The Invisible War



'12 yapımı Kirby Dick belgeseli The Invisible War, şimdiye kadar yapılmamışı yapıyor. Hakikaten de ömrümde izlediğim en çarpıcı ve gerçek işlerden biri. Uzun süredir hiçbir film beni ağlamanın eşiğine getirmemişti (en son Ano Bisiesto'da bu hissi yaşamıştım.)

Filmin özeti: Aktif asker sayısıyla dünyanın en büyük ikinci ordusu olan Amerikan Ordusu'ndaki cinsiyet gözetmeksizin her yıl binlerce kişi sözlü ve fiziksel olarak cinsel tacize, saldırıya ve tecavüze uğruyor. The Invisible War'ı izlerken kadın/erkek mağdurların ifadeleri, raporları, yaşananlar; üst birimlerin konuya dair b/ilgisizliği, buddy eşleşmesi ve saçma bir şekilde hazırladıkları reklam kampanyaları; kongre üyelerinin olanca iyi niyetine rağmen yıllardır bu konuda tek bir arpa boyu yol kat edilememesini olanca açıklığıyla gözlemliyorsunuz. Üstelik film Amerikan Ordusu'nun kendi hazırladığı rapor ve istatistikler ışığında mevzuyu anlatıyor. Filmin en başında verilen bu bilgi kanınızın donmasına sebep oluyor.

Öyle bir durum ki, filmi izlerken sık sık durdurup not aldım. Şu şekildeler:

Amerikan ordusundan ayrılan kadın askerlerin %20'si görev sırasında cinsel tacize uğramış.

1991 tarihli rapora göre 200.000 kadının cinsel tacize uğradığı tahmin edilmekte.

500.000'e yakın kadının cinsel tacize uğradığını söyleyebiliriz.

Sadece 2009'da 3230 kadın ve erkek cinsel taciz şikayetinde bulunmuş ve tacize uğrayanların %80'inin şikayette bulunmadığı tahmin ediliyor. Genellendiğinde sadece bir yılda 16.150 kişinin tacize uğradığını söylemek mümkün.

Bir kadın askerin bir haftada beş kez tecavüze uğraması, ya da bir birlikte bir haftada üç ayrı kadına tecavüz edilmesi son derece olağan.

Acemi erlerin %15'inin orduya katılmadan önce tecavüze yeltendiklerini, veya tecavüzü fiilen gerçekleştirdiği ispatlanmış. Bu değer, Amerikan ordusuyla aynı nüfusa sahip herhangi bir sivil topluma göre 2 kat fazla.

Ordudan ayrılan ve sonrasında evsiz bir yaşam süren kadın askerlerin %40'ı orduda tecavüze uğramış. 

Orduda tecavüze uğrayan kadınların travma sonrası stres bozukluğu yaşama oranı, savaşa katılmış erkeklerden daha fazla.

Erkek mağdurların kadın mağdurlardan daha fazla olduğu açık. 

Ordudaki erkeklerin %1'i 2011'de cinsel saldırıya maruz kalmış. Bu da 20.000 kişi demek.

1991'de patlak veren ve Amerika'nın en büyük ordu içindeki taciz skandalı olan Tailhook Skandalı'nda 1500 ayrı soruşturma sonrasında kimse tek bir laf etmemiş.

1996'da Aberdeeen'de 30 kadın tecavüz ve istismar şikayetinde bulunmuş. 

Kongre binasına 1.5 km uzaklıkta bulunan Washington Bahriye Kışlası Amerika'nın en üst düzey askeri kışlalarından biri olmasına rağmen her yeni gelen kadına sözlü tacizde bulunulan bir yermiş. Her Çarşamba düzenlenen ve yarım günden fazla süren happy hour'da tüketilen içkilerin masraflarını ordu karşılıyor.

16 Mart 2006'da bir kadın tecavüze uğruyor Washington Bahriye Kışlası'nda. Soruşturma başlamasına rağmen 3 gün  sonra hiçbir işlem yapılmadan kapatılmasına rağmen, kadın hakkında bir subaya yakışmayan davranış ve halk içinde sarhoş dolaşma sebebiyle soruşturma açılıyor. 

Aynı kışlada, bir başka kadına aynı subay defalarca tecavüz etmiş. Kadın daha sonra binbaşının odasına çağırılarak dostluk kurmak ve zina yapmakla suçlanmış.

Ağustos 2010'da haftalık happy hour sonrası bir kadın üstsubay ve arkadaşları tarafından tecavüze uğramış. 

Cinsel istismara müsamaha gösterilen birliklerde tecavüz oranı 3 katına çıkmaktaymış. 

2010'da 3158 şikayet gelmiş. Bunlardan sadece 175'i komik hapis cezalarına çarptırılmış.

Kadınların %33'ü tecavüzcüsü komutanın arkadaşı olduğu için ihbar etmekten vazgeçmiş.

%25'i şikayet edecekleri kişi tecavüzcüleri olduğu için ihbardan vazgeçmiş.

En kötüsünü sona sakladım: Orduda tecavüze uğrayan kadınlar bir araya gelerek tecavüz hakkında orduya karşı sivil mahkemeye başvurarak dava açıyorlar. İlk duruşma 15 Şubat 2011'de görülüyor ve bilin bakalım ne oluyor? Aralık 2011'de mahkeme davayı reddediyor! Gerekçe ne peki? "Tecavüz, askerlik hizmeti için mesleki bir risktir."

İkinci Dünya, Vietnam ve Körfez savaşları ile 11 Eylül saldırıları sonrasında her defasında sinemayı en etkili propaganda aracına dönüştüren Amerikan Ordusu'nun içindeki pisliği bu denli açık bir şekilde ortaya serebildiği ve farkındalığı bir nebze olsun artırmaya çalıştığı için Kirby Dick'e (ve ekibine) hayran olmamak elde değil. 

Filmde olağanüstü tespitler var, ancak en önemlisi Amerika gibi hukuk sistemiyle övünen bir ülkede, emir-komuta zincirinin askeri soruşturma sürecini nasıl baltaladığı, dahası engellediği. Sivil hukuk konusunda alacağı çok yol olduğu düşünüldüğünde aynı soruyu ülkemiz için sormanın bir anlamı yok elbette, ancak bizim ülkemizden ne zaman böyle bir yapım çıkacağını merak ediyorum. 

Filmin kapanış cümlesi maksadını biraz aşsa da, olağanüstü bir iş hakikaten The Invisible War. Mutlaka izleyin.
Websitesini ziyaret etmek için: http://www.notinvisible.org/ 

Read more

The Cabin In The Woods



'11 yapımı Drew Goddard filmi The Cabin in the Woods'u tanımlamak için şu cümle yeterli olabilir sanırım: Kült film çekme makinesi ayağınıza geldi.

Korku türünün çok eskilere dayanan mizahla birlikteliğinin olağanüstü meyveleri var. The Evil Dead, A Nightmare on Elm Street, Braindead, Gremlins vs. Ek olarak Scream'in teen-slasher tür şablonuna yeni bir soluk getirmesinin üzerinden 17 yıl geçtikten ve bu süreçte pek çok kendi türünün klişelerini ters yüz eden onca filmden sonra The Cabin in the Woods'u izledikten sonra "yani?" derken bulabiliyorsunuz kendinizi. 

Öncelikle filmin "kült oluruz eheh" hesapçılığı  hem avantajı, hem de dezavantajına dönüşüyor. Avantaj çünkü filmin "zeki" görünmesini sağlıyor, kendi içinde eğlendiriyor (en çok yönetici ekipteki adamın "oh common" diyerek öldüğü sahneyi sevdim.) Dezavataj çünkü bu kaygı filmi aşağı çekiyor. Hiçbir anında ciddi olmamaya özen gösteren filmin tüm bu catchy trükleri bir yerden sonra kısa süresine rağmen hiç susmayan birini dinleme etkisi yaratıyor, yoruyor. Kendi adıma sıkıldım.

Tüm kapıların açıldığı ve yaratıkların ortaya saçıldığı sahne pek güzel. Ha bir de Japon korku film sektörüne dair tespitleri binyıllar önce Scary Movie ekibi yapmıştı. 




Read more

Eyes Wide Shut



Stanley Kubrick'in '99 yapımı filmi Eyes Wide Shut, dünya sinemasını yaklaşık 10-15 yıl geriden takip eden sinemamızın son birkaç senedir işlemeye bayıldığı "modern hayat ve lanet olası kadın-erkek ilişkileri" konusunu çoktan deşip, inceleyip ve kapamış bir film. Kendi adıma pek sevmesem de, bugün yeniden izledim.

Eyes Wide Shut, her şeyiyle görkemli ve fancy'ydi: O zamanların en gözde çifti Nicole Kidman ve Tom Cruise'u bir araya getiriyordu, yönetmen Stanley Kubrick'ti, senaryosunun ilhamını Arthur Schnitzler'den alıyordu. Buna karşın film ne yazık ki, Nicole ve Tom'un yatak odasını gözetliyormuşuz gibi saçma bir şekilde cinsellik ağırlıklı pazarlandı filan-
biliyorsunuz.

Yatakta esrar içerken William'ın Alice'e erkeklerin nasıl canlılar olduğunu söylediği sahne ve Alice'in tepkisi filmin kilit noktası. Kubrick, bu sahnede iki karakterin eşit şartlarını bozarak, filmi bir erkeğin dramına dönüştürüyor: Alice, deniz subayı ile ilgili fantezisini anlattığında William bir paranoya girdabına doğru çekiliyor. Oysa kitapta, Alice'in itirafının ardından William da genç kızla olan fantezilerini anlatırken, Kubrick bunu filmin finalini daha da anlamlı kılmak için -bilerek- es geçiyor.

O zamana kadar karısının çok sadık olduğunu düşünen William'ın dünyasına kafasında kurguladığı güvenlik kamerasıyla çekilmiş aldatma görüntüleri girince, kendisi de adeta Sadakat Belirleme Sınavı'na giriyor. Çevresindeki koşullar sanki önceden belirlenmişçesine her gittiği yerde bir kadınla karşılaşıyor (bir kadın arıyor?) Marion'layken kadının sevgilisi geliyor, fahişe Domina ile birlikteyken karısı arıyor, orgy partisinde oraya ait olmadığı ortaya çıkıyor vs.

Filmin başındaki şık parti ve yatakta esrar içtikleri sahnede Kubrick bize William'ı dürtüsel bir karakter, Alice'i ise ne kadar baştan çıksa da dürtülerini kontrol edebilen bir karakter olarak tanıtıyor. Oysa katıldıkları partide koşullar eşit: Hem William'a, hem de Alice'e kur yapan birileri var. Ancak Alice bu flörtöz durumu "evliyim" bahanesiyle de olsa "kendi" iradesiyle sonlandırırken, William gitmeye son derece istekli görünmesine rağmen, bir başkasının onu çağırmasıyla geri dönmek zorunda kalıyor.

Geçen yaz William'ı aldatmayı ve her şeyden vazgeçmeyi göze alan Alice, sürecin sonunda dürtülerini kontrol etmeyi "öğrenmiş" halde karşımıza çıkıyor. Aynı süreci birkaç günde birkaç kadınla yaşayan William da dürtülerini kontrol etmeyi "öğreniyor." Neyin gerçek, neyin hayal olduğunun farkına varamadan bir gece tıpkı Alice'in itirafında olduğu gibi, "her şeyi" itiraf ediyor. Artık şartları eşit: Sadece şimdiye odaklanmalı ve sevişmeliler. Geçmişi düşünmeye gerek yok, geleceği de...

Bu filmle ilgili "Illuminati, Illuminati" diye kafa siken tayfaya not: Bu tür örgütlerin sinemada daha önce ifşa edilmişleri için '89 yapımı Society (filmin finalindeki orgy sahnesinin benzeri hala çekilmedi) ve '68 yapımı Rosemary's Baby'yi izleyebilirsiniz...



Read more

DMT: The Spirit Molecule



'10 yapımı Mitch Schultz belgeseli DMT: The Spirit Molecule'ü dün gece izledim.

DMT hakkında çok güçlü bir psychedelic olması dışında neredeyse hiçbir bilgim yoktu. Bunun en önemli sebeplerinden biri de Türkiye'de çok da yaygın olmaması. LSD emdirilmiş kağıtlarının bile havada uçuştuğu bir ülkede yaygın kullanılmaması bunda bir etken sanırım. Bu sene hakkında "derin" bilgilere sahip olduğum DMT hakkında Türkiye'de sadece bir kişi ile konuştum (okuyorsan selam ettim), kendisi bu konuda uzun araştırmalar yapmış durumda. Ben de onun söylediklerinden bolca yeni bilgi edindim-
helsinki'deki insanlar burayı okumuyorlar, okusalar onlar da selam ederdim. Bebeklerim benim.

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, fiziksel ya da mental herhangi bir bağımlılık yapmayan DMT, neredeyse dünyanın her yerinde illegal. Bunun sebebini yaşattığı çok güçlü trans-benzeri duygu-durumu olduğunu belirtsek bile, hala tam olarak oturmayan kimi noktalar var. Belgesel de bunun üzerine gidiyor.

Belgesel hakkında konuşmadan önce şunu da belirtmek istiyorum. Belgeseller, uzun süredir çok etkili birer manipülasyon aracı olarak işlev görüyorlar. "Tarafsız" olmasını beklediğiniz (en azından bunu talep etme hakkımızın hala olduğunu düşünen naif kesimdeyim.) işlerin her şeyi kendi istedikleri gibi gösterme becerisi yüzünden ciddi anlamda türe karşı mesafeliyim.  DMT: The Spirit Molecule'ü izlerken de benzer bir hissi içinizde bulmanız mümkün.

Evet, belgesel ciddi anlamda DMT propagandası yapıyor ve bunu bir bilimsel çalışma çerçevesinde işliyor. Konuşan kişiler de çalışmada görev alan bilim insanları ile gönüllüler-
arada birkaç "bağımsız" kişi var. 
Ancak, filmdeki hiç kimse "evet, tribe giriyorsunuz, mantar yutmanın daha fazlası." demiyor, bir spiritüalizmdir almış başını gidiyor. Evet, başlangıçta ilginç olan bu konu uzadıkça, filmin süresinin kısa olmasına rağmen (75') baymaya başlıyor. Hakikaten izlerken çok sıkıldım.

Oysa serotoninin nasıl keşfedildiği, '60lardaki karşı-hareketin neden yavaşça yok olup gittiği, uyuşturucular hakkında bilimsel çalışma yapmanın zorlukları/saygınlığa etkisi gibi çok daha değerli konulara dokunup geçen film, çok daha geniş (ve eminim çok daha etkili) bir tartışma platformu oluşturabilirdi. Şu haliyle, kendi çalıp kendi oynayanlar grubundan fazlası gibi durmuyor zira.

Filmin en güzel yanı duvar kağıdı yapılabilecek görselleri ve elbette ki müzikleri.

*: Bu yazıyı Rihanna - Jump eşliğinde yazdım.


Read more

3. Yaş Kutlaması: La Cérémonie



yucinematek 3. yaşını doldurdu bugün, sene başından nisan ayına kadar iş yoğunluğu, sonra da hayatımın tepetaklak olması dolayısıyla yeteri kadar ilgilenemedim bu sene blogla. Çok sevdiğim İstanbul Film Festivali hakkında bile film yazamadım, falan filan. Öyle işte, film izlemeye devam edin.

3. yaş kutlaması için La Ceremonie'yi seçmemin sebebi, izlediğim ilk Isabelle Huppert filmi olması. Bunca senedir hayranlıkla izlediğim tek oyuncunun bu filmini her ne kadar pek sevmesem de ilk aşk unutulmadığı için özel bir yeri var.

Okuma yazma bilmeyen bir hizmetçi ile çocuğunu kaybetmiş yalnız bir kadının hikayesi kesişince ortaya ilginç ve de kafası karışık bir film çıkıyor.Tipik bir folie a deux vakası izliyoruz filmde. Benzer psikolojik sorunlara sahip iki karakter delüzyonlarını paylaşmaya, saçlarını benzer şekilde örmeye ve sonunda da öldürmeye başlıyorlar.

Filmin bir de sınıfsal okuması var: Chabrol her ne kadar "son Marksist film" diye dalga geçse de, filmin sınıfsal söylemleri fazlasıyla kör parmağım gözüne olduğu için ciddiye almak mümkün değil maalesef. Benzer bir karikatürizasyonu Haneke de ilk dönem filmlerinde bolca kullanıyordu biliyorsunuz-
bu paragrafı klişeseverler için yazdım.

Oyunculuklar ise muazzam: Özellikle hikayenin merkezindeki iki kadın kadar, evin "kokona" hanımı Jacqueline Bisset de rolünün altından başarıyla kalkıyor. Isabelle Huppert'in zaman zaman overactinge kayan, Sandrine Bonnaire'ninse minimal oyununa hasta olmamamk mümkün değil.

İzleyin ve deliliğinizi paylaşabildiğiniz insanların kıymetini bilin



Read more

Brave



Mark Andrews, Brenda Chapman ve Steve Purcell'in yönettiği '12 yapımı Brave'i, Pixar'ın '09 yılındaki son hiti Up'tan beri hikaye anlatıcılığında sektörün gerisinde kalmaya başladığının en açık göstergesi olarak işaretledim kişisel tarihçeme. Çünkü bu filmde yeni -daha doğrusu özgün, hiçbir şey yok. Brave'i izlerken son dönemin pek çok animasyonundan imgeler kafanızın içinde "bunu daha önce görmüştüm" hissi uyandırıyor, hikayenin merkezindeki anne-kız çatışması kağıt üzerinde son derece güçlü olsa da, perdede o kadar etkileyici durmuyor; araya sıkıştırılan "komik" anların o kadar da komik olmadığını ve en kötüsü son derece saçma bir şekilde filmi dublajlı izlemek zorunda bırakılışımız filan…

Sondan başlayayım: Aşk-ı Memnu'daki anne-kız castını bu filmin seslendirme kadrosuna dahil etme fikri kimden çıktıysa sektörden elini eteğini çeksin bence. Özellikle de Beren Saat'in son derece başarısız dublajı filmi çekilmez kılıyor. Daha kötüsü bizi filmi "bu" şekilde izlemek zorunda bırakan UIP'ye de en derin teessüflerimi iletiyorum.

Filmdeki imgeler de hep bir yerden tanıdık geliyor. Walt Disney '10'da Tangled ile hakikaten eğlenceli bir Rapunzel uyarlaması sunmuştu. Brave ise o filmin merkezindeki üvey anne-kız ilişkisini, saç fetişiyle birlikte bir adım daha öteye taşıyor, ancak Tangled'in merkezindeki üvey anne-kız ilişkisi Brave'den çok daha inandırıcı ve çok daha "takip edilesi" duruyordu. Brave ise anneyi bir ayıya dönüştürmesine rağmen, bu ilişkiyi takip edilebilir kılamıyor.
Baba imgesinin How To Train Your Dragon'daki babanın cüssesine kadar kopyası olmasına, annenin climaxten sonra Pocahontas'a dönüşmesine, cadının evine doğru sıralanan ruhların Mononoke-hime'deki kombaraları "uzaktan" andırıyor olmasına, Merida'nın atının kimi zaman Tangled'deki Maximus'un mimiklerini canlandırmasına filan girersek çıkamayız gibime geliyor. Baştaki özgünlük vurgusunu da bu yüzden yaptım, çünkü Brave'de özgün herhangi bir şey bulamadım ben-
lordlardan birine Macintosh adını vermek gibi "dahice" buluşlar ise patetik duruyor.

Pixar'ın Disneyleşmesi ya da diğer stüdyoların Pixar'ı sollaması: Olaya nasıl bakarsanız bakın Brave son derece kötü bir film.

Read more

Esmeray - Bir Direniş Öyküsü



Aydın Öztek'in 2009 yapımı belgeseli Esmeray - Bir Direniş Öyküsü, birçoğumuzun haberdar olduğu(nu tahmin ettiğim) Esmeray'ı Cadının Bohçası oyunuyla paralel bir şekilde anlatan kısa süresine oranla kompakt bir içeriğe sahip..

Esmeray'ın Kars'taki ilk yılları, cinsel yönelimini keşfedişi, İstanbul'a gelişi, feminizm ve diğer teorileri öğrenmesi, seks işçiliğine başlaması, uğradığı saldırıları, "namus"uyla çalışmaya başlaması, arkadaşlarının tanıklıkları eşliğinde anlatılıyor..

Esmeray'ın toplumsal ikiyüzlülüğümüzü faş ettiği çok özel bir bölüm var oyununda: İşe başladığı ilk gün semt esnafının ona çay/kahve ikramını o gayet ironik bir şekilde anlatırken anlıyorsunuz ki, evet bu ülke tam da böyle bir yer.. Daha fazla yazmaya gerek yok, aşağıdaki linkten siz de tamamını izleyebilirsiniz..

Yirminci Onur Haftası'nı kutlarken..

Esmeray - Bir Direniş Öyküsü

Read more

Trans Kimlikle/r: Travesti Terörü






'05 yapımı Aykut Atasay belgeseli "Travesti Terörü" ile yeni bir kimlik seçkisine başlamak istedim.. Daha önceden lezbiyen ve gay kimlikleri konu eden seçkilerden sonra, elimden geldiğince birkaç trans kimlik konulu filme yer vereceğim..


Lezbiyenlik karşısında sistemin bakışı hep iki uçlu oldu: "Sikilmediği" için sürekli nevrotik takılan butch bir tip, ya da "sikilene kadar" lezbiyen olan tip: Erkeklerin iki lezbiyenle kurdukları threesome deneyimler de kaynağını buradan alıyor zaten: Çünkü "aslında" "içten içe" bir erkeği arzuladıklarını filan..
Eşcinsel erkek imgesi de sistem açısından "büyük" bir tehlike: Ve yine karşımızda benzer prototipleri buluyoruz: Modadan anlayan, komik, "bilek hareketleri" yapan, kırıtarak yürüyen filan.. Bu açıdan şahane birer romantik-komedi dolgusu haline getirilmekteler nicedir.. Ya da "sert çocuk" aslında hiç de öyle değildir filan.. Sistemin bakışı da bu dışarıya yansıyan "sert"likle orantılı olarak işliyor: Pasif gayler suistimale daha açıkken, en azından görünüm/hareketleri "erkek" gibi olanlar daha az zorlukla karşılaşıyorlar.. 


Travesti/transseksüel kimlik ise sistem için çok daha büyük bir tehlike: Çünkü gizlenmek yerine her şeyiyle ortada olan biri var karşında.. Binyıllardır ürettiğin kodları umursamayan, normların dışında kalan.. Ve tam da bu yüzden hakim ideolojinin göz göze gelmek istemediği travesti/transseksüel kimliğin hayatta kalmak için seçenekleri çok az: İş bulamıyorlar, dahası yaşam alanları da sınırlandırılıyor, polis şiddetiyle her an karşı karşıya kalma ihtimalleri var.. Ve kaçınılmaz olarak "falçatalı travesti" "gerçeği" ile karşılaşıyoruz.. 


Aykut Atasay'ın Travesti Terörü, kimilerimizin sadece haberlerde gördüğü travesti ve transseksüeller hakkında nasıl da önyargılı bir "fikir" sahibi olduğumuzla ilgileniyor: Tuğrul Eryılmaz, Pınar Selek, Murat Çelikkıran gibi gazeteci ve sosyologların yanı sıra, Esmeray, Demet, Esin ve Özlem isimli travestilerle konuşarak meselesini açıklarken, aynı zamanda ana-akım medyadan örnekler de veriyor: Hepsi birbirinden berbat olan haber içeriklerinden en kötüsü de Takvim gazetesinden bir muhaberin duyarlı-gibi davranarak travestilerle konuşup, fotoğraf çektikten sonra bunu "Rezalet!" diye -üstelik manşet olarak, haber yapabilmesi.. Sistemin trans bireylere bakışı konusunda en azından fikir vermesi bağlamında izlenmesi gerektiğini önerdiğim filmi iki parça halinde aşağıdan izleyebilirsiniz.. 




Read more

Take Shelter



'11 yapımı Jeff Nichols filmi Take Shelter'ı izlemeyi bitirdiğimde cidden içimde hiçbir duygu uyanmadı.. Film boyunca da aynı hissizlikle boğuşup durdum: Öncelikle film, gerçekten çok uzun.. "Deliliğin" adım adım geliş ayrıntıları dahi maalesef filmin süresinin uzunluğunu açıklamaya yetmiyor..

Michael Shannon'un canlandırdığı Curtis, bir aile babası: Annesi şizofren olduğu için onları bir gün terk etmiş.. Curtis, deliliğinin "başladığını" hissedince geçmişindeki "bu" travma yüzünden paranoyasını en üst düzeyde yaşıyor.. Bu açıdan filmin kurduğu yaklaşan fırtına/delilik, sığınak yerleştirmesi son derece başarılı bir şekilde işliyor..

Filmin daha alt katmanlarındaysa, '08 ekonomik krizinin etkileri var.. Aslında film, süresini daha verimli kullanabilseydi (ki gerçekten bunun için fazlasıyla vakti var), şu ekonomi  konusunda çok daha etkili laflar edebilirdi.. Onun yerine orta sınıf Amerikalı anlayışı gelip filmin üzerine çörekleniyor: Birkaç sahnedeki "ekonomimiz çok kötü" lafı yeterli olmuyor maalesef..

Fırtına sahneleri hakikaten çok etkileyici, film boyu kocasına inanmayan kadının (da) aynı sulara çekildiği final de çok "şık" bir twist sahiden, ancak Michael Shannon'un her filmde aynı rolü oynadığını -bir kez daha, görmenin filme herhangi bir katkı yaptığını söylemek zor..


Read more

The Iron Lady


'11 yapımı Phyllida Lloyd filmi The Iron Lady, aslında biyografi filan değil.. İsminden (ve konu ettiği figürden) beklenmeyecek bir biçimde bir "kendini iyi hisset" çöpü.. Sindirimi kolay, şekerlenmiş ve hedef saptıran..

Film, Margaret Thatcher'ın alzheimerını "kendi" yöntemiyle "yenmesi" üzerine işliyor.. Araya sıkıştırılan birkaç geçmiş ayrıntı filme biyografi dememiz için yeterli değil.. Çünkü hakikaten döneminin ve sonrasının en tartışmalı figürlerinden biri, birisi olan kadını "feminist" bir ambalaja sarıp, süslemekle bu işler yürümüyor..

Filmi Margaret Thatcher faktöründen sıyırırsak eğer, yaşlı bir kadının delüzyonlarından arınması üzerine bir etüt olarak değerlendirmek mümkün, ancak burada da şöyle bir sorun var: Film, daha fazlasını becerebilecek bir yönetmene sahip olmadığından, "kendini iyi hisset" sularına yönelerek, "içimizdeki güç" geyiğine giriyor.. Yaşlı kadın da çözümü doktorlarda, alternatif tıpta falan değil "içinde" buluyor-
secret gibi, değil mi??

Çünkü Phyllida Lloyd için sinema yapmak, "bizim" algıladığımız şekilde gerçekleşmiyor.. Mamma Mia! gibi bir rezaleti "film" diye önümüze sunabilen bir insandan, Margaret Thatcher hakkında ayrıntılı bir biyografi beklemek de fazlaca naif bir çaba, ne yazık ki.. Ki, Llyod, sözkonusu The Iron Lady olunca her şeyi açıklayan en kısa söz oluyor.. Hep görkemli anlara odaklanmanın büyüsüne fazla kapılmış olduğundan, can damarı konuları "lütfen" gösterirken dahi seyirciye işin aslını söyleme gereği duymuyor: Çünkü Thatcher'ın ses eğitimi grevlerden, devreye sokulan programlardan çok daha önemli, çok daha "anlatılası.." 

Phyllida Lloyd, bir sinema-projesi çünkü.. Gerçekten sadece iki filme sahip olup da bu denli yozlaşmış ve kitleleri yozlaştırıcı bir vizyona sahip olan başka bir yönetmen görmedim ben..

Read more

The Woman In Black



'12 yapımı James Watkins filmi The Woman In Black, olanca vasatlığından twisti sayesinde görece uzaklaşabilen eski usul bir yapım.. Harry Potter'ın "bakın artık yetişkinim.." demek için atladığını düşündüğüm filmde yeni hiçbir şey yok: "Evet, korkunç bir şey olacak.." müziği, ani ses efektleri, yaşlı ve izbe evler filan.. 

Film şu şekilde akıyor: Harry Potter (filmi yaklaşık iki saat önce izledim, ancak ismi aklımda kalmadı..), karısını doğum sırasında kaybetmiş bir baba.. Hukuk bürosunda çalışıyor, sahibi ölen bir evin satış işlemlerini tamamlamak için oraya gidiyor.. Gittiğinde tabii ki korkunç olaylarla karşılaşmakta gecikmiyor..

The Woman In Black, seyircinin beklentilerine uygun adım giderken, final sahnesiyle ters köşeye yatıyor.. Çünkü biliriz ki, climaxte huzur bulan hayalet/ler, artık gönül rahatlığıyla öteki dünyaya geçiş yapabileceklerdir.. Fakat The Woman In Black'te öyle olmuyor, "asla affetmeyen" hayalet, mesaj vermek/travma-acılarından kurtulmak için insanları terörize etmiyor, bildiğin intikam almak için bu şekilde davranıyor"muş.." Aslında perdede de karşılığını buluyor bu fikir, ta ki, korku filmlerinin konvansiyonel mutlu sonunu, başka bir mutlu sona dönüştürene kadar..

Korku filmi manyakları illa ki izleyeceklerdir, biz de bu gruptan olduğumuz için dayanamadık haliyle.. Gelgit sahneleri muhteşemdi bir de..


Read more

Prömiyer: The Legend Of Boggy Creek



Charles B. Pierce'nin '72 (kimi kaynaklarda '75 diye geçiyor..) yapımı filmi The Legend Of Boggy Creek, Amerika'da dönem dönem "hortlayan" sasquatchlar hakkında bir docudrama: Filmi başlangıçta feci merak etsem de, izledikten sonra pişman oldum..

Fouke Monster adıyla da bilinen ve bir dönem ulusal bir mesele haline de gelen bigfootu konu edinen film, gerçek kişilere yer vermekle birlikte kurgudan da bolca faydalanıyor.. Ülkemizi de bir ara etkisi altına alan Van Gölü Canavarı düşünüldüğünde zaman zaman bu tür toplumsal histeriler yaşandığını kabul etmek lazım.. 

Mesele de son derece karışık aslına bakarsanız: Oldukça uzun bir süre boyunca sürekli görüldüğü, dahi vurulduğu iddia edilen sasquatchların varlığı henüz kesin olarak kanıtlanabilmiş değil: National Geographic'in araştırma konusu dahi yaptığı bu "canavar"lara inanıp inanmamak size kalmış, ancak filme bakarsanız bu canlılar "kesin" olarak varlar.. 

Film Fouke halkına yaşamı bir dönem zehir eden canavar hakkındaki çeşitli şikayetleri art arda görselleştiriyor.. Kendini göstermek için genellikle yalnız kadınları ve çocukları tercih eden canavar ("bu" özelliği incelenmeyi hak ediyor), bunun yanı sıra yetişkin erkeklerin de arada sırada karşısına çıkıyor: Canavar ise hayvanları korkudan öldürebilecek kadar etkili bir şey, film boyu sadece bir insanı yaralayan canavarın leşleri arasında inekler, köpekler vs.. var.. Canavarı bulmak üzere hazırlanan, muhitin en iyi avcı köpekleri bile geri dönüyorlar, örneğin: Filmde sadece Herb nicki adam canavarı ne gördüğünü, ne de duyduğunu söylüyor.. Onun dışında herkesin canavrla bir geçmişi muhakkak var.. Bir ara 8 yıl boyunca ortadan kaybolan canavar sonra -nedense, geri dönüyor.. Vay ki ne vay..

Bir dönem Türkiye'nin de bir numaralı gündem maddesi Van Gölü Canavarı olmuştu hatırlarsanız: Haber bültenlerinde "kanıt" diye onca saçma görüntü izlemiş olmamıza rağmen, canavarın varlığına ilişkin herhangi bir kanıt, aradan geçen onca yıla rağmen bulunabilmiş değil-
gayet ciddi moddayım, dikkat ettiyseniz..
Amerika'da da sadece Fouke bölgesinde değil, birçok eyalette sasquatchtların görüldüğü, ayak izleri bulunduğu bilgileri var: Ve  fakat, çok alakasız bir benzetme olacak ama, tıpkı bir g noktası gibi korkunç bir muammanın içinde hapsolmuş bir konu aynı zamanda bu: Fouke Monster da üç ayak parmağına sahip, oldukça kıllı, uzun boylu, yapılı bir bigfoot, tıpkı diğerleri gibi.. 

Peki, toplumun bir bölümünün böylesine gerilemeli tepkiler vermesine sebep olan şey ne olabilir?? Birisinin ortaya attığı iddianın, toplum katmanlarına yayılarak, dahası ulusal çapta bir mitomaniye dönüşümünü nasıl açıklayabiliriz?? Burada, görece daha kısıtlı grup çalışmalarına bakmak gerekiyor: Elimizde şöyle bir bulgu var: [Büyük grup süreçleri] "Paranoid bir önderin peşinde dış düşmanlara karşı saldırgan itkilerle hareket eden dinamik bir kitle oluşturabilirler.." 
Otto Kernberg, Psychoanalytic Studies Of Group Process: Theory And Applications..

Film ise, benzerine az rastlanır bir başarıya imza atıyor: 100.000$'a çıkan The Legend Of Boggy Creek, gişe başarının ardından iki devam filmini de peşinden sürüklemiş.. Eh, ne diyelim, paranoyayı fırsata dönüştürmek de böyle bir şey..


Read more

Ronal Barbaren



'11 yapımı Kresten Vestbjerg Andersen, Thorbjørn Christoffersen, Philip Einstein Lipski filmi Ronal Barbaren Oscar olayı vs.. sayesinde tüm o filmlere kilitlenmişken, hakikaten de uzun süredir ihtiyaç duyduğum/uz bir şeydi.. 

Bir efsaneyle açılan Ronel Barbaren, bir Barbar köyünde başlıyor: Ronal, genel Barbar profilinin dışında bir kişi, kasları filan yok.. Bir gün Volcazar tüm köyü yerle bir edip, tüm Barbarları kaçırınca onu yenmek tahmin edilebileceği üzere, Ronal'e düşüyor.. 

Terkel I Knibe'yle de bizi kendimizden geçiren ekibin elinden çıkma Ronal Barbaren, hızlıca ülkesinde külte evrildi.. Gösterime çıktığı diğer ülkelerde durumu nedir bilmiyorum ancak, en azından biz bugün kendisine bu payeyi vererek çevremizdeki barbarlara yayma kararı aldık.. Toplu gösterim bile düzenleyebiliriz, eheh.. Yönetmenlerle benzer zevklere sahipseniz, sizi de keyiften uçurması işten bile değil..

"Hangisinden başlasak??" diye düşünüyorum deminden beri: Hepsini anlatıp keyfinizi kaçırmaktansa, filmin gayet dozunda ilerleyen bir anakronik parodi olduğunu, izlediğiniz birçok filme pek şahane göndermeler  yaptığını (Conan the Barbarian ne ki, Lord Of The Rings serisi ne ki, şeker ne ki..), "Babes, balls and muscles" olan  sloganının -özellikle de taşaklarla ilgili kısmının, hakkını verdiğini, öldürücü bir Legolas ve Amazonlar parodisi içerdiğini ve '80ler metalini sevenleri sevindireceğini belirtmekle yetineyim..
Altta fragmanı var, izleyin.. Herkese iyi seyirler..




Read more

A Better Life



'11 yapımı Chris Weitz filmi A Better Life, Hollywood filmlerinden alışık olduğumuz Amerikan Rüyası'nı darmadağın eden filmlerden.. Genel olarak göz göze gelmekten kaçındığımız kişileri ve hayatları konu ettiğinden, tipik orta sınıf refleksleri devreye girdi: Film, Amerika'da sınırlı bir dağıtım imkanı bulup, zarar etti.. Oscar döneminde de sadece en iyi erkek oyuncu kategorisinde kendine yer bulabildi..

Meksika'dan Amerika'ya kaçak yollarla gelen Carlos, çocuğuyla birlikte yaşıyor.. Bahçe işleri yapıyor, derken kardeşinden borç alıp bir kamyonet alarak "daha iyi bir hayat"a sahip olmaya başlıyor.. Çok kısa sürüyor bu dönem, her şey giderek kötüye gidiyor, oğlu ise çete üyesi olmaktan vazgeçiyor.. Arabanın çalınması Carlos'un geleceğini yok ederken, oğlu Luis'in inkar ettiği geçmişini bulmasını sağlıyor.. 

Film adeta bir docudrama: Amerika'nın pek de işlenmeyen bir yönüne odaklandığından, sanki bir Werner Herzog filmi izliyormuşsunuz etkisi de yaratıyor kimi zaman.. Birçoğu kaçak yaşayan göçmenlerin, okulların, çetelerin, çalışmak "zorunda" olmanın, sınır dışı edilmenin vs.. Yalnız film bunları tokat gibi yüzünüze çarpmıyor.. Soğukkanlı kalmaya özen göstererek anlatıyor, sadece arada giren müzikler bu soğukkanlılığı bozuyor o kadar.. Demian Bichir ise döktürüyor sahiden..


Read more

Elena



Andrei Zvyagintsev'nın '11 yapımı filmi Elena'yı değerlendirirken sahip olduğunuz politik/ekonomik görüşün etkisinde kalıyorsunuz ister istemez.. Ele aldığı konuda belli bir tarafı tutuyor olması bizi şaşırtmıyor, çünkü Zvyagintsev'nın tarzına alışkınız..

Gerçekten de hep "en" yakınımızdakilerle kurduğumuz ilişkilere odaklanan Zvyagintsev, bu filminde de geleneği bozmuyor.. Yaşlı bir çift var: Önceki  evliliklerinden de birer çocukları.. İkinci evlilikleri ikisinin de.. Erkek zengin, kadın fakir.. Volodya her yerde ve her an iktidar sahibi, ancak bu iktidarının kaynağı penisi/erkek olması değil, para.. Elena ise hastanede tanıştığı bu adamın hizmetçi-karısı.. Erkeğin kendisine iyi bir miras bırakmayacağını anlayınca da harekete geçmeyi tercih ediyor..

"Sınıfsız domatesler" olmadığımız için hiçbirimiz, birbirimizi kandırmadan konuşalım: Elena'nın oğlu üçüncü çocuğunu yapacak kadar sorumsuz.. Volodya'nın kızı ise en azından üremeyle ilgili konularda belli bir bilinç geliştirebilmiş düzeyde.. Ki, bu da doğrudan ait oldukları sınıfların bir özelliği..
Bu iki karakterin ekonomik açıdan tam bir asalak olmaları, ortak yönleri.. Başa gelen çekilir o ayrı da, bu iki karakter evlat olsa sevilmez durumdalar.. Birini "hedonist" olarak tanımlarken, diğerini "ipsiz sapsız" olarak yaftalayabiliyoruz..

Volodya SSCB'nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni-zengin sınıftan.. Elena'nın muhtemelen yıllardır içinde büyüyüp duran sınıf kini "o" sabahki konuşmadan sonra harekete geçiyor.. Eyleminden sonra parayı almaktan, avukata "kasada para yoktu" demekten ve çoluk çoluğu, torun torbasını toplayıp kendi evine getirmekten pişman değil: Bunu anlayabiliyoruz, çünkü tüm bu eylemleri kendi içinde son derece tutarlı-
ekonomik açıdan..
Bununla birlikte eylemi sonuca ulaştıktan sonra ve elektrik kesildiğinde yaşadığı heyecan insani bir duygu: Vicdan azabı ya da yakalanma korkusu: Hangisini seçerseniz..

Volodya da, tıpkı Elena gibi kendi içerisinde son derece tutarlı bir karakter: "Kendi" çocuğuna her türlü yardımı yaparken, "başkası"nın çocuğu için kılını bile kıpırdatacak durumda değil.. Sadece kendini düşünüyor: Miras konusundaki tavrı da bu açıdan "yanlış" değil: Çünkü Elena da benzer bir şekilde yabancı..

Temel bir şekilde söylersek: Filmi devrim olarak değerlendirmek de mümkün, darbe olarak da: Bu sonuca nasıl vardığınızı, başta da dediğim gibi ait olduğunuz/temsil ettiğiniz ekonomik sınıf belirliyor.. 

Zvyaginstev'nın aile-içini deşmesi ilk iki filminde bizi kendimizden geçirmişti.. Bu filmi ise –metninden bağımsız olarak, aynı iştahla izleyemedim maalesef.. Hem ben bir baba üçlemesi bekliyordum.

Read more

Extremely Loud & Incredibly Close



'11 yapımı Stephen Daldry filmi Extremely Loud & Incredibly Close gerçekten de bomboş bir film.. Şimdiye kadar filmleri hep belli bir eşiğin üzerinde olan Daldry, bu filmde de yönetmenliğini konuşturuyor konuşturmasına ancak, filmin ele aldığı meselenin gölgesinde kalıyor.. 

11 Eylül'de, o "en kötü gün"de babasını kaybetmiş bir çocuğun bu travmayı atlatma sürecini anlatan Extremely Loud & Incredibly Close, uzun süredir izlemeye tahammül edemediğim Tom Hanks'in o son derece "bildik" yüzünü de arkasına alarak ilerliyor.. İkinci Dünya Savaşı'nda Alman zulmünden kurtulan dede figürünün de eksik olmadığı film gerçekten tam da Amerikalıların ihtiyaç duyduğu bir vicdan pornosu.. Buradan söz konusu acıları küçümsediğim anlamı çıkmasın, Extremely Loud & Incredibly Close hakikaten de yaşananları ve sonrasını pornolaştırarak ele alıyor çünkü.. Asperger Sendromu'ndan mustarip bir profil çizen çocuğun, metamfetamin bağımlısı gibi derisini çimdikleyip durması örneğindeki gibi yaşanan acıyı somutlaştırma çabası, gerçekten acınası duruyor.. Buna bir de fazlasıyla grotesk bir biçimde deneyimlenen hüzün/çaresizlik anlarını da eklediğimizde filmin show-biz kısmı tamamlanıyor.. 

Benim izlerken içim şişti sahiden, hala bu tür şeylerden etkilenen varsa da onlar için bu tür film-ürünlerin üretilmesine devam edileceğini belirteyim.. Filmin tek güzel yanı, olağanüstü müzikleri..



Read more

War Horse


Steven Spielberg'ün '11 yapımı (bir diğer) filmi War Horse, naifliğiyle belli bir kesimi mutlu edebilecek potansiyele sahip olsa da, beni ciddi anlamda sıkıntıdan patlatan filmlerden biri oldu.. Sözkonusu Spielberg olunca filmin her bir anının ne denli "muhteşem" görüneceğini bildiğimden, işin teknik kısmına girmeyeceğim.. Ancak, bu filmde de, tıpkı Tintin'de (ve bence A.I.'den beri diğer filmlerinde) olduğu gibi teknik/estetik olarak kusursuz bir iş çıkarırken, sıkıcılıktan da kurtulamıyor.. 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan filmde, Joey adlı atın savaşla birlikte oradan oraya savrulan yolculuğunu izlerken, çeşitli kesitler de izliyoruz.. Beni en çok etkileyeni iki at arasındaki dostluktu, fazlası değil.. O aralara serpiştirilmiş, tek cümlelik hayatları olan onca kişiyi araya sıkıştırmak da ne yazık ki filmin temposunu fazlasıyla düşürüyor.. O düşmandan, bu düşmana hizmet eden, iki düşmanın da arasında kalan Joey, sonunda evine dönebiliyor dönmesine de, bu bize 2.5 saat kaybettiriyor.. Oysa, eminim ki filmin başlangıcındaki ailenin at aldıktan sonraki hayatına savaşı sokmadan da gayet "küçük" ama "etkili" bir film çıkabilirdi-
tabii o zaman Oscar'a aday olamazdınız, sori..

Filmin savaşa bir atın gözünden bakıyor oluşu filme duygusal açıdan uygun bir alan açıyor açmasına, ancak yeterli olmuyor ne yazık ki: Çünkü o şahane dikenli tel sahnesine gelinceye değin film, Joey gibi "tarafsız" kalamıyor ne yazık ki: Albert'a atını geri getireceğini belirten, cepheden mektup yazan İngiliz subayın karşısında, güçten kesilen atı vuran bir Alman subay koyan filmin hesapçılığı, gerçeküstü bir ton kazanıyor.. Bunları yaptıktan sonra iki düşman askerin Joey için seferber olmasını, tokalaştırmalarını göstermek de maalesef sizi hayvansever (artık hangi uygun sıfatı almak istiyorsanız..) yapmaya yetmiyor.. 

Emily Watson süper, özlemişiz..

Read more

Tinker Tailor Soldier Spy



'11 yapımı Tinker Tailor Soldier Spy, Tomas Alfredson'un yönetmenliğinde hayata geçen ve bir yönetmenin sahip olabileceği olağanüstü bir casta sahip: Yani şu saatten sonra Tomas Alfredson'un bir sonraki filminde kimler olacak, o oyuncuları yönetmek kendisini cezbedecek mi, yoksa yeni bir Ocean’s Twelve durumu mu olacak büyük bir merakla bekliyorum.. Oyunculuklar muhteşem, ancak elbette ki Gary Oldman enfes.. Yalnız bir de Tom Hardy’nin filmde sarışın bir Moritz Bleibtreu’ya dönüştü/rüldü/ğünü, iki oyuncunun da birbirine ancak “bu” kadar benzeyebileceğini belirtmek lazım.. Ohaa yani..

Çoğu casus filmi gibi, puzzle-film formatında ilerleyen Tinker Tailor Soldier Spy'ın meziyeti türün gerekliliklerini yerine getirmesinde yatmıyor.. Hatta, aslına bakarsanız filmin bu denli ağır bir tempoda ilerlemesini kimileri son derece sıkıcı, dahi itici bulabilir.. Ayrıca örneğin bir James Bond, Bourne serisi ya da 24 dizisinde olduğu gibi, puzzleı çözmenin de seyirciye dünyayı bir kez daha kurtarmak ödülü vermediği düşünüldüğünde filmi “çöp” olarak adlandıranların oranı beni şaşırtmıyor.. 

Evet, Soğuk Savaş dönemindeyiz, paranoya, çift taraflı çalışan ajan, seyirciyi bir yerden alıp başka bir yere bırakan olay örgüsü, çok sayıda mekan/kişi, türe dair her şey elimizde: Ufak bir farkla: Soğuk Savaş hakkında Batı tarafından bakan, çoğunluğu “çöp” olan propaganda filmler de izlediğimiz düşünüldüğünde, Tinker Tailor Soldier Spy’ın da bu sulara çok rahatlıkla çekilebilecek bir yapısı olmasına rağmen, o sulara çok da girmediğini fark ediyorsunuz.. Evet, Ruslar kötüler, Batı her zamanki gibi iyi, ancak filmin temel derdi bu değil, dahası bunu anaokulu gösterisine de dönüştürmüyor.. Çünkü Tinker Tailor Soldier Spy, arada kalmış, hatta alenen “kullanılan” bir servisin kendini aklama çabasını anlatıyor..

Bir dönem Güneş’in hiç batmadığı kadar büyük topraklara sahip olan dünyanın en güçlü sömürge-imparatorluğu olan İngiltere’nin, gizli servisinin de ne denli iyi olduğunu küçüklüğümüzden beri biliriz.. Hatta bir coğrafya dersinde hocamız, adanın sahip olduğu iklimin de bunda payı olduğunu söylemişti.. İşte bu kadar büyük bir gücün, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın gölgesinde kalmasının, dahası Soğuk Savaş sırasında Amerika’nın bilgilerine sahip olmak isteyen Ruslar tarafından “kullanılması”nın filme kattığı hüznü, hiç gülmeyen Smiley’nin yüzünde bulmak mümkün: Hayatının aşkı tarafından aldatılmak, zorunlu emeklilik yüzünden işi bırakmak vs.. gibi badireler atlatan, “ihtiyarlara yer yok” Smiley’nin geçmişinin de bu minvalde kurgulanmış olması, kaba bir hesapçılık içermekle birlikte, romanda/filmde katharsisi tamamlayıcı bir işlev görüyor..

Parçaları Smiley’yle birlikte birleştirirken meselenin insani yönleri de ortaya çıkıyor.. Duygusal ilişkilerin profesyonelliğe zarar vermesini Ricki’nin ilişkisinde görüyoruz.. Tam tersi şekilde, profesyonelliğin duygusal ilişkiye zarar vermesini de Smiley’nin Peter’a “artık” izleneceğini söyledikten sonra Peter’ın eşcinsel sevgilisiyle ayrıldığı sahnede görüyoruz.. Ancak bu duygusal ilişkinin profesyonelliğe zarar vermesini (ya da tam tersini) filmin merkezindeki suikast çok daha iyi açıklıyor: Jim ve Bill’in arasındaki eşcinsel ilişkiyi bir fotoğraf ve bir damla gözyaşıyla aktaran film, meseleyi biraz daha derinleştirerek karakterlerinin diğer insani yönlerini de açığa çıkarıyor: Bu yönüyle -reklam terminolojisine bulanırsam, “bir casus filminden daha fazlası”na dönüşen Tinker Tailor Soldier Spy, teknik başarısı ve atmosferiyle mutlaka tecrübe edilmesi gereken bir deneyim.. Bununla birlikte her bünye için ideal olmadığını da belirtmek lazım..




Read more

Project Nim



'11 yapımı James Marsh filmi Project Nim, adını aylı projeden alan, bilim dünyasındaki "trend"lerin bir hayvanın hayatını nasıl mahvettiğini anlatan, mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel..

Şempanzeler hakkında herhangi bir bilgisi olmayan insanların elinde oradan oraya götürülüp duran Nim'in acıklı öyküsüne sonra geleceğim, ancak projedeki kişilerin sanki çok normalmiş gibi "daha önce hiç şempanzeyle karşılaşmamıştım.." demeleri sizi yerinize mıhlıyor: "Nasıl yani??" diye sayıklayıp duruyorsunuz belgesel boyunca.. Projenin başındaki Herb diye kısaltılan kişinin tek amacının ismini duyurmak, daha çok duyurmak, ödenek almak, daha çok ödenek almak olduğunu anlayınca taşlar yerine oturmaya başlıyor.. Projeye katılan kişilerin "genellikle" kadın olması ve aralarından ikisinin Herb'le yattıklarını söylemelerinin başka bir ayağı daha var, ancak girmek istemiyorum..

Evet, her ne kadar "bilimsel bir dil araştırması" gibi dursa, Herb konusunda uzman birisi de olsa, başında olduğu Nim Projesi, ciddi anlamda fiyaskoya dönüşmüş durumda: Evet, başlangıçta bir sürü kelime öğrenen, belirli cümleler kurabilen Nim'in bu dil araştırmasında sadece 5 (evet: beş) yıl kullanıldıktan sonra, hepatit araştırmaları için başka bir projeye nakledilmesi, ardından bir başka yere nakledilmesi, ardından bir başka yere daha nakledilmesinin sonucunda gelinen noktaya baktığınızda Nim'in dil konusunda hızlı bir şekilde öğrenmesi dışında koca bir hiç duruyor: Zira 5 yılın sonunda projenin başındaki Herb de projenin işe yaramadığını, çünkü Nim'in "dilenci" olduğunu söylüyor vs.. Sonrası ise ciddi anlamda korkunç: Hepatit araştırması için "kullanılması"nın dışında "bilimsel" olarak bir anlam ifade etmediğinden, Nim başka kafeslere kapatılmak için başka yerlere transfer ediliyor..

Projede yer alan insanların "parlak" bilimsel geçmişlerine rağmen, bu denli çuvallayabilmesini film olanca netliğiyle açıklıyor.. Herb hakkında söylenenler, politikacılar hakkında söylenenler gibi: "Basın olmadığı zaman Nim'e yaklaşmıyordu.." Ve giderek büyüyen Nim'in yol açtığı vakalar, ufak ısırıklardan öldürmeye teşebbüse değin varınca, ne yapacaklarını bilemez halde kalmaları filan: Gerçekten bu projenin ne denli kötü idare edildiğinin bir göstergesi.. Dahası da var: 5 yılın sonunda, hayvanla nasıl baş edeceklerini bilemediklerinden, şımarık bir hayvan-sahibi gibi doğrudan başlarından atmaları da korkunç: Ki, avukatın devreye girdiği bölümlerde nefes alabiliyorsunuz belgeselde..

Bilimsel araştırmaların ne denli bilimsellikten uzak koşullarda yapıldığını göstermesi bağlamında bile olağanüstü güzel bir iş Project Nim.. Hayvan hakları, kobaylar ve dangalak bilim-insanları konusunda oldukça etkili bir etüt.. 

*: Bill Tynan gençliğinde cidden olağanüstü tatlıymış, bayıldım..



Read more

Waste Land



'10 yapımı Lucy Walker yönetmenliğinde hayata geçen Waste Land, Rio de Janerio'daki dünyanın en büyük çöplüğünde (geri-dönüşüm merkezi..) gerçekleştirilen projeyle alakalı, seyri hüzünlü bir belgesel..

Vik Muniz'in çöplükte çalışan ve günde ortalama 20-25 dolar kazanan çöpçülerin portrelerinden oluşturduğu sergisi, Pictures Of Junk'ın ortaya çıkış, gelişim ve sonuç bölümlerini anlatan belgeseli izlerken, içinizde orta-üst sınıf ahlakçılığını bulmanız mümkün: "Ay yazık, ama bak ne güzel şeyler yapıyorlar: Bundan sonra ben de daha az çöp üreteceğim.." Tabii, bu etki, film bittikten sonra yok oluyor.. İçini açar-gibi yapan Vik'in söyledikleri gibi -tıpkı: Çünkü bu insanlarla yüzleşebilmek, onların gözlerinin içine bakabilmemiz için, o çöpleri üreten insanlardan bir farkımız olduğunu bir kılıf gibi vicdanımızın üzerine geçirmemiz gerekiyor, ki suçluluk hissinden bir nebze kurtulalım.. Coca-Cola'nın Tião Santos'u reklam kampanyası için seçmesi gibi, örneğin.. Brezilya'daki fakirlik, toplumsal yapıdır filan yeniden gireceğim konu/lar değil ancak, filmin vicdani mastürbasyon ayağından -başta kendim olmak üzere, rahatsız olduğumu belirtmek istiyorum..

Filmin ortalarında bir yerde, yaratıcı ekiptekilerin yaptıkları tartışma ("bu insanlar sonrasında ne yapacaklar??") da anahtar görevi görüyor, çünkü projede yer alan insanlar evet, belki Jardim Gramacho'ya dönmüyorlar, ancak "sorun"un kendisi çözülmemiş bir şekilde ortada duruyor.. Tıpkı, her yerde Waste Land'le birlikte anılan Slumdog Millionaire gibi bireysel çözümle mutlu oluyoruz.. Belgesel ekibinden meselenin sosyo-ekonomik panoramasını çıkarmasını beklemiyorum elbette, ancak röportaj yaptırılan kişilere "evet, bir fakiriz ve çöpçü olmaktan gurur duyuyoruz.." dedirtmekle maalesef ortaya gerçekçi bir resim çıkmıyor.. Belgesel de bunun farkında olduğu için, yarısından sonra Jardim Gramacho'yu boşverip, seçtiği kişilere odaklanıyor ve projeyle toplanan paralarla yaptıklarını yine o üstten bakan tevazu kibriyle anlatıyor.. Projede yer alanların evet, hayatları belki belli bir seviyeye geldi, peki ya geride kalanlar?? Estetik kaygılar sebebiyle portreleri projeye dahil edilmeyenler?? Cevap yok..
Peki..



Read more

We Need to Talk About Kevin



“Bebekler üzerinde yapılan araştırmalar, öfkenin erken dönemde bir duygulanım olarak ortaya çıktığını belgelemiştir; temel işlevi acı ya da huzursuzluk kaynağını yok etmektir.. Öfkenin ilk baştaki biyolojik işlevi -bakım veren kişiyi huzursuzluk verici durumu ortadan kaldırması için uyarmak- artık, bakım veren kişinin özlenen doyum durumunu yeniden oluşturması için bir çağrı haline gelir.. Öfke tepkileri çevresinde gelişen bilinçdışı fanezilerde öfke, hem hep-kötü nesne ilişkisinin canlanmasını, hem de bunu ortadan kaldırarak hep-iyi bir ilişkiyi yeniden kurma arzusunu gösterir.. 

Nefret, karmaşık bir saldırganlık duygusudur.. Öfke tepkilerinin aniliğine ve kızgınlık ile öfkenin kolayca değişen bilişsel yönlerine karşıt olarak, nefretin bilişsel yönü kronik ve kararlıdır..

Öfkenin nefrete dönüşümünün kökeninde, engelleyici anneye yoğun şekilde bağlanma yatar.. Bu dönüşümün nedeni, ideal, hep-iyi nesneyi yok etmiş, ya da yutmuş gibi algılanan, hep-kötü ancak yaşamak için ihtiyaç duyulan bir nesneyle travmatik bir ilişkiye saplanmadır.. Hep-iyi nesneyi büyüsel şekilde diriltmek için, bu kötü nesnenin intikam alınarak yok edilmesi hedeflenir.. 

Nefretin daha da hafif bir şeklinde, altta yatan arzu nesneye egemen olmaktır.. Nesne üzerinde bir güç kurma arayışı sadistik unsurları da içerebilmekle birlikte, nesneye yönelik saldırılar nesnenin boyun eğmesiyle sonlanma eğilimindedir.. Böylece kişiliğin özgürlüğü ve özerkliği yeniden kanıtlanmış olur.. Buradaki anal-sadistik dürtüler, şiddetli nefret şekillerinde ortaya çıkan ilkel düzeydeki oral-saldırgan dürtülere baskın çıkar..

Daha hafif derecede nedret, sadistik eğilimler ve isteklerle ifade edilir.. Hasta bilinçdışı ya da bilinçli bir şekilde nesneye acı çektirmeyi arzular ve bu acıdan bilinçli ya da bilinçdışı olarak derin bir zevk alır..

Nefretle dolu bir kişinin en önde gelen amacı, nesnesini yok etmektir.. Hedef, bilinçdışı fantezinin özgül bir nesnesi ve bu nesnenin bilinçli türevleridir.. En derinde nesne, hem gereksinim duyulan, hem de arzulanandır.. Yok edilmesi de eşit derecede gereklidir ve arzulanır..”
Otto Kernberg, Aggression In Personality Disorders And Perversions..

Yukarıdaki uzun alıntıdan da anlaşılacağı üzere filmdeki anne-çocuk ilişkisini -yeniden, yorumlayacak değilim.. Filme bayıldım, o ayrı; Oedipus-öncesi dönemle ilgili gayet etkileyici bir profili ortaya çıkaran We Need To Talk About Kevin’ın finalindeki o kararsız “kırık kucaklaşmalar” bile, okuldaki saldırıyı Kevin’ın aslında annesine-karşı yaptığının çok güzel bir sembolü..

Filmin tek sevmediğim yönü, stile çok fazla abanması.. Kimi (hatta çoğu??) zaman bir video enstalasyonundaymışsınız gibi hissettiriyor.. Tilda Swinton ise olağanüstü, tarifsiz..


Read more

Türkiye'deki Yabancı Uyruklu Hizmetçilerle Birlikte: The Help



'11 yapımı Tate Taylor filmi The Help'i dün izlerken aklımda hep aynı şey dolaşıp durdu: "50 yıl sonra Türkiye'de aynısı yaşanıyor bunun.."

The Help, can yakıcı bir sahneyle açılıyor: Aibileen, kendisinin ve annesinin "hizmetçi", anneannesinin ise "köle" olduğunu söylüyor.. Hizmetçilikten başka yapabileceği bir şeyi yok, ancak bir sonraki kuşaklarının daha iyi olması adına çocuklarını okutmaya çalışıyorlar.. Film, Amerika'nın herkesçek bilinen ve fakat nedense sanki o günler çok ama çok uzak bir geçmişte olmuş da, Amerika yüzyıllardır barış içinde yaşıyormuşçasına gazlanan ülkenin çok değil 50 yıl öncesine bakıyor.. Aslında değişen çok da bir şey olduğu söylenemez, ırkçılık hala buzdağının altında yaşamaya devam ediyor, tek değişiklik buzdağının görünen kısmındaki politically correct saçmalıklar.. 

Filmin senaryosu tıkır tıkır işliyor, hakikaten aynı zamanda filmin senaryosunu da yazan Tate Taylor'ın başarısına şapka çıkardım, zira karakterlerin hepsinin kendi hikayesi oldukça iyi işlenmiş.. Oyunculuklar da üst düzeyde.. Ama Viola Davis.. Bu karakter bolluğunun filme tek bir negatif etkisi var: O da filmin çok fazla finale sahip olması.. Annesinin Skeeter'a "seninle gurur duyuyorum" sahnesi, Minny'nin Celia ve eşiyle olan sahnesi, Aibileen'in kilisedeki sahnesi, Skeeter, Minny ve Aibileen'in veda sahnesi ve en sonunda Aibileen'in sahnesiyle tam 5 ayrı finali peş peşe ekleyen bir film The Help.. Bu kusuru dışında gerçekten çok iyi bir film-
özellikle de teknik anlamda..

The Help'in ırkçılık konusunu genel perspektiften, daha özele taşıyarak işlemesi ona gündelik faşizmi deşebilmesi için geniş bir alan açıyor: Hizmetçilerin yaşadıklarının yanı sıra, iki "beyaz" kadın da bundan nasipleniyorlar: Skeeter ve Celia.. Bu iki kadının sınıfsal açıdan dışarıda kalmasının tek sebebi, Hilly'yle olan sürtüşmelerinden ziyade, o tiksinilesi kadınlar grubunun temsil ettiği sınıfın kodlarına göre yaşamıyor oluşları.. Skeeter, sanki gelecekten gelmiş gibi: Son derece liberal ve başına buyruk.. Oysa Celia, sınıfın kodlarını üzerine bir türlü geçiremediği için "bu" halde: Ancak Celia'nın durumu daha çok, nasıl desem, fıtratının böyle olmasıyla alakalı.. "İyi" bir insan Celia..

Hizmetçilerin yaşadıkları olaylara ayrıca değinmeye gerek yok, ancak The Help'in konu ettiği şeyin "aynı"sı, bu defa ten rengi gözetmeksizin 50 yıl sonra da sürüyor.. Türkiye'de uzun süredir "yabancı uyruklu bakıcı/hizmetçi" takıntısı var, biliyorsunuz.. Lüks site/villarında oturup, hizmetçilerinin de "üniversite" mezunu olmasını tercih ettiğini gevrek gevrek anlatan, bundan gurur duyan kadın-yaratıklar var.. Tek kriterleri var tabii: Hizmetçilerin kendilerinden daha "güzel" olmasını istemiyorlar.. Buradaki yabancı uyruğun tabii ki ekonomik ayağı da var: Çalışma izni olmadıkları için birçoğu yatılı olarak 3-5 kuruşa çalışmaya razı oluyorlar/ediliyorlar.. En ufak bir yanlışlarında "seni şikayet ederim.." gibi doğrudan çalışanın hayatını etkileyecek kozlarını oynayarak bu kadın-yaratıklar kendi "ev köle"lerine sahip oluyorlar.. Çocuk bakımından, ev temizliğine-
işte The Help'in aynısı.. Ve bu kadın-yaratıklar tıpkı filmin en itici karakteri Hilly gibi, içinde bulundukları berbat durumdan gurur dahi duyabiliyor..

Filmi bence mutlaka izleyin, izlerken de Türkiye'de çalışan yabancı uyruklu "ev köleleri"ni düşünün..


Read more

Prezít Svuj Zivot (Teorie A Praxe)



'11 yapımı Jan Svankmajer filmi Prezít Svuj Zivot (Teorie A Praxe) son dönemde izlediğim en iyi filmlerden.. Festivalde kaçırdığım filmi geçende izleyince kendimden geçtim her anlamıyla..

Film, Evzen'in çocukluk anılarını rüyaları yoluyla bulması üzerine.. Ancak bu Svankmajer'in uzun (sayılabilecek) prologunda dediği gibi gerçekle-rüyanın iç içe geçmesiyle, adeta hayatın kendisine dönüşerek görselleşiyor..
Görsel demişken, filmin stili hakikaten önceki Svankmajer filmlerinden farklılık göstermiyor: Yine animasyonla, oyunculuğun iç içe geçtiği, Svankmajer'in alametifarikaları birçok animasyon tekniğinin bir arada kullanıldığı eşsiz bir deneyim..

Svankmajer'in psikolojiyle olan ilgisi malum, özellikle de Spiklenci Slasti'yle artık filmlerinin ana teması haline gelmesi sonrasında Prezit Svuj Zivot'ta da şahane bir işe imza atıyor-
yönetmenin üzerinde çalıştığı bir sonraki projesi de (Hmyz/Insects) benzer bir formda olacak, hiç kuşkusuz..

Filmin merkezinde yer alan Evzen artık orta yaşlarının sonuna gelmiş olmasına rağmen, gördüğü bir rüyayla Oedipus-öncesi hatıralarına dönüyor.. Rüyaları aracılığıyla hatıralarına ulaşmakta yolunu kaybeden Evzen, psikanaliste giderek bunlara ulaşıyor.. Film son bölümüne kadar muhteşem aksa da, daha açıklayıcı olmak için başvurduğu fotoğrafın ortaya çıktığı sahneyle birlikte hafiften kan kaybediyor.. Kendi-kendini-açıklayan-eserleri pek sevmem, ancak Prezit Svuj Zivot'ta Svankmajer, Spiklenci Slasti ya da diğer filmlerinde olduğu gibi, yorumu seyirciye bırakan, hatta kimi zaman seyirciyi dışlayan "kapalı" bir dil yerine, son derece "geveze" bir dil tutturarak, filmi daha anlaşılır kılıyor: Bu da filmin komedi ayağına hizmet ediyor.. Özellikle analiz sahnelerinde film gayet üst noktalara çıkıyor..

Beri yanda kocasını kaybetme korkusu yaşayan bir kadının (Zuzana Krónerová) dramı, cisimleşmiş bir süperego (Emília Doseková) var, ki iki oyuncu da döktürmekteler.. Svankmajer fetişi/kültü Pavel Novy ufak da olsa bir rolde karşımıza çıkarken, başroldeki Václav Helsus hakikaten de döktürüyor..

Film, kendi kendini çözdüğü için ayrıntılandırılacak pek de bir şey yok, ancak hakikaten Oedipus-öncesi döneme odaklanan bu derece şahane bir film yok.. 


Read more

Midnight In Paris



Woody Allen'ın '11 yapımı filmi Midnight In Paris, "bu" tür şeylerden hoşlananlar için "hah, evet orası.."na temas edebilirken, "bu" denli şekerlen/diril/miş şeylere tahammülü olmayanlar içinse işkenceye dönüşebilme potansiyelini -fazlasıyla, barındırıyor.. İkinci grupta yer aldığımı belirttikten sonra, filmin hikayesine geçelim..

Tek istediği kitabının satması (iyi olması değil, dikkatinizi çekerim) olan, bu konuda tipik bir yaklaşıma sahip Amerikalı bir çiftin evlilik hazırlığı yaparken ayrılmaları üzerine.. Tabii, bu öyle hemen olabilecek bir şey olmadığı için rasyonalize etmek lazım: Nedir?? Zamanda yolculuk yaparak, Paris'in geçmişine giderek geçmişe saplanıp kalmaktan vazgeçmeli, bir de "doğru" kişiyi bulmalıyız..

Öncelikle zamanda yolculuk fikri işlevsel olsa da, masalsı atmosfer filmi "büyükler için çocuk filmi" formatına sokuyor: Üzerine geçmişteki ünlü kişilerin ciddi anlamda rahatsız edici karikatürize halleriyle karşılaşmak, filmden uzaklaştıyor.. İstisnasız tüm karakterlerin bu denli karikatürize edilmesi, bence filme zarar veren en büyük etken: "Entel skeçi de böyle oluyormuş demek ki.." diye de -gözlem amacıyla, izleyebilirsiniz tabii, bu sahneleri..

Gil'in kendini bularak, "doğru" kararlar verebilmesi, dediğim gibi filmde işlevsel bir şekilde özetlense de, diğer "şimdiki zaman" karakterlerinin altını deşmeye başlayacağınızda karşılaşacağınız şey, koca bir "hiç" oluyor maalesef.. Midnight In Paris, şu haliyle ancak Paris romantiklerini tavlayabilir ki, amacına da ulaşmış görünüyor..

Kathy Bates ise olağanüstü..

Read more

Shame



2011 yapımı Steve McQueen filmi Shame’i aylardır beklemekteydik. Bugün izleyince hüznümüz yerine geldi..

Film, merkezine her ne kadar nemfoman bir erkeği alsa da, genel olarak modern çağın insanları üzerine.. Çünkü, filmde yer alan merkezi karakterlerin hepsinin geçmişten gelen/şimdi yaşadıkları/geleceğe aktardıkları travmaları var..

Brandon, filmin merkezi: Porno izleyerek, fahişelere ücret ödeyerek, gay barlara giderek ihtiyaçlarını karşılamakta.. Bağımlılıktan/primitif bir fırsatçılıktan daha derinde sorunları var: O yüzden film, Brandon’ın karşısına patronu David’i yerleştiriyor.. 

David ise, son derece primitif bir karakter mesela: Zira evli, çocuğu var: Ancak eşinin uzakta olmasını fırsat bilerek çapkınlığa çıkıyor, gördüğü tüm kadınlara yazıyor, Sissy’yle “işi pişirdikten” sonra evli olduğunu gizlemek için Brandon’a yalan söylüyor..

Sissy ise gerçekten geçmişindeki travmalarından kurtulamamış bir karakter: Kollarındaki faça izleri, her ne kadar kaba bir sembolizm olsa da, seyircisine pek fazla bilgi vermeye niyeti olmayan filmin ipucu.. 


Ancak, blogda belki en çok alıntı yaptığım üç  insandan birer alıntı daha yapacağım:
Melanie Klein der ki: “Deliliğin birinci nesnesi, annedir..”
Sartre der ki: “Utanç, bir başkasının yargısı altında kişinin kendini, onun nesnesi olarak görmesi sonucunda hissettiği duygudur..”
Otto Kernberg der ki: “Aşk, bir birleşme ve kaynaşma çabasıysa eğer, nefret kendiliği nesneden ayırt etme çabasıdır..

Sonuncusundan başlarsam eğer: Aslında Sissy ve Brandon ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, aynılar: Sadece travmalarıyla başa çıkma yöntemleri farklı: Brandon, kendini kurtarmış, işi, evi olan biri, birisiyken, Sissy tam anlamıyla bir kaybeden.. Sissy, travmasının etkisinden çıkamadığından olsa gerek, tüm hayatını “bu” şekilde yaşamış.. Oysa Brandon, travmasını (ve üzerindeki etkisini) en azından gündelik hayatının büyük bi bölümünde bastırabiliyor.. Brandon’ın anlam veremediğimiz nefreti işte bu noktada devreye giriyor: Brandon, Sissy’yle olan aynılığını kabullenmemek için bu denli çabalıyor.. Çünkü Sissy’nin her davranışını kendisine yönelik bir saldırı olarak algılıyor-
evindeki porno materyalleri attığı sahne bu açıdan anlamlı: Çünkü Brandon tek kişilik dünyasından vazgeçiyor.. Otto Kernberg’in cümlesiyle paragrafı kapayayım: “Nefret, aynı zamanda derinden gereksinim duyulan geçmiş ya da potansiyel bir sevgi nesnesine yoğun bir şekilde bağlanma anlamına gelir..”

Sartre’ın söylediklerine kulak verirsek, evet, filme de adını veren Utanç (özel isim olmamasına rağmen büyük harfle yazınca bi an Lacan tadı aldım..), birçok sahnede karşımıza çıkıyor: Ancak, karakterlerin hiçbiri (David dahil) kendi başlarınayken varoluşlarından utanmıyorlar: Ancak ikinci (üçüncü) bir kişi devreye girdiğinde bu hissi duyuyorlar.. Bu açıdan David’in “kardeşi” olarak tanıttığı çocuğun aslında “kendi oğlu” olduğu sahne, Brandon’ın Sissy’ye David’in evli olduğunu söylediği sahne, Brandon’ın yalnız olduğunu sandığı kadının partnerinden dayak yedikten sonraki sahneleri bunların en güzel örnekleri.. Bir sahne daha var ki, Melanie Klein’ın alıntısına geçeceğim buradan: Brandon’ın ya ereksiyon olamadığı ya da erken boşaldığı, flörtleştiği kadınla olan sahne..

Brandon bu kadının (imdb’ye bakmaya üşenmek..) boşanmış olduğunu öğreniyor.. Ve filmi açan/kapayan metro sahnelerindeki kadın/ın yüzüğü: Evli kadın imgesi Brandon’ın travmasını canlandırıyor: Metroda “evli olmasına rağmen” kur yapan kadın Brandon’a ne çağrıştırıyor olabilir?? Evliliğe karşı olmasının sebebi ne olabilir?? Film, cevap vermiyor bu sorulara, ancak anneleri tarafından terk edilmiş iki çocuğun dramına kapı açıyorum buradan.. Ve genel kanının aksine, iki kardeşin ensest bir geçmişleri olduğunu düşünmüyorum.. Sissy’nin tek istediği kendisini sevebilecek biri: Bu denli parazit bir profil sergilemesinin sebebi de bu ilgi açlığı.. Oysa Brandon, bu sevgi açlığını inkar ediyor.. Seks yoluyla kadınları aşağılayarak öz-saygısını belli bir düzeyde tutmaya çalışıyor.. 

Gerçekten şahane bir film Shame.. Bazı travmaların ne denli ağır olabildiğini bu kadar dürüst bir şekilde gösterdiği için..

*: Michael Fassbender’in penisi de dillere destan sahiden..

Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.