jobs.. Başarısını anmadan olmaz.. Şirketin '06'da Walt Disney'e satılmasının etkilerini doğrudan göremesek bile, yüzeyin altından "hissetmek.." mümkün olabiliyor zaman zaman..

'95 yapımı Toy Story, yeni gelen afili bir oyuncak ertesinde artık eskisi kadar sevilmediğini düşünen oyuncak Woody'nin Buzz Lightyear'la dost olması üzerine..
'99 yapımı Toy Story 2'ysa, Woody'nin kötü bir oyuncak koleksiyoncusunun eline düşmesi ve diğer arkadaşlarının onu kurtarması üzerine..
'10 yapımı Toy Story 3'yse, genel olarak veda üzerine..

Üç film de, Woody'nin kişisel çatışmalarını gayet iyi işliyor, "en çok.." sevilen olduğu için oyuncaklar-üstü konumunun keyfini çıkarıyor, kurduğu "düzen.." Buzz'la yıkılınca yıkılıyor, dahası agresifleşiyor.. İkinci filmdeyse değerinin düşündüğünden çok daha fazla olduğunu anlayınca "sergilenmek üzere.." müzeye gitmeyi kabul ediyor, üçüncü filmdeyse Andy'nin onu üniversiteye götürecek olmasıyla diğer arkadaşlarını "satabiliyor.." Tabii, sonradan yaptığının yanlış olduğunu anlıyor ve bunu düzeltmeye çalışıyor: Ancak bu Woody'nin kaypak olduğu gerçeğini değiştirmiyor..

İkinci film aksiyon ve "aksiyon filmlerindeki son an kavramı.."nın ağırlığı altında ezildiği için en az sevdiğim Toy Story filmi: Üçüncü filmin büyük bir bölümü de bunu uyguladığı için o süre boyunca filmi sevmemiştim, ancak climax sonrasında filmin kazandığı ton öylesine güzel ki, öncesindeki hislerimi/zi alıp temizliyor-
totoro bile var :))
Ancak çizdiği kreş ortamı, sisteme dair genel okumalar yapılmasına olanak sağlayabilir, ki, bunu da doğrudan Disney faktörüne bağlayabiliriz..

Buzz Lightyear, sen bizim her şeyimizsin..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.