Taxi Zum Klo


'80 yapımı (kimi kaynaklarda '81 olarak da geçiyor..) Frank Ripploh'un kült filmi Taxi Zum Klo, her zevke hitap etmese de, aslında oldukça ii bi film: Zira, sadece "gay life.." balonundan ibaret diil..

Önce hikayesi: Eşcinsel Frank (ki, yönetmenin kendisi canlandırıyor bu karakteri de: bu meseleye gelicem yine..), bi okulda öğretmen: Mesleğiyle, "hayatı.."nı "birbirinden ayır/mak zorunda kal../an Frank, hafta içi öğretmenlik yaparken, hafta sonlarını umumi tuvaletlerde, bar/kulüplerde geçiriyor: Mecburiyetten katılmak zorunda olduğu okul toplantıları, yardım/bowling geceleri onu sıksa da, iştirak ediyor haliyle.. Bi akşam Bernd'le tanışıyor Frank ve birlikte yaşamaya başlıyorlar.. Arada Frank kaçamaklar yapsa da, Bernd oldukça sadık biri, birisi.. Ve bu aralarında giderek daha da sorun olmaya başlıyor ve çiftimiz climaxte ayrılıyor.. Sonra barışıyorlar haliyle..

Sonrasında adım adım filmle ilgili şeyler: Öncelikle cinsellikle başlayalım: Filmdeki sevişme sahneleri estetize edilmiyor, olabildiğince doğal (hatta neredeyse amatör..) bi biçimde yansıtılan bu sahnelerin bi kısmı grafikken, bi kısmıysa porno: Özellikle Frank ve adını bilmediğim bi karakter sevişirken Bernd onları izliyor: O sahne filmin doruk noktası -sahiden.. Tabii, oldukça "azgın.." olan Frank'ın speed attıktan sonraki çeşitli bizarre deneyimleri de filmde yer alıyor: Pissing, kırbaç vs.. Başka bi filmde olsa irrite etme potansiyelini fazlasıyla taşıyan bu sahneler, Taxi Zum Klo'da kesinlikle sırıtmıyor..

Filmin başlangıcında Frank'ın heterolar, orta ve sona doğru olan kısımlarındaysa kadınlar ve vajinaları hakkındaki düşüncelerini de öğreniyoruz: Sadece dominant kadınları çekici bulan/-abilen Frank, vajinalardansa iğreniyor: "Labirent gibi.." tanımlaması bu noktada ilginç: Tam bu anlarda devreye giren siyah-beyaz erotik/pornografik görüntüler anlatıyı bölerken (ki, bu film boyu süfer bi şekilde işliyor..) aslında destekliyor: Daha doğrusu bi yönetmen trüğü bu: Deri korseli ve kırbaçlı kadınları "çekici.." bulan Frank aslında fallik-anneyi imliyor..

Pedofili meselesi: Filmin ortalarında bi yerinde paralel kurguyla bağlanan iki yan hikaye var: Biri, birisi siyah-beyaz kurmaca bi filmle, Frank ve öğrencisinin özel dersi birbirine bağlanıyor: Orta yaşlı bi adam pul koleksiyoncusu.. Ve aynı mahallede yaşayan bi çocukla pul değiş-tokuş etmekteler.. İzlediğimiz bölümde çocuua "sarkan.." adam reddedilirken, oyun oynamak isteyen Frank'ın öğrencisi Frank'ın kucağına "zıplıyor.." Ve fakat, Frank derse devam etmeleri gerektiğini söylüyor: Fazla bi anlam ifade etmiyor gibi görünse de, bu sahnelerin birbiriyle bu şekilde ilişkilendirilmesi de boşuna diil: Filmin otobiyografik izler taşıdığı ortada (ki, bunu Ripploh kendisi de beyanlamış..), Frank da burada çok açık bi biçimde mesleği ve cinsel yönelimi arasına ne kadar kalın bi çizgi çektiğini gösteriyor: Dahası, "sapıklık.." mefhumunu Wally de "irade.." üzerinden kendince açıklamaya çalışıyor..

Bernd ve Frank ilişkisi: Açıkçası Frank'ın iç-sesleri öylesine olağanüstü ki, beni filme bağlayan şeyler de bunlar oldu sanırım: Her zaman kendini en rahat hissettiği anlarda kaçmaya başlayan Frank, bağlanmaktan korkuyor: Sadık bi "eş.." olmayı düşünen Frank, bunu yapamayacağını biliyor ve fakar diğer yandan: Bernd tarafından terk edilmeyi kaldıramayacağını da.. Tipik bpd özelliklerini bünyesinde toplayan Frank, "ilişkide rutin önemlidir.." diyen Bernd'e fecii çıkışıyor: Başka insanlarla tanışmayı isteyen Frank, aynı şeyi Bernd'e de yapmasını söylediğinde Bernd buna yanaşmıyor.. O yanaşmayınca da Frank'a kızmasını istemiyor haliyle.. Filmin kitsch finalinde de Frank yine aynı dehlizde kayboluyor: Ne yapmalı??
Seçimiyse şaşırtıcı: Olgunlaşıyor Frank..

Filmin (kitap olan..) Querelle'den bolca etkilendiğini ve (film olan..) Querelle'e de bolca ilham verdiği de gözlerden kaçmayacaktır tabii: Ve tabii ki, Bernd rolünde döktüren Bernd Broaderup'un fecii taş olduğu da, eheh..

*: Taxi Zum Klo'nun devam filmi Taxi Nach Kairo'nun dvdsi basılmadığı için onunla olan ilişkisini yazamiycam haliyle.. Ve fakat dvdsi çıkar çıkmaz blogda okuyabileceğinizi de belirtiym :))
Read more

Lars And The Real Girl


'07 yapımı Lars And The Real Girl, her ne kadar kış mevsiminde geçse de, insanın içini ısıtan filmlerden.. Birden farklı şekilde değerlendirmesi pek mümkün olan filmin bu açılarını kısaca şeyettikten sonra, benim için asıl önemli kısmı geçiş-nesnesi üzerinden değerlendiricem..

Önce hikaye: Lars, bi şirkette çalışan biri, birisi: Abisi ve karısı babalarından miras kalan evde yaşarken, Lars evin garajında yaşıyor.. Kendisine bi şişme bebek sipariş eden Lars, onu önce abisi ve eşiyle, sonrasındaysa tüm kasabayla tanıştırıyor.. Bi yandan Bianca'yla beraber tedavi gören Lars'ın, bi zaman sonra Bianca'yla olan ilişkisi de sekteye uğruyor ve Bianca ölüyor.. Ve Lars, yeni bi ilişkiye yelken açıyor..

Başlangıçta gayet sosyal fobik sanabileceğimiz Lars'ın aslında o kadar da sosyal fobik olmadığını anlıyoruz.. Genel olarak iletişim kurma konusunda sıkıntılar yaşayan Lars'ın başka insanlarla fiziksel temas kurmamak için kat kat giyinmesi ve dokunma hissinin onda yarattığı etkiyi anlatması kayda değer anlar ve fakat kendisi sosyal fobik diil..

Diğer yandan, Lars şizofren ya da "deli.." de diil.. Deliliğin nasıl (da..) bulaşıcı olduğuna/-abildiğine dair bi etüt olarak da izlenebilecek filmde, tüm kasaba halkının Bianca'yı "canlı.." kabul etmesinin sebebini Karin çok güzel özetliyor: Lars'ı sevdikleri için..

Başka bi açıdansa, Lars'ın "büyümesi.."nin filmi bu.. Abisiyle yaptığı "nasıl yetişkin olunur??" minvalli konuşma sonrası, Margo'yla gittiği bowling dönüşü tiradında "yetişkin.." gibi davrandığını belirtmesi garip ve fakat -belki de, işe yarıyor, ha??

Ya da, kalbi kırık küçük kardeşin abisiyle barışmasının filmi.. Doğumunda annesi ölen Lars, bi zaman sonra evden "kaçan.." abisi dolayısıyla iice yalnız kalıyor.. Abisi geri döndüğündeyse, yanında başka bi kadın var: Abisi Gus da kabul ediyor bu durumu, ama Lars'ın çok da umurunda olmadığını söyleyebiliriz..

Bianca üzerinden kendini tedavi etmeye çalışan, insanların onu sevdiğini anlayan Lars, kabuğunu kırmaya başlıyor haliyle: Bianca'ya ettiği evlilik teklifini bebeğimizin reddetmesi ve kavga etmeye başlamaları süfer bi psikolojik referans: Geçiş-nesnesine-
ki, filmi sadece bu şekilde okuyorum ben..

Filmdeki iki kadın (Karin ve Bianca..) Lars açısından işlevsel figürler: Karin'den pek hoşlanmayan Lars, terapi sırasında doktoruna onun herkesleri kucaklama isteğinden bahsediyor ve bu karşılanmadığında da bunu kişisel olarak al/gıla../dığından: Lars, Karin'i kontrol edemiyor, edemediği için de onu sevmiyor..
Lars'ın annesiyse, onun doğumu esnasında ölmüş: Annesiyle iletişim kuramayan Lars, Karin'in karnını "sevdiği.." andaki bakışı, aslında çok şeyi özetliyor: Hiç tanımadığı annesini özlüyor Lars: Bianca da, işte tam bu noktada devreye giriyor..
Geçiş-nesnesini ilk kez Snoopy'de görmüştüm: Pek de anlam verememiştim oradaki çocuun sürekli battaniyesiyle dolaşmasına: Tabii, yaş ilerledikçe güven verici battaniye s/imgesi oldukça hoşuma gitmeye başlamıştı: Hatta, arada bi benim bi geçiş-nesnem var mıydı, diye (de..) düşünmeden edemememe rağmen, buna hala bi cevap bulamadım-
yok sanırım..

neysse,, geçiş-nesnesi annenin yerine geçer: Ve fakat şu farkla: Bebek, yeni doğduğunda ve annesiyle olan ilişkisinde kendisini annesiyle bi bütün olarak algılar, zamanla annesinden "farklı.." olduğunu anlayan bebeğin, tümgüçlü fantazlama dünyası gerçekliğin duvarına çarp/maya başl../ar: Her şeylerin kendisi için yapıldığını düşünen, gücünün her şeylere yeteceğini hisseden çocuk-fallus (Lacan-göndermeli..), bu "yeni.." durumu annenin olumlu feedbackleriyle aşmaya çalışır: Ve fakat başarılı olamazsa, tüm kontrolün kendisinde olduğu bi nesne yaratır, ya da bulur-
nesne dediğim, illa bi nesne olmak zorunda diil: Tuhaf sözler, şarkılar, battaniye, peluş oyuncak, başparmak vs..
Lars da, kendisine Bianca'yı buluyor: Tümgüçlülüğünü onun üzerinde deneyiml/emeye devam ed../iyor, bu sayede gerçeklikle "savaşabiliyor..", gerçekliği kabullenebiliyor.. Lars'ın Bianca'yla kurduğu ilişkinin evreleri müthiş bi şekilde geçiş-nesnesiyle örtüşüyor.. Başlangıçta gayet Bianca'yı seven ve onun tarafından sevildiğini hisseden Lars, zamanla (Bianca'nın reddiyle birlikte..) ondan kopmaya başlıyor: Ve en sonunda Bianca ölüyor-
daha doğrusu anlamını kaybediyor: Geçiş-nesnesi olan çocuk da nesnesini kendisi bırakırsa eğer, bunun için üzülmez.. O yüzden Lars da, cenaze töreninde kimsenin siyah giyinmesini istemiyor.. Artık başkası ona dokununca "yanmayan.." Lars da, ilk öpücüğünü Bianca'ya veriyor-
pre-Oedipal dönem?? eheh..

Süfer film.. Hastasıyım.. Oyunculuklar genel olarak çok başarılı olsa da, Patricia Clarkson olağanüstü..

*: Bu yazıyı Yıldız Tilbe - İlan-ı Aşk eşliğinde yazdım-
kimse onun gibi "ah.." çekemediği için..
Read more

The Lovely Bones


The Lovely Bones'un fragmanını ilk izlediğimde içimde çok garip bi his kalmıştı: King Kong'u izlediğimdekine benzer bi his diyebileceğim bu his sayesinde beklentimi hemen minimuma düşürmüştüm, hayal kırıklığımı azaltmak için: Ve fakat bu da yeterli olmadı: Lovely Bones, fazlasıyla kötü bi film/proje..

Filmin Oscar için (Oscar bi metafor sadece, eet..) çekildiği öylesine bariz ki, Clint Eastwood filmleri gibi duruyor, eheh: neysse,, Peter abimiz film yaş sınırı almasın, gişesi sağlam, "ciddi.." ve "görkemli.." olsun böylece ödül radarına girsin diye öylesine kasmış ki, zaten çok da fazla bi anlam barındırmayan öyküyü iiden iiye -iice, harcamış-
buna gelicem yine..

Susie, 14 yaşında komşusunun tecavüzüne uğrayıp öldürülüyor.. Ve fakat cennete gitmeyi/ reddedi../p, arafta kalmayı seçiyor: Ailesini, Ray'i ve onu öldüren komşusunu izliyor.. Aslında unutulmaktan korkuyor Susie, ve bu yüzden cennete bi türlü gidemiyor-
bi de Ray'le öpüşememenin uktesiyle..
Babasının onu hiç unutmayacağını anlayan Susie, sonunda cennete gidiyor ve bize mutlu ve uzun bi hayat diliyor..
Dilemesine de, bu/nlar filmi kurtarmıyor ne yazık ki..

Öncelikle şunu belirteyim: Gayet "minimal.." olması gereken sahnelerde dahi, Peter Jackson kendisini tutamıyor, Araf sahnelerine herhangi bi lafım yok ve fakat, sıradan bi banliyö sokağı, ev içi sahnelerinde dahi abartılı yönetmen trüklerine başvurması filan cidden bi zaman sonra iç baymaya başlıyor: Zorlama gerilim ("her gece aynı rüyayı görüyorum, o eve girersem bi daha çıkamayacağımı biliyorum.."), zorlama mizahla ("35 yaş genç diildir, Groovyteen..) ve zorlama bi aile dramıyla (annenin evi terk etmesindeki tek sebep adamın işiyle meşgul olması sanırım.. Başka bi sebebi varsa da, ben kaçırdım demek ki..) birleşince film de giderek kan kaybetmeye başlıyor.. Oysa, Peter Jackson, gerilim yaratma konusunda son derece başarılı biri, birisiyken, dahası fecii komik filmlere imza atmışken, dram (ve cinayet..) konusunda da başyapıt düzeyinde işler çıkarmışken bu filmin neden böyle olduğu sorusu da cevaplanmayı bekliyor haliyle: "Neden ha neden??"

Filmin başka bi sorunu da, pedofili ve ceza konusundaki tavrı: Önce ceza konusundan başlayalım: Filmin bireysel adaleti savunmaması/onaylamaması ii bişii, ve fakat Susie'nin kardeşinin "delil.."i bulmasına ve ananesine göstermesine rağmen suçlunun yakalanmayıp, Tanrı'nın adaletiyle "ceza.."landırılması fazlasıyla naif kaçmış-
filmin uyarlandığı kitabın yazarı Alice Sebold, 17sinde tecavüze uğramış: Ki, kitap da otobiyografik izler taşıyor muhakkak: Ve fakat kendisi şikayetçi olup, suçlunun ceza almasını sağlamış..

Filmin pedofili konusuna eğilmeyişi, daha doğrusu sadece ima etmesi bi bakıma mazur görülebilir (zira filmde Susie'nin tecavüz ve öldürülme sahneleri de gösterilmiyor..), ve fakat diğer yandan katili sadece küçük yaştaki çocukları öldüren biri, birisiymiş gibi tanıtıyor ki, kaş yapayım derken göz çıkarıyor adeta.. Ki, bunu da -yine, gişe kaygısına bağlamak istiyorum..

Öyle işte.. Susie'nin devasa gözleri, anane rolündeki Susan Sarandon ve acılı baba rolünde Mark Wahlberg oldukça iiler..
Read more

Brüno


'09 yapımı Brüno, yönetmeni Larry Charles'tan ziyade Sacha Baron Cohen'le anılıyor.. Film, Borat'a oranla çok daha "edepsiz.." olmasına rağmen, nedense Borat kadar etkileyici (komik diye okuyunuz..) olamıyor malesef.. Bundaki temel sebepse gay-friendly yapısına rağmen, her türlü gay klişesini bünyesine tepeleme boca etmesi..

Biliriz, en azından Hollywood menşeli romantik-komedilerden, ya da o kadar uzağa gitmezsek, egemen erkek sistemin beyinlerimize kodladığı bi "gay imajı.." vardır: Nasıl olduğunu hepinizin bildiğini varsaydığım bu karikatürü malesef Brüno'da da aynen buluyoruz: Film de, bu yönüyle yüzeysel kalıyor haliyle.. Çok da derinlemesine bi gay profili beklemiyordum ve fakat, bu kadarını da diil..

neysse,, Avusturya'nın en popüler moda programını yapan Brüno'nun dibe vuruşunu izliyoruz: Önce Milano'daki Prada defilesini mahvettiği için kara listeye alınıyor ve şovu iptal edilince Amerika'ya giden Brüno, ünlü olmak için her şeyi yapıyor: Bi şov programı hazırlayan ama kabul edilmeyen, oyunculuk deneyen ama olmayan, İsrail-Filistin barışını sağlamak isteyen ve fakat mutlu sona ulaşamayan, evlatlık çocuk bile edinen ve fakat onu da koruma programı dolayısıyla kaybeden Brüno, çözümü straight olmakta buluyor.. Ve gittiği "gay converter.." yardımıyla straight olan Brüno, tam da şöhrete ulaşmışken aşkı keşfediyor.. Ve mutlu sonla bitiyor..

Film, hakkaten fecii yarmasına rağmen, zaman zaman karikatürize etmenin yüzeyselliğine de toslamıyor diil: "Sıradan.." gay bi çiftin ilişkisini gösterirken işi grotesk bi boyuta taşıması güldüremiyor malesef-
ama, bisiklete takılmış dildo düzeneği fecii yaratıcı :))

Ağız dolusu gülebileceğiniz bi iş Brüno ve fakat Borat kadar "ince.." diil malesef.. Mockumentary fikrini ilk film gibi lehine kullanan Brüno'da, dikkate değecek çok an var da, özellikle de bebeğiyle çektireceği fotoğraflar için ebeveynlerle mülakat yaptığı sahne olağanüstü olmuş.. Brüno'nun içinde bulunduğu durumun toplumsal boyutuna da projeksiyon tutan bu anlar, filmin gözümdeki değerini artırıyor-
da, abicim o nasıl bi gülüş öyle ya??

neysse,, gay klişelerine bulanmasına ve zaman zaman homofobiye göz kırpmasına rağmen, fecii komik bi film Brüno.. Kafa dağıtmak için süfer..
Read more

Borat: Cultural Learnings of America for Make Benefit Glorious Nation of Kazakhstan


'06 yapımı mockumentary Borat (uzun adını bi daha yazmaya niyetli diilim: hiç..), iki farklı açıdan değerlendirilebileceği gibi, saf bi komedi filmi olarak değerlendirilebilir.. Önce bu iki bakış açısına, sonrasında da -kaçınılmaz olarak, mizah olayına az bişii değinmek istiyorum..

Kazakistan'da bi köyde yaşayan gazeteci Borat, ülkesinin desteğiyle New York'a gidiyor: Amacıysa orada bi belgesel hazırlamak: Azamat ve tavuğuyla yola çıkan Borat'ın başından türlü çeşit iş geçiyor haliyle: Bi noktadan sonra tek amacı Pamela Anderson'la evlenmeye dönüşen Borat, bu hayaline de ulaşamıyor ve fakat öncekinden daha (da..) mutlu bi şekilde ülkesine dönüyor.. Ve film bitiyor..

Filmin her kesime hitap etmeyecek mizahının, tabii ki tartışmaları filan da beraberinde getirmesi son derece olağan.. Filmin Lübnan dışındaki tüm Arap ülkelerinde, Malezya'da ve Ukrayna'da yasaklanması filan.. Kazakistan'sa her ne kadar durumdan rahatsız olmuşsa da, filmi yasaklamayarak hoşgörülü olabilmeyi de başarmış misal-
aynı durum Türkiye'de olsaydı filmi yasaklamazla kalmaz, neler yapılırdı hayal bile edemiyorum..

neysse,, filmi anti-Semitik, ya da "Kazakları kötü gösteriyor.." diye eleştirmek mümkün: Dahası, ensesti, engellileri, seksizmi, ırkçılığı doğrudan olumluyor gibisinden şeyler söylemek de.. Filmin mizahının politically correct anlayışı hedef alıp onun üzerinde yükselmesi buna sebep oluyor haliyle.. Meseleyi "Sacha zaten yahudi, nasıl anti-Semitik olabilir.." düzlemine/banalliğine taşıyacak diilim.. Açıkçası filmi oryantalist bulmak -bana göre, neredeyse mümkün bile diil.. Doğu'yu/halkını kötü tanıtmak, hatta onları o şekilde yaftalamak filmin gayesi diil: Borat köyün tecavüzcüsünü, Kazakistan'ın en iyi 4. fahişesi olan kardeşini, zeka özürlü kardeşini (ve aralarındaki ensest ikişkiyi..), karısını 12 yaşında "satın aldıktan.." sonra ondaki değişimi vs..yi anlatırken öylesine sakin ki, bu durumlar onun için gayet "olağan.." diye düşündürüyor.. Ve fakat, bunları "gerçek.." kabul etsek bile, tam bu sahnelerden sonra gelen Amerikalı tepkileri işi daha da farklı bi noktaya çekiyor: Özellikle nasıl espri yapması gerektiği konusunda ders alırken, Borat'ın her espri denemesinde "hayır, Amerikalılar buna gülmez.." deyip, kendi komik buldukları "..not.." esprisini önermesi durumu, dahası politically correct yüzünden diğer şeylere izin vermeyişi filan.. Fecii yarıyor..

Filmin temel derdi Kazakları, çingeneleri, Yahudileri, feministleri, Amerikalıları, Müslümanları, Hıristiyanları, bunları ya da şunları aşağılamak diil.. Ki zaten aşağılandığını düşünenler filmi izlemeyi bırakıyorlardır tahminimce.. Ayrıca film politically correcti al-aşağı eder gibi yapıp, sonra idealizmin batağına saplanan diğer örneklerden de oldukça farklı-
aklıma -nedense, South Park geldi ilk olarak, eheh..

Bi kere Borat, gerçekten fütursuz bi proje: Önüne katıp sürüklemediği bişii yok neredeyse: Ve fakat, bu, süfer bi kelebek etkisi meydana getiriyor: Irkçı olması, gittiği yerdeki ırkçılığın (da..) su yüzüne çıkmasını sağlıyor misal, ya da seksist olması bulunduğu ortamdaki seksizmi de (özellikle karavan sahnesinde bu tavan yapıyor..) dışarı çıkarıyor, vs.. Ve bu yönüyle film, hedef tahtasına Kazak ya da diğer unsurları diil, genel olarak politically correct anlayışı oturtup, ona saldırıyor: Anarşist olmayan Borat (karakteri.), ortaya anarşist bi yapının çıkmasını sağlıyor ve süfer de yapıyor..

Filmin yer yer ucuzlaştığı anlar da yok diil tabii: Özellikle oteldeki Azamat-Borat kavgası, fecii uzatılmış tuvalet ve antikacıdaki slapstick anlar bayıyor zaman zaman.. Ve fakat genel olarak oldukça başarılı bi iş Borat: Hatta skeçvari ilerlemesinin doğuracağı handikabı azaltmak için yol filmi şeklinde "ilerlemesi.." de işlevsel bi trük misal.. Seviyorum kısaca..

Read more

The Wrestler


Aronofsky'nin son filmi The Wrestler, Fountain'ın gişede iki seksen yatması dolayısıyla daha mainstream bi proje haliyle-
sinema tarihi bu tür facialar ardından ülkesine geri dönen, film çekemeyen, memur yönetmene dönüşen (ki, bunun son örneği de M. Night Shyamalan oldu..) kişilerle dolu..
Bu bakımdan Wrestler'ın daha "kolay.." bi anlatısı ve çoğu kişiyi etkileyecek dramatik bi yapısı var, lakin kazın ayağı pek de öyle diil..

Randy adlı güreşçimiz 80lerde altın çağını yaşamış biri, birisi: Ama sonrasında hayat onun için pek de ii gitmemiş: Haftasonları çeşitli gösterilere çıkarken, geri kalan zamanlarında markette çalışıp, striptiz kulübüne giderek geçiriyor: Kirasını bile ödemeyediği dönemleri oluyor filan.. Bi de kızı var, uzun zaman önce terk ettiği..

Pam adlı ablamızsa Randy'nin müdavimi olduğu striptiz kulübündeki "kız.."lardan biri, birisi ve fakat, işler onun için (de..) eskisi gibi diil: Müşteriler kendisini pek beğenmiyor, diğer kızlar iç çamaşırlarında banknot koyacak yer bulamazken, bu ablamız bahşiş alamıyor pek.. İşte bu iki "modası geçmiş.." insan birbirlerini bulmaya çalışıyorlar..

Randy bi gösteriden sonra kalp krizi geçirip, üzerine de açık kalp ameliyatı olunca güreşi bırakmasını salık veriyor doktor, Pam'in tavsiyesine uyan adamımız kızıyla kötü olan ilişkisini düzeltmeye çalışıyor ve fakat, o da olmuyor.. Ve Randy ringlere geri dönüyor.. Pam de işi bırakıyor filan..
Bildiğin klişe çorbası: Artık işlene işlene eprimiş bi hikayenin böylesine etkileyici olabilmesini birden fazla etkene bağlamak mümkün, de sadece bi-iki noktaya değinip geçicem: Mickey Rourke faktörü.. "E aynı Mickey'nin hayatı.." şeklindeki paralelliği film, lehine çevirmekte son derece başarılı..
Ve sinematografisi: Hakkaten teknik açıdan ii bi iş Wrestler.. Ancak, bu bile fecii klişeye bulanmış yapıyı perdelemeye yetmiyor..

Dahası, filmin son sahnesi dahi öylesine "görkemli kaybedenler.." soslu ki, etkileyici olması gereken bu sahne fecii yapay hale geliyor: Randy-Ayatollah (ülke metaforu..) karşılaşmasının da tesadüf olmasını diliyorum.. Öyle işte.. Beni fena halde sıkan bi film Wrestler.. Marisa Tomei'nin "üzgün striptizci.." "şov.."unu izlemektense, Planet Terror'ın açılış sahnesindeki Cherry Darling şovunu tercih ettiğimi de belirtiym :))
Read more

The Fountain


Aronofsky'nin üçüncü uzun metraj filmi The Fountain müthiş bi stile sahip olsa da, öylesine berbat bi film.. Bu berbatlığın sebebine gelmeden önce filmin çokça sorunlu geçen yapım süreci -ve tabii ki sonrasından, bahsetmek lazım..

Requiem For A Dream'den sonraki projesini "hayatının filmi.." olarak tanımlayan Aronofsky, projede Cate Blanchett ve Brad Pitt'e rol vermeyi istemesine, hatta Brad Pitt'in rolü kabul etmesine, 70 milyonluk bütçeyle yola çıkılmasına ve film için setlerin hazırlanmasına rağmen, Brad'in projeden çekilmesinin ardından, hazırlanan setler de çöpü boylamış haliyle.. Sonrasındaysa Russell Crowe düşünülmüş Brad yerine ve fakat, kendisi başka bi filmle meşgul olduğu için teklifi kabul edemeyince, Aronofsky projeyi ertelemeye karar veriyor: Ve fakat kafasında sürekli bu proje olan, hatta Batman serisinin yönetmenlik teklifini dahi geri çeviren abimiz, bütçesiz bi şekilde işe yeniden koyuluyor.. Warner Kardeşler projeye bu defa 35 milyonluk bütçe ayırmayı kabul edince Hugh Jackman'la anlaşılıyor ve fakat film de blue-box önünde çekilmeye başlanıyor.. Beklentiler en üst seviyeye çıkmışken (dile kolay 6 yıllık bi süreçten bahsediyoruz..), sadece Amerika'da 1472 salonda gösterime çıkan film tam anlamıyla "batıyor.."

Venedik'teki ilk gösteriminde yuhalandığı sır diil filmin: Hemen ardından "A Space Odyssey.." paralelliği kurulmasına rağmen ("eö, o da en başta anlaşılamamıştı ve fakat sonradan iade-i itibar edildi.."), film bütçesinin yarısını bile gişeden kaldıramayınca Aronofsky de sessizliğe bürünüyor haliyle-
bu bakımdan -şimdilik, son filmi oldukça manidar..

Filminse temel sorunu, konusu: Hepsi aynı kapıya çıkan tek bi söylemini, öylesine sakız gibi uzatıyor, leitmotiflerle seyircinin gözüne sokuyor, aynı şeyi farklı mizansenlerle onlarca defa ortaya koyuyor ki, tüm bu sıkıcı (ve fecii grotesk..) hali, bi noktadan sonra gülünç olmaya başlıyor.. Hikayeyi lineer olarak özetlersek mevzu şu:
Bi adam var, doktor.. Karısıysa beyninde tümör olan ve "The Fountain.." adlı kitabını bitirmeye kasan bi ablamız.. Ne var ki, eşinin durumu giderek kötüleşiyor ve tam da çözümü bulmuşken eşini kaybeden abimiz ne yapacağını bilemiyor.. Ana hikaye bu olmasına rağmen, iki yan hikaye daha var-
ki, bu iki hikaye birbirini tamaml/amaya çalış../ıyor..
Ablamızın yazdığı The Fountain 16. yyda geçiyor: İspanya kraliçesi oldukça zor durumda, zira Inquisitor Silecio kraliçeyi öldürmek istiyor: Kraliçe de emrindeki bi askeri bi Maya tapınağını bulmak için görevlendiriyor: Bu Maya tapınağındaysa Hayat Ağacı var: Ki, "ölümsüzlük bu hayatın usaresinde gizli.." Adam, uğraşa uğraşa tapınağı buluyor ve fakat tapınak koruyucusu onu yaralıyor: Bu noktada ablamız yazmayı bırakıp, eşinin kitabı "bitir.."mesini istiyor-
filmin-sevicileri neden bitiri tırnak içinde yazdığımı anlamışlardır herhalde :))

Ve fakat, adamımız korkuyor: Neden korktuğuna gelince: Ölüm.. İşte bu noktada da diğer yan hikaye karşımıza çıkıyor: 2500'te bi uzay yolcusu da bi nebulanın içine yolculuk ediyor: Yanında da ölmeye yüz tutmuş bi ağaç var: Ve fakat nooluyor, 1500lü yıllarla 2500lü yıllar kesişiyor ve adamımız ölmeyi "kabulleniyor..", niyçün: Sevdiğini yaşatmak için..

Bu kadar: Açıkçası filmin mistisizme böylesine referanslar vermesi ii hoş da, tüm bu çaba hakkaten sonuçsuz kalıyor: Filmin metinsel/görsel düzleminin sanki çok giriftmişçesine sürekli kendini tekrar etmesi öylesine boş ki, insan ne dese bilemiyor sahiden.. Bi noktadan sonra yönetmene "bitir.." diyesi geliyor insanın-
en azından benim..

Yanisi: Çok fazla şey söylüyormuş gibi yapabilmesini görselliğine borçlu olan film, ne yazık ki aslında hiçbişii söylemiyor..
Read more

Requiem For A Dream


"Harry.. Bugün gelebilir misin??"
"Eet.."
Çok az (hatta sadece 7..) filmde içimi böylesine dağlayan diyalog (gerçi bi tanesi monolog..) var.. Bi tanesi de bu filmde.. Konuşma birbirine umut vererek sürse de, Marion gözyaşını siliyor.. Ve partiye gidiyor..

(Arkadaşlarını kastederek..) "Bana ihtiyaçları yok.. En güzel yerde ben oturuyorum: Neden biliyor musun: Çünkü televizyona çıkacağım??"
Sara, hastanede arkadaşlarını kesilmiş saçlarıyla karşıladığında ve onlar hastane bankında birbirlerine sarılıp ağladıklarında, Sara tv şovunda kendi mutlu sonunu izliyor.. Artık bu noktada nefes almak istiyor insan..

[Böylesine duygusal bi giriş yapmayı planlamıyordum aslında..]
!f'in ilk senesinde izlediğimde hissettiklerim zamanla azalsa da, filmi yazmak için yeniden izlediğimde yine aynı sahnelere aynı tepkilerle (ağlama isteği..) karşılık verdim.. Böylesine soğuk olmasına rağmen aynı zamanda insanın boğazına takılan bişii, film.. En büyük gücünüyse, tabii ki Hubert Shelby Jr..'ın romanı, kurgusu ve Clint Mansell imzalı olağanüstü müziklerinden alan filmin öğelerinden diil de, özellikle kurgusundan bahsetmek istiyorum..

Eğer "bu.." hikayeyi lineer bi şekilde anlatsaydı film, muhtemelen "bu.." kadar etkileyici olmazdı, olamazdı.. Bağımlılık olayının doğasına uyacak şekilde bissürü leitmotife ve fecii kesmelere başvuran film, video-klip estetiğiyle birlikte zamanının ruhunu yakalıyor-
ki bence filmin en büyük başarısı da bu..

Marion, uyuşturucu ya da para için zorda kaldığında birlikte oluyor.. Ty'sa Big Tim'e "ne isterse vereceğini.." söylemesine rağmen, mal alamadığını söylüyor misal bi yerde.. Arnold'la son sevişmesinde ışıkları kapatmasını isteyen Marion'ın, öncekilerde ışığın açık ya da kapalı olmasıyla ilgilenmediğini öğreniyoruz-
gelicem buna yine.. Ve tabii ki Big Tim'e oral seks yapması ve "ass to ass.." sahnesi-
ki, bu sahneyi izlerken duyduğum hissin benzerini (hatta aynısını diyelim..) They Shoot Horses, Don't They'de de duyuyorum-
şurada bahsetmişim bundan, hımm..

Bağımlılık/yerleşik estetik kalıplar ve onlara uymanın zorunluluğunu film Sara üzerinden öylesine güzel işliyor ve Ellen Burstyn o kadar muhteşem oynuyor ki, diğer karakterlerin uyuşturucu bağımlılığı sönük kalıyor bunun yanında: Yalnız ve yaşlı olduğu için (kendisi böyle düşünüyor..) tutunacak hiçbişiiysi kalmayan Sara'nın tvye çıkma ihtimali onu hayata bağlıyor.. Bi bakıma kurban olmayı seçiyor Sara.. Gelen formu doldurup, zarfı öpüp posta kutusuna attığında ne kadar sevinçli ve eminse, tv binasına gittiğinde de şova çıkacağından o kadar emin.. Hiçbi değişiklik olmuyor.. Yine yalnız ve yaşlı.. Hala tvye çıkacağı günün hayalini kuruyor, insanların ondan hoşlanacağı fikrinin..
Marion da: Aynı: Önceden de kendisine "dünyadaki en güzel kızsın.." iltifatları edilmiş olmasına rağmen, o, sadece Harry'nin söylediğini ciddiye alıyor.. Sadece onun yanında kendini "birey.." gibi hissediyor.. Sadece ailesiyle olan ilişkisiyle sınırlandırılamayacak bişii bu: Bu birey olamama durumunu öylesine içselleştirmiş ki Marion, gayet ii olduğu tasarım işini bile yapmıyor, yapamıyor: Kendi başına yaptığı çizimleri ondan başkası görmüyor, onları yırtıp atıyor.. Sonra Ty ve Harry, uyuşturucu konusundan para kazanacaklarından bahsederken -belki de farkında dahi olmadan, Marion'dan bahsetmiyorlar: "Benim payım ne??" diye sormak zorunda kalıyor.. Ve Harry, para kazanmak için Marion'ı Arnold'a gönderiyor.. Marion bişiiler ima etse de, bu -artık, Harry için önemli olmuyor.. Ve o diyalog sahnesi.. "Birey.." olmaktan vazgeçen Marion, kurulu düzeni kabullendiği/-ebildiği için finalde gülümseyebiliyor: Sara'ysa hala itaat etmediği için..
Küvette atılan çığlık.. Bi rüya için ağıt..

*: Bu yazıyı, teü, Lux Aeterna eşliğinde yazdım..
Read more

Aronofsky Filmografisi: #1 Pi


Darren Aronofsky'nin ilk uzun metraj filmi Pi, derinlikli görünmeye çalışırken, sığlığın içine hapsoluyor.. Siyah-beyaz fecii grenli görüntüsüne ve sıkı soundtrackine çok şey borçlu olan film, söylemeye çalıştıklarının ağırlığı altından kalkamıyor maalesef.. Dahası bi noktadan sonra şirazeden çıkıyor..

Max, matematikle uğraşan biri, birisi.. 6 yaşındayken annesi ona güneşe bakmamasını söylediği halde, baktığı için gözlerinde bi sorun oluşuyor ve bu olaydan sonra dayanılmaz baş ağrıları çekmeye başlayan Max, sürekli ilaçlar kullanıyor.. Atakların geleceğini sağ elinin baş parmağının titremesinden anlayan Max, insanlardan soyutlanmış bi hayat yaşıyor: Görüştüğü (ve go oynadığı..) tek kişi kendisi gibi bi matematikçi olan Sol.. Sol'sa pi sayısını araştırırken bundan vazgeçiyor.. Max, Sol'un araştırmasında bazı şeyler bulduğu ve korktuğunu düşünüyor.. Kendisinin şöyle bi düşüncesi var: Doğadaki her şey sayılardan ibaret.. Dünyayı bu şekilde algıladığı için bi zaman sonra işler çığrından çıkmaya başlıyor onun için.. Zira, bilgisayarı bi gün 216 rakamdan oluşan bi sayı çıktısı verip "yanıyor.." Ve kasasına bakarken orada bi karınca gören Max, bunu araştırıyor vs..

Filmin başından beri Max'in peşinde olan Marcy'yse Max'e reddemeyeceği bi teklif yapıyor: Çalışmalarında kullanmak için henüz piyasaya çıkmamış bi çipi Max'e çalışması için veriyor.. Bi de Lenny var: O da bi numerolojist.. Eski Ahit'teki bi şifreyi arayan ekibin üyelerinden.. Max, araştırmalarına devam ettiğinde bişii bulamıyor ve fakat bu süreçte baş ağrıları, bunlara eşlik eden halüsinasyonlar ve burun kanamalarından giderek daha fazla yoruluyor.. Sol'la tartışan Max, adamın evine bi daha gittiğinde onu göremiyor ve fakat o sayıyı Sol'un da bulduğunu görüyor.. Derken Marcy Max'i sıkıştırıyor, sayıyı bulmasına rağmen neden onlara vermediği dolayısıyla Max'e köpüren Marcy, adamı elinden kaçırıyor.. Bu sırada Lenny'nin "eline düşen.." Max, o sayının bu abiler için önemini öğreniyor filan.. Ve climaxte beynini matkapla deliyor.. Sonrasında daha mutlu oluyor..

Film, gayet güzel başlamasına rağmen, birden şirazeden çıkıyor: Max ve Sol o 216 haneli sayıdan bahsederken Sol, o sayıların bilgisayar kendi "bilincine.." vardığı için yandığını söylüyor.. Ve bu noktadan sonra film, metafiziğe kapı aralıyor ve bi daha bunu kapatmıyor: Yahudi ekip, bu sayının Tanrı'nın adı olduğunu söylüyor ve bu yüzden Lenny gibi bi araştırma ekibiyle Eski Ahit'teki bu "şifreyi.." aradıklarını belirtiyor.. Max'se, Tanrı'nın kendisinin "seçilmiş.." olduğunu söylüyor.. Da, işte bu "seçilmiş.." mevzuu ve dahası filmin fütursuzca içine daldığı dini-felsefi zemin (Kabala..) filmi itici bi hale sokuyor: Zira, karşımızda büyük laflar ediyormuş gibi görünmesine rağmen, fecii güdük bi film: İki-üç dini-felsefi gönderme ve bikaç matematik teorisini anlatmakla bu işler yürümüyor maalesef.. Filmin bütçesinin düşük olmasıyla da alakası yok tabii bu söylediklerimin: Metni oldukça yüzeyde dolaşmasına karşılık, karakterlerine fecii "misyon.."lar yükleyen filme ayılıp bayılmak ya da köşeye atmak size kalmış ve fakat, handiyse "çöp.." bi film bence Pi..

Pi'ın tüm bu metinsel yüzeyselliğine rağmen, Max'in paranoid-şizofren olabilme ihtimali de var: Ki, böyle bi durumda "seçilmiş.." mevzuu ve halüsinasyonları daha da "anlaşılabilir.." kılınabilir, eet.. Ve fakat bu da filmi "farklı.." okumaya yetmiyor gibi.. Grenli görüntü ve atmosfer her şeydir, metin hiçbişii, eheh..
Read more

Amateur


Hal Hartley'in '94 yapımı Amateur, kara-film gibi görünmesine rağmen, son derece eğlenceli bi yapıya sahip.. Ki, hala en sevdiğim Hartley filmi kendisi: -yine, Ki, bunda asıl sebep Isabelle Huppert tabii ki..

Hikayesi şu şekilde ilerliyor: Isabelle, eski bi rahibe: 17 yaşındayken rahibe olup, 15 yıl boyunca bu şekilde takıldıktan sonra, porno dergiler için öyküler yazmaya başlıyor: Ve fakat, tahmin edileceği gibi, bu metinler "yeterince.." pornografik olmadığı için editör tarafından geri çevriliyor: Ayrıca kendisi bakire bi nemfoman.. En azından o öyle olduğunu iddia ediyor..

Thomas'sa, porno sektöründe yer alan biri, birisi: Oldukça nüfuz sahibi olmasına rağmen, bi gün Sofia, onu camdan aşağı atıyor.. Ve Thomas, hafızasını kaybediyor.. Bi kafede Isabelle'le tanışıyor ve onun evinde kalıyor..

Sofia'ysa, çok ünlü bi porno oyuncusu: Thomas onu sevmesine rağmen, aynı zamanda onu film çekmesi için zorluyor: Bu hayattan kurtulmak isteyen Sofia, Thomas izin vermediğinde onu camdan aşağı itiyor..

Edward'sa, Thomas'ın da içinde bulunduğu porno "çete.."sinin muhasebe işlerini yapan biri, birisi..

Thomas, hafızasının kayıp parçalarını bulmaya çalışırken, Isabelle de ona yardımcı olmaya çalışıyor: Uykusunda sayıklayan Thomas, Sofia adını söylüyor.. Kiraladığı porno filmde de Sofia'yı görüyor: Isabelle'se hayatı boyunca Tanrı'dan bi görev beklediğini Sofia'yı -ikinci kez, gördüğünde anlıyor: Ve kızı kurtarmak için Thomas'ın kendini bulduğu yere gidiyorlar..

Sofia'ysa, önce Edward'la görüşüp ona Thomas'ı öldürdüğünü söylüyor ve kaçmak/saklanmak için Edward ona yardım ediyor: Ve fakat gözü daha yükseklerde olan Sofia boş durmuyor ve çetenin liderini de peşine takıyor.. Edward, çete üyelerinin ikisinden işkence gördükten sonra fecii agresif bi hale geliyor.. Ve hepsi, çeteden kurtulmak için çabalamaya başlıyor..

Bu sırada Edward'ın önerdiği eve geldiklerinde film, Godard'ın Bande A Part'ına selam duruyor.. Çete üyelerinden kurtulan dörtlü Isabelle'in eskiden bulunduğu manastıra geliyor, orada Sofia ölürken, çıkışta da Thomas ölüyor..

Film, cidden hem süfer, hem de fecii komik: Özellikle de Isabelle'in nemfoman olduğunu Thomas'a söylediği sahne, floppy "disk.."lerin kare olması konulu leitmotif ve Thomas'ın parkta bi çocukla yaptığı Odysseus ve Sofia muhabbeti süfer.. Ayrıca Isabelle Sofia'nın kıyafetlerini giydiğinde (özellikle de deri elbise..) ve elinde matkapla handiyse kameraya poz verdiği sahnelerde fecii fetiş özelliklere bürünüyor..

Filmse, kendini bulmakla ilgili: Thomas'ın durumunun metaforlanacak bi hali yok tabii de, Isabelle ve Sofia'nın içinde bulundukları ve değiştirmek istedikleri "durumları.." ve bunun için çabalamaları takdire şayan.. Sofia bunu başaramazken, Isabelle başarıyor-
ve fakat, tam da bu sırada bi klişe karşımıza çıkıyor: Saçlarını açıp, elleriyle geriye doğru itmesi ve sanki aynada kendini izliyormuş gibi olan bu sahne filmin kolaycı yanı diyelim, eheh..

Oyunculuklar süfer tabii de, Isabelle Huppert muhteşem -hep..
Read more

Alice In Wonderland


Tim Burton, uzun bi süre bekletti bizi bu film için: Aslında filmin beklentilerimizi karşılamayacağı, daha projenin Disney'in kanatlarının altında başlamasından belliydi.. Ve fakat, kendi adıma böylesine "kötü.." bi film beklemiyordum..

Burton, filmin çekim süresinde olsun, gösterime girmesine az bi zaman kala olsun, "bu.." filmin diğer Alice uyarlamalarıyla, hatta doğrudan serinin iki kitabıyla çok da bağlantılı olmadığını söylemişti.. Ve fakat, ortaya çıkan sonuç, hakkaten ama hakkaten fecii..

Film, Edward Scissorhands'i andıran bi sahneyle açılıyor, Alice (hep aynı..) kabusu gördüğü gecelerden biri, birisinde uyanıyor ve babası da onu uyutmakla beraber, ona çeşitli trükler yapıyor vs.. Sonrasında Alice'e evlenme teklif etmek için bi seremoni düzenleniyor ve beyaz tavşanımız ortaya çıkıyor.. Alice de -yeniden, onu takip edip kovuktan aşağı düşüyor.. Ve yeni bi maceraya atılıp mutlu sona ulaşıyor..

Açıkçası, filmi Johnny Depp ve olağanüstü dansı ve karizması da kurtaramıyor.. Çekimler boyunca en çok eğlendiği belli olan kişiyse kuşkusuz Red Queen rolündeki Helena Bonham Carter-
ayrıca nasıl eğlenmesin ki: O, alabildiğine kitschlik içinde yüzerken enerjisi perdeden bize de geçiyor: Filmde bayıldığım tek şey kendisi oldu..
Beyaz kraliçe karakteriyse sadece 3 jest ve bikaç mimikle oynuyor ki, feciiden de öte.. Cheshire Cat süfer tabii.. Filan..

Filmin en can sıkıcı yönlerinden biri, birisi de efektlerin zayıflığı hakkaten.. Koca filmde "süfer.." diyebileceğim tek bi plan bile bulamadım kendi adıma.. Öyle yani.. Uzun yazmanın bi alemi yok..
Read more

Spiklenci Slasti


Jan Svankmajer'in '96 yapımı filmi Spiklenci Slasti, inanılmaz zevkli bi iş.. Sadece iki yerde konuşma olan filmde başka herhangi bi diyalog yok.. Tamamen fetişler üzerine odaklanan filmin dünyada başka bi benzerini bulmak imkansıza yakın-
nobody Is Perfect gibi belgeselleri ayrı tutuyorum tabii..

Birbirine sürekli teğet geçen altı kişiden dördü aslında birbirini tanıyor: Pivoine, Mrs.. Loubalova'yla aynı evde yaşıyorlar-
farklı odalarda: Loubalova ablamız, kedisiyle birlikte yaşayan, sadistik öğeler taşıyor bünyesinde.. Aynı şekilde Pivoine de sadistik.. İkisi de birbirlerinin bebeklerini yapıyor ve bundan tatmin oluyorlar..

Gazete dükkanı olan Vendor'sa, Anna Weltinska'ya aşık.. Gayet obsesif-kompulsif olan Vendor, Anna'yla birlikte olmak için tvsine bi düzenek ekliyor.. Ve kendisini Anna'ya sevdiriyor..

Anna'ysa evli bi kadın: Kocasının adı filmde geçmediği için Anna'nın kocası dicem kendisine: Kocasıyla arasında iletişimsizlik problemi var.. Kocası bahçedeki kulübede vakit geçirirken, Anna'ysa sürekli ağlıyor.. Ve bi gün eve balık alarak geliyor..

Anna'nın kocasıysa okşanmaktan delice bi haz alan bi abimiz.. Bunun için çeşitli yöntemler geliştiriyor.. Ve kleptoman..

Postacı ablamızsa ekmekleri küçük küçük yuvarlayıp bunları burun ve kulak deliklerine sokup uyumaktan hoşnut.. Ayrıca röntgenci..

Film, bu altı karakterin kendi tatmin düzeneklerini hazırlamalarını anlatıp, sonra eyleme geçtiklerini gösteriyor.. Ki filmin açılışındaki (muhtemelen ortaçağ dönemine ait..) resimler, izleyeni filme müthiş bi şekilde hazırlıyor-
unicorn'la ilişkiye giren adam akla tabii ki Zoo'yu getiriyor..

Karakterler tatmin olurken, filmin (daha doğrusu yönetmenin..) sürrealizmi devreye giriyor: Özellikle Vendon ve Anna'nın ilişkisinin birbirine bağlanışı kusursuz.. Pivoine ve Loubalova bölümlerindeyse stop-motion kullanımı zaman zaman büyülüyor-
özellikle Pivoine kırbaçlanırken: Ya da benim hoşuma gittiği için de olabilir bu eylem..

Ve fakat karakterler tatmin olduktan sonra sıra değişmeye başlıyor: Filmin -yine, açılışındaki resimlerin zamana vurgu yapmasından hareketle, bu şekilde bi circle kurguyla bitişi olağanüstü bişii: Filmin mesajını çat diye veriyor.. Pivoine Vendon'un düzeneğine merak salarken, Anna postacının ekmeklerine, postacıysa Anna'nın balıklarına, Anna'nın kocasıysa Pivoine'le "yer değiştiriyor.."-
ki, bu da bi s/avunma mekanizması..
Pivoine ve Loubalova'ysa birbirlerini "öldürüyorlar.." Ki, cidden süferden de öte bi şekilde görselleşiyor bu..

Freud, fetiş için "kadına atfedilen penis.." der, fetiş konusunun çok da ayrıntısına girmiycem ve fakat, en azından fetişi olan her insanın izlemesi gereken olağanüstü bi film Spiklenci Slasti: Filmin ses ve görüntü konusunda da fecii fetişist olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım..

*: Bu yazıyı Knight Errant - Paradise Regained eşliğinde yazdım.. Bu arada filmdeki Pivoine müthiş tatlı bişii :))
Read more

PVC-1


Spiros Stathoulopoulos'un '07 yapımı filmi PVC-1, tek planda çekilmiş ve bu yönüyle öne çıkmasına rağmen, açıkçası etkisinden kolay kolay çıkılamayan bi film.. Bunu sadece tek plan çekimden oluştuğu için söylemiyorum tabii: Dramatik açıdan son derece sarsıcı olduğu için söylüyorum ve bu etki film gerçek zamanlı ilerlediği için katlanılmaz bi acıya dönüşüyor..

Ofelia ve Simon Kolombiya'nın ücra sayılabilecek bi bölgesinde yaşayan evli bi çift.. 3 çocukları var.. Hakkında bildiklerimiz sadece bu..
Film, bi kamyonette yolculuk eden 5 kişiyle açılıyor: Biri, birisinin kucağında siyah bi çanta var, ne olduğunu başta anlamadığımız çantanın içinde bomba olduğunu sonradan öğreniyoruz.. 5 kişiden dördü (biri, birisi arabada kalıyor..) Ofelia ve Simon'un yaşadığı evi basıyor.. Üç çocuun ağzını ve ellerini bağlayan kişiler, Simon'u da etkisiz hale getiriyorlar.. Derken değme korku filmlerine taş çıkartacak bi sahne karşılıyor bizi: Kamera bahçede ilerledikten sonra domuzların olduğu yerden geçip, bi civcivi besleyen Ofelia'yı görüntülüyor.. İki kişinin aniden Ofelia'ya saldırdığı bu sahne hakkaten yerimden sıçratmıştı beni..

Ailenin bütün üyelerini bi araya toplayan kişiler Ofelia'nın boynuna pvc korumalı bi bomba yerleştirip 15 milyon peso istiyorlar: Aile fakir olduğu için bu parayı veremeyeceğini söyleyince gidiyorlar.. Çantadan çıkan kaseti dinlediklerindeyse hayatları artık eskisi gibi olmuyor bi daha.. İki çocuu evde bırakan çift, Rosita'yı yanlarına alıp evden çıkıyorlar: Ofelia evdeki haçlı tespihi almak için geri dönüyor ve komşularından onları kasabaya bırakmasını istiyorlar.. Ancak Ofelia'nın boynunda bi bomba düzeneği taşıdığını anlayan (öncesindeyse "yeni trend mi bu??" diye espri yapan..) komşuları onları arabasından kovuyor.. Ve aile, başka bi araçla (tren raylarında insan gücüyle hareket eden bi çeşit raylı araç: ne deniyor bu araçlara, bilmiyorum hakkaten..) ilerlemeye çalışıyor-
ki, cidden fecii güzel bi sahne..

Ve bomba düzeneğinden ilk ses geliyor, aile fecii şekilde panikliyor.. Ancak güvenlik güçleriyle buluşacakları yere varıyorlar.. Ve Ofelia'nın boynundaki düzeneği etkisiz hale getirmek için elinde küçük bi bıçakla Hurtado çalışmaya başlıyor.. Askerler, ambulans ve çevreden bikaç kişi geliyor.. Hurtoda ve Ofelia birbirlerine güç vermeye çalışırken, bomba düzeneğinden çıkan gaz Ofelia'yı bi ara bayıltıyor.. Sonra kendisine geldiğinde Hurtado bomba düzeneğini etkisiz hale getiriyor.. Buna gerçekten sevinecekken duyduğumuz patlama her şeyi alt-üst ediyor..

En uzun planların bile 1 dkyı zar zor bulduğu yeni-nesil-sinema karşısında elini taşın altına sokmaktan çekinmeyen PVC-1 teknik açıdan oldukça zor bi işin altından başarıyla kalkıyor: (Sayabildiğim kadarıyla..) 13 farklı mekana uğrayan filmin geçişleri gerçekten kusursuz.. Önceden ne kadar prova yapıldı bilmiyorum ve fakat verilen emeği hissediyorsunuz.. Oyunculukların geneli kötü olsa da, Ofelia rolünde Merida Urquia filme çok şey katıyor..

Gerçek bi olaydan yola çıkan PVC-1'i belgeselmiş gibi değerlendirmeye başlıyorsunuz bi süre sonra: Ya da ~1.5 saatlik bi ana haber bülteni gibi.. Gösterişsiz hali etkileyiciliğini kat be kat artıran ve kurguya meydan okuyan bu film gerçekten çok daha fazla takdiri hak ediyor..
Read more

Inferno In Diretta


Yamyam Üçlemesi'nin son filmi '85 yapımı Inferno In Diretta, daha çok Cut And Run adıyla biliniyor.. Cannibal Holocaust'tan ziyade Ultimo Mondo Cannibale ayarında olan filmin baş kahramanı bi kadın-
ilginç geliyor işte..

Korku/aksiyon kırması olan film, inanılmaz müthiş bi sahneyle açılıyor: Güney Amerika'da kokain üreten "beyaz.." çeteye Michael Berryman'ın canlardığı Quecho öncerliğindeki yamyamlar saldırıyor-
ki, kendisi, teü, filmin en korkutucu anlarında yer alıyor.. Çete üyelerini öldürüp, iki kadına tecavüz ettikten sonra onları da öldürüp, kokaini filmin diğer kötü adamı Colonel Horne'a veren Quecho görevini tamamlıyor..
Sonraki sahnede Kolombiya'dan Miami'ye kucağında bebekle gelen bi ablayı izliyoruz, güvenlik kontrolünden geçen ablamızı bi araba havalimanı çıkışında alıp bi eve götürüyor: Yolda bebeğin gerçek diil maket olduğunu ve ağlama seslerinin de ses-çalar aracılığıyla dinletildiğini öğreniyoruz.. Eve geldiklerinde bebeğin içine saklanmış kokaini çıkaran ablamız ve yanındaki iki kişiyi korkunç bi son bekliyormuş meğer: Açılış sahnesinde tecavüz edilip öldürülen kadınlarla "aynı.." yöntemle öldürülen ablamızın başına gelenlere üzülürken, filmin diğer iki kahramanı Frances ve Mark'la karşılaşıyoruz: Kablolu tvde yayın yapan bi kanalın muhabiri olan Frances, eve girdiğinde ölülere karşılaşıp, haberi çekiyor ve evden çıkarken yanına bi fotoğraf alıyor..

'78 yılında gerçekleşen toplu intihar olayının videosunu izlerken Frances, fotoğrafta bulunan adamı orada da görünce bunu araştırmaya karar veriyor, ki o adam da Colonel Horne'dan başkası diil haliyle.. Araştırma sırasında bi striptiz kulübünde çalışan bi adamdan da yardım alan Frances, başka bi bilgiye daha ulaşıyor: Patronunun oğlu Tommy de Horne'la birlikte aynı karedeymiş meğer.. Patronu Mark ve Frances'i oğlunu bulmaları için Amerika'ya gönderiyor..

Bu sırada Amerika'daki başka bi çeteyi daha izliyoruz: Ana var, Tommy var, ikisi arasında umutsuz bi aşk var, Ana'ya tecavüz eden bi adam var (daha doğrusu Ana'ya zorla fahişelik yaptıran bi adam daha var..), kaçmak isteyen Ana ve Tommy var.. İkisi kaçtığında Quecho çete üyelerini yamyamlar eşliğinde öldürürken, bi çekim hatasıyla karşılaşıyoruz: Quecho önderliğindeki birlikten haberdar olan adamlar savunmaya geçerken, üzerinde sadece iç çamaşırı olan abimizi, bi sonraki sahnede tamamen giyinik halde görüyoruz, neysse,,

Frances ve Mark nehirde giderken saldırıya uğruyorlar ancak kurtulmayı başarıyorlar-
aksiyon filmi klişesi.. Tommy'yi bulan Mark ve Frances bi daha saldırıya uğruyorlar ve fakat bundan kaçamıyorlar-
climax öncesi fake-gerilim-yükselteci.. Bu sırada olay mahalline gelen patron da helikopterle onları ararken Horne'un çetesini buluyor.. Ve Horne'u vurmayı başarıyorlar..
Ertesi gün Horne grotesk bi biçimde intihar ederken, ekibimiz de kurtulmayı başarıyor.. Ve fakat son bi hamle daha yapıyor film: Quecho Mark ve Frances'e saldırıyor..

Filmdeki efektler, daha doğrusu makyajlar cidden kötü: Özellikle bacakları ikiye ayrılan adamın olduğu sahnede görüntü formatı değişiyor.. Mark, Tommy ve Frances tekneyle kaçmaya çalışırken nehre giren timsahların olduğu bölümlerin ayrı bi yerde çekilip, kurgu masasında birleştirilmiş olması fecii sırıtıyor.. Ve fakat, üçlemedeki en güzel müzik kullanımı bu filmde.. Ounculuklar kötü tabii de, Michael Berryman (biraz da hastalığı yüzünden..) cidden korkutucu bi figüre dönüşüyor-
kendisi kült bi oyuncu olarak anılıyordur muhtemelen, eheh..
Güzel bi film Inferno In Diretta: Machete'lerinizi hazırlayın :))
Read more

Cannibal Holocaust


'80 yapımı Cannibal Holocaust, her ne kadar "kötü.." bi film olarak bilinse de, bence hakkaten ii bi film: Bunu söyleme sebebimse, söylemeye çalıştıkları: Tabii bu söylemeye çalıştığı şeyler, filmdeki sahnelerin kopardığı gürültüyle gümbürtüye gitmiş olsa, filmin temel meselesini geri plana atsa, sorgulama/söylemeye çalışma durumunda didaktizme kaysa da, filmin cidden elle tutulur ve ayakları yere sağlamca basan bi derdi var: Hangimiz daha vahşiyiz?? Ya da şöyle soralım, hangimiz daha yamyamız: Ki, filmi bu yönüyle ele alacağım..

Hikayesi şu şekilde: Alan, Faye, Jack ve Mark tvlere belgeseller hazırlayan bi ekip ve fakat, filmin ilerleyen anlarında görüyoruz ki, kendilerinin tek derdi rating: Hatta öyle ki, zamanında The Last Road To Hell adıyla askerlerin sivillere işkence ettiği bi belgesel dahi çekmişler.. Bunu yapmak içinse belgeselde "rol alan.." askerlere para vermişler.. neysse,, ekibin sonraki projesi de Amazon ormanlarında hala taş devrinde yaşayan ilkel kabileleri çekmek.. Ve fakat iki ay geçmesine rağmen dönmeyen ekip üyeleri yüzünden bağlı oldukları kanal yöneticileri endişelenmeye başlıyorlar ve bunu araştırmak için ülkedeki en ünlü antropologlardan Harold Monroe onları aramak için yola koyuluyor.. Amazon'a vardığında rehber ve yanlarındaki bi kişiyle ekibin izini süren Harold çeşitli izler buluyor ve fakat hala onlara ulaşamıyor.. Kabilenin yaşadığı yerde de amacına ulaşamayan Harold, diğer kabileye de bi bakıyor ve orada üçlünün cesetleriyle karşılaşıyor: Yanlarındaki kameralarla birlikte.. Kabilelerle gayet ii anlaşan Harold, New York'a geri dönüyor ve ekibin çektiği kasetleri izlemeye başlıyor.. Gördükleri karşısında şaşkına dönen (böyle bi kalıp var diye kullandım bunu..) Harold, kanal yöneticilerinden bunları yayımlamamasını istiyor ve fakat rating her şeyler demek olduğu için buna olumsuz yaklaşan yöneticilerle birlikte kasetlerin geri kalanını izlemelerini rica ediyor.. İzledikten sonra yöneticilerden biri, birisi makiniste "bu kayıtları yak.." diyor ve film Monroe'nun sorusuyla bitiyor..

Eet, filmin temel derdi de bu soru: Hangimiz daha yamyam?? İlkeller mi, yoksa gelişmişler mi?? "Eheh, tabii ki batı dünyası.." deme kolaycılığına bulanmadan filmin bu soruyu sormak için kurduğu düzeneğe bakmak lazım: Bi kere ekibi sahtekar olarak tanıtıyor: Yani bu kişiler rating uğruna her türlü şeyi yapacak durumdalar-
tanıdık gelmiş olması lazım.. Ancak, Amazon'a gittiklerinde tam anlamıyla şirazeden çıkıyorlar: Belgeselci yaklaşıma sahip olmadıklarını bildiğimiz için yaptıkları "şaşırtmıyor.." ve fakat "bundaki güdülenmelerinin sebebi ne??" sorusuna film cevap vermiyor.. Bu noktada da, klasik Beyaz Adam metaforu devreye giriyor: Amerika'ya adım atışından sonra gerçekleşen Kızılderili soykırımını çağrıştıran, hatta açıkça buna göndermeler yapan filmin bunu-yeniden, kendince kurguladığını söylemek mümkün-
bu noktada filmi Apocalypto'yla birlikte izlemek çok ilginç bi deneyime dönüşebilir misal: Çünkü biri, birisi olaylara Beyaz Adam tarafından bakarken, Cannibal Holocaust diğer taraftan bakmayı, dahası onların yanında durmayı tercih ediyor..

Başka bi açıdansa sadece zevk için insanlara eziyet eden, onları diri diri yakan, tecavüz eden belgesel ekibinin nedensiz şiddete meyyal olmalarının altını doldurmaya gerek olmayabilir: Bu noktada da bizi Melanie Klein karşılar tabii, de, ona girecek diilim..

İlkel kabile üyeleriyse erkek egemen bi toplumun tüm özelliğini sergilemekte: Kadınlara tecavüzler, hatta zina gerekçesiyle korkunç şekilde cezalandırılmalar, doğan bebekleri öldürmeler (ki, Ultimo Mondo Cannibale'de de benzer bi sahne var..), belgesel ekibindekilerin tecavüzüne uğrayan kadını kazığa geçirmeler filan: Birbirine düşman olan iki kabile, Yanomamo ve Shamatari diğer kabileden ele geçirdikleri kişileri de öldürüp yemekle meşgul zaten.. Onlar da gayet vahşiler: Kendilerine zarar veren belgesel ekibindekileri teker teker cezalandırırken de.. Filmin tarafsız olma gibi bi derdi olmadığı için, katharsisi bu şekilde sağlaması da oldukça işlevsel düşünülmüş..

Ancak buna rağmen, film gösterime çıktığında hemen yasaklanıyor.. Ki, sonrasını biliyorsunuz zaten: Hala kalkmayan yasaklar, açılan davalar filan derken; filmle ilgili iki efsane bilgiyi anmadan geçmek olmaz:
Fİlmin dvdsinde de büyük bi övgüyle yazıldığı belli olan, Japonya'da E.T.'den sonraki en büyük gişe başarısına imza atışı, diğeri de sadece 10 günde bütçesinin 10 katını gişeden kaldırmış olması (2.000.000$..)

Özellikle "snuff film.." dedikodusu ve aynı sebeple Deodato'ya dava açılması filmin etrafında oldukça büyük bi kitlenin toplanmasına ve gösterimi çoğu ülkede yasaklanmış ya da sansüre uğramış olmasına rağmen (tam da o sıralarda patlayan video kaset kültürüyle birlikte..) elden ele dolaşarak underground bi fenomene dönüşmesine katkıda bulunduğu da başka bi gerçek.. Hızla kült statüsüne yükselen filmin, özellikle hayvanların kamera önünde katledilmesi dolayısıyla fecii tepki topladığı da ortada.. Haksız da diil hani.. Cidden gerek var mıydı diye soruyor insan -yine..
Read more

Deodato'nun Yamyam Üçlemesi: #1 Ultimo Mondo Cannibale (Uncut..)


Last Cannibal World, Jungle Holocaust gibi adlarla da bilinen '77 yapımı Ultimo Mondo Cannibale, "yamyam.." yönetmen Ruggero Deodato'nun Yamyam Üçlemesi'nin ilk filmi.. Kendisine yamyam deme sebebimse, çektiği (korku..) filmlerinin genellikle yamyam teması etrafında dönmesi, ki, kendisi hala bu sevdasından vazgeçmiş diil..

neysse,, Yamyam Üçlemesi'nin en çok bilinen filmi tabii ki Cannibal Holocaust, üçlemenin ilk ve son filmi, dahası yönetmenin tüm filmografisi Cannibal Holocaust'un gölgesinde kalmış olsa da, en azından üçlemesini ele alarak işe başlayabileceğimi düşündüm: Diğer filmlerine de zaman gelecektir muhakkak..

Eet, Ultimo Mondo Cannibale'de her ne kadar yamyamlar olsa da, karşımızdaki aslında bi macera filmi: Robert Harper (eheh, tam bi kahraman adı, di mi??) bi petrol arayıcısı.. Film, kendisini öyle ciddiye alıyor ki, açılışta ciddi bi not karşılıyor bizi: Kendisiyle birlikte 3 kişi daha Filipinler'in Mindanao adasına uçakla gidiyorlar.. Ve fakat inişte çağın tekerlerinden bi tanesi kırılıyor.. Uçağın pilotu onu tamir etmeye çalışırken, Robert ve arkadaşları da çevreyi araştırmaya koyuluyorlar, ve fakat karşılaştıkları manzara onları korkutuyor: Kendilerinden önce orada olan insanların hunharca (eheh, bu kelimeyi de kullandım..) katlediklerini gören Harperlar geri dönüyorlar.. Geceyi uçakta geçirmeye karar veriyorlar ve fakat ekibin tek kadın üyesinin çişi geldiği için dışarı çıkmak zorunda kalıyor ve ablamız da korkunç bi çığlıkla hayata veda ediyor ve fakat ekipteki hiç kimse kılını dahi kıpırdatmıyor: Ertesi sabah uçağın pilotu da korkunç bi şekilde ölüyor-
ki, "aynı.." ölüm sahnesini, sadece oyuncu değişmiş bi şekilde Cannibal Ferox adlı filmde de görmek mümkün misal, ahah..

Ve Harper ve arkadaşı yamyamları et yerken görüyor ilk kez: Dünyadaki hala taş devrinde yaşayan ilkel bi kabile bu "yamyam.."lar: Oradan kaçmak için bi sal yapmaya karar veren ikili, çağlayanda birbirlerini kaybediyorlar.. Gece uyuyan Robert'ı ertesi sabah yamyamlar buluyor ve onu kabilenin yaşadığı yere getiriyorlar.. Burada çırılçıplak soyulan Robert hapsediliyor-
İlginç sahneler de var tabii: Kendileri sünnetli olan yamyamlar, Robert'ın sünnetsiz pipisini çekiştirip duruyorlar, sonra onu yüksekçe bi yere asıp aşağı bırakıyorlar filan iki kez..

Hapsolduğu süre boyunca kabilenin sahip olduğu tek şahini kutsal kabul ettiğine, hatta şahini yiyen timsahı yakalayıp öldürdüklerine, kurallara uymayan bi çocuun kolunu kesip onu karıncalara bıraktığına şahit olan Robert, bi gece Pulan'la yakınlaşıyor-
daha doğrusu Pulan ona mastürbasyon yapıyor..

Bi kutlama gecesi oradan Pulan'ı esir alarak kaçan Robert kaçmanın yollarını arıyor ve fakat bu konuda pek de başarılı olduğunu söylemek mümkün diil.. Sonra bi an Pulan ondan kaçmayı başarıyor ve fakat Robert yakalıyor onu ve tecavüz ediyor kadına: İşte "tam.." bu andan sonra Pulan tamamen değişiyor, ertesi sabah Robert'a kahvaltılık şeyler topluyor, kaçmak için herhangi bi girişimde bulunmuyor, eet, bildiğin "kadını.." oluyor adamın.. İşe bakın ki, Robert'ın diğer arkadaşı da ölmemiş ve ikisi bi mağarada karşılaşıyorlar.. Filmin bu anına kadar çırılçıplak oynayan Robert bu mağara sahnesinden sonra giyinmeyi "başarıyor.." Ve üçü kaçmaya çalışıyorlar.. Bi gün helikopter gören Robert, ne kadar bağırsa da sesini duyuramıyor ve helikopter gidiyor.. Kobra zehriyle "ölümcül.." bi mızrak yapan ekip yollarına devam ederken yamyamlar onların peşine düşüyor ve Pulan'ı öldürüp, diğer adamı yaralıyorlar: Yamyamların bi tanesini öldüren Robert, onun etini yiyor ve böylece onları peşinden bi süreliğine de olsa def ediyor.. Ve uçağa binip oradan uzaklaşıyorlar.. Ancak diğer arkadaşı ölüyor.. Ve film anlattığı öykünün inandırıcı olması için çabaladığı için bikaç bilgi yazısı daha geçiyor ve bitiyor..

Kurmaca bi öyküden yola çıkan film, macera demiştik ve açıkçası pek de inandır/ıcı olmayı başar../amadığı için çok da etkili bi sonuç vermiyor açıkçası.. Film için gerçekten katledilen hayvanlar, ya da birbirini yiyen hayvan sahneleri can sıkıcı olmayı başarıyor-
ne gerek var sahiden??

Ayrıca film sömürü üzerinde yükseldiği için mizojinizm konusuna girmiycem ve fakat, Pulan'ın Robert'ın kendisine "sahip olması.."ndan sonra geçirdiği değişimin psikolojik bi yanı olduğunu da vurgulamadan edemeyeceğim, ahah-
avatar'da da buna benzer bi davranış değişikliğini görmek mümkün zira..

Çok da gerekli olmayan, efektleri Cannibal Holocaust'un çok ama çok gerisinde kalmış, "hımm.."dan ziyade pek de bişii vaat etmeyen ortalamanın fecii altında bi film Ultimo Mondo Cannibale: "Dünya yeşilmiş o zaman.." demek için izlenebilir, ya da timsahın derisinin yüzülüp içinden şahinin çıkarıldığı sahne için.. Karar sizin..

*: Bu yazıyı Madonna - Like It Or Not eşliğinde yazdım, sakin sakin..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.