Marquis


Henri Xhonneux'nun '89 yapımı fecii yapay filmi Marquis, adından da anlaşılacağı üzere Marquis de Sade'ın hapishane günlerine bi bakış atıyor..

Hikayesi şu şekilde: Fransız Devrimi öncesi , Sade Bastille'de tutuluyor.. Öykülerini yazmaya çalışıyor, bi yandan da hapisten kaçmaya.. Climaxte hapisten kaçmayı başarıyor ve finalde yaşlanmış bi halde görüyoruz kendisini..

Film, Sade'ın hayatından izler taşısa da, onu istediği gibi eğip büküyor: Çünkü amacı tam anlamıyla bi hikaye anlatmak diil: Sade'ın yazılarının peşinden gidiyor film.. Hayali kahramanlar olmalarına rağmen Justine ve Juliette'i (aynen kitaplardaki gibi yaşam pratiklerini koruyarak..) "gerçek.." karakterler olarak filmde görüyoruz.. Sade'ın alıntıları filmin içine serpiştirilmiş durumda..

Ancak, filmin anlatım tercihleri tamamen yabancılaştırma üzerine kurulu.. Tüm oyuncular makyajla ya da maskeyle hayvan kafalarına sahipler, misal Sade koyuna, Justine ineğe benzerken, Juliette bi atı andırıyor.. Ayrıca, bu da yetmiyormuş gibi, karakterleri oynayanlar diil, başkaları seslendiriyor.. Ve Sade'ın "bi karakter olarak.." yer alan devasa penisi, Colin.. O da film boyu susmuyor, Sade'la tartışıyor, Justine tarafından sünnet ediliyor ve finalde kendi yoluna "gidiyor.." Tüm bu mesafeli ve grotesk tavır, bi yerden sonra etkisini yitirse de, film oldukça etkili göndermelerde bulunuyor..

Filmin en yaratıcı parodi-göndermesi XIV. Louis hakkında: Justine'e tecavüz edip, hamile bırakanı kral olarak kodlayan film, Justine'in bebeğini demir maskesiyle doğurduğunu göstermesi ve Ambert'in ona bakacağına dair öngörüsüyle ii bi nokta yakalasa da, tarih konusunda biraz şaşırıyor: Ancak, filmin en eğlenceli bölümlerinden biri, birisi..

Film, devrim için yapılanlara da alegorik olarak değiniyor, hatta Juliette bu yolda oldukça efor sarf ediyor, da, filmin merkezinde yer almadığı için bu konu havada kalıyor.. Ancak papaz karakteri üzerinden Sade'ın din ve ahlağa bakışını oldukça net bi biçimde yansıtıyor..

Zaman zaman oldukça eğlenceli bi ton kazanan film, bununla birlikte sadece Sade-sevicilerine hitap ediyor desek, abartmayız sanırım..
Read more

The Boston Strangler


Gerold Frank'in kitabından uyarlanan '68 yapımı Richard Fleischer filmi, adından da anlaşılacağı üzere Boston Strangler vakasını işleyen oldukça stilize bi yapım..

Boston Strangler vakasının gizemi aslında hala tam olarak çözülebilmiş diil.. Suçunu hipnozdayken "itiraf eden.." Albert DeSalvo'nun sadece tecavüz suçlarından hüküm giymesi, cinayetlerle ilgisi olduğuna dair fiziksel kanıt olmaması yeterince tuhaf diilmiş gibi, son kurbanı olan Marry Sullivan'ın ölümünün üzerinden 32 yıl geçtiğinde yapılan dna testlerinin DeSalvo'nunkilerle uyuşmaması, meseleyi içinden çıkılmaz bi hale sokuyor: Daha George Nassar ayağı var bu cinayetlerin-
ki, o ayrı bi vaka, neysse,,

'62 yılından '64 yılına kadar toplam 13 kadını öldüren Boston Strangler, şehre oldukça korku salmış biri, birisi: Cinayetlerinin hepsini kendine özgü yöntemlerle işleyen Strangler, başlangıçta kurbanlarını yaşlı ve yalnız yaşayan kadınlardan seçmesine rağmen, zamanla daha genç kadınlara da yönelmiş, kurbanlarını boğduktan sonra, onların vajinalarına çeşitli cisimler sokarak tecavüz etmiş bi seri katil..

Tam da o dönemlerde sicili pek de parlak olmayan Albert DeSalvo, bi kadına tecavüz etmek için hazırlanırken "kusura bakma.." diyerek oradan kaçtığında yakayı ele verip, tutuklanıyor: Geçmişi fecii travmatik: Alkolik babası, annesinin parmaklarını ve dişlerini kırıyor, hayvanlara işkence ediyor, kardeşiyle birlikte handiyse köle olarak "satılıyor..", çeşitli suçlara bulaşıyor, evleniyor.. Sonrasında (kendi ifadesine göre..) kadınlara tecavüz etmeye (ve öldürmeye..) başlıyor..

Film, DeSalvo'nun suçlu olduğundan emin: Dahası, onun hakkında "çoklu kişilik bozukluğu.." (ki, günümüzde dissosiyatif kimlik bozukluğu olarak geçiyor..) tanısı da koyuyor-
gerçekte böyle bi tanı almıyor DeSalvo..
Filmin DeSalvo'nun suçluluğundan emin olmasının sebebi, itirafı haliyle: Olayın üzerinden bikaç sene geçtikten sonra çekilen filmi bu açıdan eleştirmek haksızlık olur..
Ancak o çoklu kişilik bozukluğu tanısı ve filmin DeSalvo yakalandıktan sonraki psikolojik pasajı (ve özellikle de final sahnesi..) tahammül sınırlarını aşıyor..

Ve fakat, film, seyir açısından oldukça başarılı: Ekranı (zaman zaman 6-7'ye..) bölerek oldukça etkili anlar yaşatıyor (özellikle de kurban ve katilin olduğu sahnelerde..) Bunun dışında ilk bi saat boyunca katilini göstermeyerek de merak duygusunu canlı tutuyor.. Ani bi hamleyle bi anda katili evde, eşi ve çocuklarıyla oturur halde göstermesi ve "normal.." suretinin altındaki katili araması da hoş.. Zaman zaman röportajlar ve halkın aldığı önlemleri gösterişiyle de belgesele göz kırpıyor The Boston Strangler.. Teknik açıdan son derece ii bi iş..

Ayrıca filmdeki bi repliği, Bourbon Princess'in The Waiting Noon'unda da duymak mümkün :))

*: Bu filmle birlikte 11 filmlik true-crime/seri katil serisi -şimdilik, bitti..
Read more

Monster


Patty Jenkins'im '03 yapımı filmi Monster, kadın seri katiller üzerine yapılmış az sayıdaki filmlerden biri, birisi.. Aileen Wournos'ın Tyria'yla tanışıp, öldürmeye başlamasını ve idamını anlatıyor..

Aileen Wournos'ın zor bi hayatı var, babasını hiç tanımamış (zira, onun da suç geçmişi var..), annesi onu terk etmiş, 13 yaşında tecavüze uğramış ve hamile kalmış-
filmde 8 yaşındayken babasının arkadaşı tarafından tecavüze uğradığı bilgisi de geçiyor ancak, bu bilginin doğruluğundan emin diilim: Çoğu kaynakta böyle bi bilgi yok..
Aileen 20 yaşında evlenip boşanıyor, biçok defa tutuklanıyor filan.. Ve fahişelikle para kazanmaya başlıyor.. Tyria'yla tanışıyor ve kendisine tecavüz etmek isteyen biri, birisini öldürerek de "seri katil kariyeri.."ne de başlıyor.. Ve '02'de idam ediliyor..

Film de daha çok Tyria (filmde Selby olarak geçiyor..) ile Aileen arasındaki aşka odaklanıyor.. Filmin Selby'yi oldukça ucuz ve şımarık göstermesini neye borçluyuz, açıkçası bilmiyorum: Mahkemede aleyhinde tanıklık yaptığı için sanırım.. Ancak, film, her ne kadar Aileen'in ilk cinayetini kendini korumayla açıklasa (ve bu doğru olsa da..), sonraki cinayetlerini Selby'nin bitmek bilmez isteklerini karşılamak için işlediğini söylüyor ki, bu noktada kaş yapayım derken göz çıkarıyor..

Aileen'in Tyria'yla tanışmadan ve öldürme eylemine bulaşmadan önce de hırsızlık yaptığı ve çeşitli defalar tutuklandığı ortadayken, filmin böylesi bi tutum takınması, açıkçası hiç hoş diil: Tyria, eet, belki itici bi güç olmuş olabilir, ancak bu, Aileen'in sırf onu mutlu etmek için öldürdüğü ve çaldığı şeklinde yorumlanmasına izin vermez.. Bu noktada, filmde Tyria'nın adının değiştirilmesi de oldukça manidar..

Filmin, Aileen'i "kurban.." olarak göstermesini makul karşılayabilirim: Ancak, "bu.." şekilde diil: Yaşadığı travmalara şöyle bi değinip, suçla iç içe olmasını es geçip, tüm suçu Tyria'nın üzerine atmak oldukça kolaycı bi yaklaşım zira: Bu açıdan, Selby'nin bi barda Aileen'in copy-cat halini sergilediği sahneyle, lunapark sahnesinin tamamen seyirciyi manipüle etmek için hazırlandıkları aşikar.. Ve filmin altını oyuyor-
monster belgesel diil, eet, ancak başında "based on a true story.." yazan bi kurmaca filmin de ayaklarının yere daha sağlam basması gerekiyor sanki..
Read more

Albert Fish: In Sin He Found Salvation


John Borowski'nin '07 yapımı belgeseli Albert Fish hakkında.. Daha çok en sansasyonel cinayeti olan Grace Budd (ve biraz da Gaffney..) üzerine yoğunlaşsa da, onun dinle olan ilişkisine de etkili bi bakış atıyor..

Albert Fish, en yaşlı seri katil ve idam edilen en yaşlı kişi olarak kayıtlara geçse de, röntgen filmiyle de tıp tarihinde kalıcı izler bırakmış bi isim: Washington'da doğan, gençliğinde çeşitli işlerle birlikte hem kadın, hem de erkeklere fahişelik hizmeti sunan, evlenip 6 çocuk sahibi, evliyken de başka erkeklerle ilişkiye giren biri, birisi.. Eşi onu terk edince "özgür.." olduğunu hisseden, koyu bi dindar olan (Presbiteryen'miş filmden öğrendiğimiz kadarıyla..), düzenli olarak kiliseye giden Fish, Tanrı'dan küçük çocukları kurban etmesine yönelik emirler aldığını delüzyonlamaya başlayınca çocukları kaçırmaya ve öldürmeye başlıyor.. Yakalanıp, idam ediliyor..

Filmde, görüşlerine yer verilen kişilerden özellikle Joe Coleman öne çıkıyor: Fish'in gönderdiği Budd mektubunun orijinaline sahip olması, çeşitli "aziz.."lerin portrelerini yapan Coleman'ın filme çok da katkısı olmuyor: Coleman'a oranla daha dolu konuşan Katherine Ramsland daha etkili çözümlemeler yapıyor..

Film, etkili bi '30'lar New York'u portresi çıkarırken, Albert Fish'in tüm o kaostan nasıl faydalandığını, şüpehli olarak çok defa gözaltına alınmasına rağmen, serbest bırakılmasını güzelce anlatıyor: Ramsland'in "o zamanlarda polis departmanının araştırma özellikleri çok gelişmemişti, şimdiki gibi databaseleri yoktu.." tespiti de önemli..

Fish'in din için kurban verme güdüsünün altında dört imgeden yola çıkıyor film: Aziz Sebastiane, Aziz Peter, John The Baptist: Bu üç "kurban.."ın korkunç işkencelerle öldürülmesinin Fish üzerinde derin etkiler bıraktığından dem vuran film, sonradan Abraham ve öldürmek için hazırlandığı oğlu Isaac tasvirine geçiyor: Bu noktada Albert Fish'in ağzından şu cümleler dökülüyor: "Melekler Abraham'ı oğlunu öldürmeden önce durdurdular, eğer benim yaptığım yanlış olsaydı melekler beni de durdururlardı.."

Film, Fish'in yamyam eğilimlerini açıklarken de benzer bi metafor kullanıyor: Grace Budd'ın cesedini 9 gün, Billy Gaffney'nin cesedini 4 gün boyunca yiyen Fish'in kendini Son Komünyon'daymış gibi hissettiğini belirtiyor.. Ve bünyesinde toplanan "sapık.." eğilimleri sıra geçişi yapıyorlar: Sadizm, mazoşizm, kırbaçla/n../ma, kastrasyon, kendini kesme, teşhir, röntgen, pedofili, penis emme, oral seks, rimming, koprofil ve undinist eylemler, fetiş, yamyamlık..

Arşiv görüntülerini bolca kullanan film, sonraden çekilen görüntüleri de sepyayla sunuyor: Sepya-sevicileri oldukça tatmin edebilir bu yüzden: Ancak, canlandırmalar bi felaket..

Film boyu düzensiz aralıklarla Fish'in çekilen fotoğrafları gözünüzün önüne geliyor: Ve onlarca saniye Fish'le göz göze geliyor/kalıyorsunuz.. Neler hissettim?? Hissettik?? Hissetti??
Read more

Evilenko





David Grieco'nun '04 yapımı filmi Evilenko, seri katil Andrei Chikatilo'nun öldürme eylemlerinden, idamına kadar olan dönemine ışık tutuyor: Bunu yaparken, şiddeti göstermiyor (zira, Andrei'nin şiddet eylemleri öyle kolay gösterilebilecek şeyler diil..), ancak, film fazlasıyla konvansiyonel takıldığı için vasat kalıyor..

Andrei Chikatilo, '78'le '90 yılları arasında resmi olarak 53 kişiyi (çoğunluğu kadın ve çocuk..) tecavüz edip, öldürüp, yemiş bi seri katil-
adıyla birlikte anılan bi diğer şey de "aç kurt gibi.." benzetmesi: Zira kurbanlarını genellikle dişleriyle parçalayan, nadiren bıçak kullanan biri, birisinden bahsediyoruz.. Üniversite mezunu, dahası bi okulda Rusça öğretmenliği yapıyor.. Okulda bi öğrenciyi taciz ettiği için işine son veriliyor ve öldürmeye başlıyor..

Film, çok güzel bi jenerikle başlıyor, açılış sahnesinde Evilenko'nun bi kız çocuuna anlattığı masalı ve ardından kızın çığlığını duyuyoruz.. Okuldaki tacize değinen film, Evilenko'nun cinayetleriyle, soruşturmayı paralel olarak anlatıyor: Soruşturmayı yürüten kişinin de bi çocuu olması gibi trükleri bi kenara bıraksak dahi, Amerikan filmlerinden çıkıp gelmiş gibi duruyor..

Bi cinayet sonrasında şüpheli olabilecek herkesleri (pedofiller, cinsel taciz/istismarcılar, eşcinseller, akıl hastaları vs..) soruşturmak için topladıklarında geçmişte bi erkek çocuua tacizde bulunan psikanalist de filme dahil oluyor: O ve soruşturmayı yürüten kişi Evilenko'nun ifade verirken zaman zaman kontrolden çıkması dolayısıyla şüpheleniyorlar-
halbuse kendisi de şüpheli..
neysse,, bi süre Evilenko'yu takip eden psikanalist, cinayet-öncesinde Evilenko'nun karşısına çıkıyor: Oedipus örneği: "Ben senin babanım.." telkiniyle Evilenko'yu sakinleştiren psikanalistin sonu Evilenko'nun usturasından oluyor yine-
ki, filmdeki en gereksiz iki sahneden biri, birisi bu: Diğeri de finale doğru Evilenko ve soruşturmacının itiraf sahnesindeki yeniden-canlandırması..

56 vakası olduğu bilinse de -filmde 55 olarak geçiyor bu sayı, resmi olarak 53 kurbanı olan Chikatilo'nun öldürmek için evsiz kadınlar ve fahişeleri seçtiği biliniyor: Çocukları da kandırarak öldürmesine rağmen, filmin kurbanları üzerindeki etkisi hakkında onları adeta hipnotize ettiği öngörüsü/iddiası da var-
final sahnesi de buna bi gönderme yapıyor: Buna inanıp inanmamak size kalmış olsa da, Chikatilo-fanları için oldukça etkili bi done oluyor..

Film, Chikatilo'nun eşiyle olan ilişkisine çok az değiniyor: Sevişmediklerini eşi polise itiraf etse de, filmde herhangi bi çocukları olmadığını görüyoruz: Oysa, çok az sevişmelerine rağmen, spermlerini eşinin vajinasına iterek bi çocuu olmuş Evilenko'nun..
Komünist rejim konusunda pek etliye sütlüye karışmayan filmde, Evilenko, okuldan atılma gerekçesini eşine "anti-komünist laflar ettiler, ben de karşı çıktım.." minvalinde açıklasa da, bi ara KGB ofisinde çalışırken görüyoruz kendisini (oha..)

Film, tarafsız tutumu ve Chikatilo'nun eylemlerini göstermemesiyle takdiri hak ederken, polisiye şablonuyla ilerlediği, bunu da Hollywoodvari bi şekilde yaptığı ve takındığı fecii yüzeysel psikolojik tavırla sınıfta kalsa da, Chikatilo hakkındaki tek film olması dolayısıyla gönüllerde ayrı bi yere sahip..
Evilenko rolünde Malcolm McDowell, oldukça etkili bi performans ortaya koyuyor..
Read more

Henry: Portrait of a Serial Killer


John McNaughton'ın '86 yapımı filmi Henry: Portrait Of A Serial Killer, '03 yılına kadar sansürle boğuşmuş bi film-
gelicem en son buna..

Film, Henry Lee Lucas ve Ottis Toole işbirliğini anlatıyor: Ancak, bi belgesel diil, gerçekleri zaman zaman oldukça çarpıtıyor: Hatta en kötü yanı, film çekildiği zaman yaşayan Ottis Toole'u öldürmesi kabul edilebilir bişii diil-
gerçi işin kurgu yanına vurgu yapmak için Ottis'i Otis haline getirmesi de durumu, ne yazık ki kurtarmıyor..

neysse,, film, Henry'yle Ottis'i (filmde her ne kadar Otis diye geçse de, orijinal adını yazıcam..) aynı evde yaşatırken, onların hapishanede tanıştığını söylüyor-
Aslında bi aşevinde tanıştılar..
Çeşitli sorunları olan Ottis'in kardeşi Becky onların yanına taşınıyor, çocuu filan varmış-
gerçekte 12 yaşında kendisi ve Ottis'in kız kardeşi diil, yeğeni ve çocuu yok..
Henry zaten rastgele cinayet işlerken, bi akşam çıktıklarında Ottis de buna dahil oluyor: İki fahişeyi öldürüyorlar.. Sonrasında bi tv satıcısını ve bi aileyi-
filmin en zor sahnesi bu öldürme anını kameraya çektikten sonra Ottis'in evde yavaşlatılmış izlerken 31 çekmesi sanırım..
Becky, bi akşam Henry'nin annesini öldürdüğünü ona "itiraf ettiriyor.." Henry'nin hikayeyi değiştirmesi (bıçakla öldürdüğünü söylerken, sonradan ateş ederek öldürdüğünü söylemesi..) aslında annesini öldürmediğine gönderme yapıyor sanırım: Zira, annesini her ne kadar öldürmek istese de, kaçtıktan sonra kadın hala yaşıyordu: Hastanede ölmüş..
Becky'nin kendisine "yavşamasını.." geçiştiren Henry, dışarı çıkıp eve geri döndüğünde Ottis'in Becky'ye tecavüz ettiğini görmesiyle çılgına dönüyor, kavga ederken Becky Ottis'i yaralıyor (ki, bu da Henry'nin küçükken geçirdiği bi kazaya gönderme..), Henry de öldürüyor.. Cesedi parçaladıktan sonra yola çıkıyorlar, cesedi denize attıktan sonra motele gidiyorlar, o gece Henry, Becky'yi de öldürüyor.. Cesedini yol kenarına atıyor: Film bitiyor..

Filmin, oldukça tehlikeli bi taktiği var: Henry'yi alabildiğine idealleştirirken, Ottis'i de aynı oranda tiksinç gösteriyor.. Henry'nin travmasına yer verir, onu cinsellikten arındırarak adeta bi kahramana dönüştürürken, ondan çok daha kötü travmalara maruz kalmış (anne, abla ve babasıyla yıllar süren ensest, satanist büyük-annesinin öğrettiği/onda uyguladığı öz-yıkım ritüelleri, annesinin kadın kıyafetleri giydirmesi, gençlik yıllarında gay-fahişelik yapması vs....) Ottis'in travmalarına yer vermediği gibi, bildiğin "sapık.." olarak yaftalıyor.. Ve o Becky'ye tecavüz olayıyla da tüy dikiyor: Filmin Ottis hakkındaki bu yanlı tutumu, fecii derecede can sıkarken, diğer yanda "aşık.." kahraman Henry'nin tecavüzlerine "doğrudan.." bi gönderme yok: Becky'yle olan ilişkisindeki handiyse aseksüel olan tutumu öylesine ideal ki, filmin başlarında gördüğümüz cesetlere Henry'nin tecavüz ettiğini düşünmek için esktra efor sarf etmesi gerekiyor, konu hakkında herhangi bi bilgisi olmayan biri, birisinin..

Eet, film daha adından başlayarak sadece Henry'ye odaklandığı için onun hakkında bilgi vermeye çalışması normal, ancak, bunu yaparken, diğer karakterlerine neden "bu kadar.." acımasız olduğunu da sorgulamak gerekiyor..

Filmin, sansürle olan sorunlarıysa, şiddetten kaynaklanıyor: Amerika'da "Porno.." ratingiyle ödüllendirilen film, gösterim şansı bulamıyor, İngiltere'de baştaki cesetlerden bi tanesinin (banyodaki kadın..) olduğu sahne kesiliyor, uzun bi süre yeraltında kalıyor.. '03'te sansürsüz hali dvd olarak basılıyor.. Öyle işte, yanlı tutumu nedeniyle samimi bulamadığım bi film Henry: Portrait Of A Serial Killer-
en ii yanı Henry rolünde döktüren Michael Rooker..

Read more

Dahmer



[Şarkısız olmaz diye düşündüm..]
David Jacobson'ın '02 yapımı filmi Dahmer, adını aynı adlı seri katilden alan, dramatik yönü oldukça kuvvetli bi biyografi.. Birkaç noktada gerçeği değiştiriyor film (ki, bunu açılıştaki yazıyla da belirtiyor..), kurbanların ismi ve olayların akışı ölümlerine duyduğu saygıdan ve ailelerini rahatsız hissettirmemek için değiştirilmiş..

Filmin hikayesi iki düzlemde ilerliyor: Jeffrey Dahmer'ın işlediği iki cinayet (bi de önceden öldürdüğü bi cesedi görüyoruz..) şimdiki zamanda görselleşirken, flashbacklerde ilk işlediği cinayetin uzun bi dökümüyle, babasıyla olan ilişkisi ve gay barlardaki aktivitelerini izliyoruz..

Jeffrey Dahmer, oldukça "ünlü.." bi katil, daha çocukluğundan başlayarak hayvanlara işkence edişi, 17 erkeği öldürmesi, nekrofil/yamyam eğilimleri, kurbanlarının parçalarını saklaması, sadistik ritüelleri, zombi düşleri, teşhirciliğiyle ikonik bi figüre dönüşmesinin yanı sıra, görece yakışıklılığı, yüksek zekası ve "düzgün.." bi aileden gelmesiyle de -kısmen, diğer seri katillerden ayrılıyor.. Filmdeyse, küçüklüğündeki hayvanlara işkence edişi ve yamyam eğilimleri/eylemlerine yer verilmiyor, zombi düşleri sadece hala yaşayan kurbanının kafatasını matkapla delmesiyle "geçiştiriliyor..", kurbanlarının vücut parçalarını saklaması babasının alet çantasında sakladığı kesilmiş kafayla görselleşiyor, sadistik ritüellerinden sadece kurbanının karnını bıçakla ayırışı gösteriliyor, teşhirciliğine sadece bi replikle değiniliyor.. Dahmer'ı bilenler için bu boşlukları kendileri doldurabilirler ve fakat, Dahmer'a "özel.." bi ilgi duymayan biri, birisi için biyografinin çok da yeterli olduğunu söylemek pek de mümkün diil..

Dahmer'ı sadece manyağın teki diye geçiştirmiyor film: Katilini görece bi mesafeyle anlatırken, onun insani yönüne de odaklanıyor: Zira, Dahmer rolündeki Jeremy Renner, son derece "kırılgan.." bi profil ortaya koyuyor ve bu cazibesiyle birleştiğinde -bakış açısına göre, handikap olarak değerlendirilebilecek bi durum ortaya çıkıyor: Çünkü film, her ne kadar Dahmer hakkında psikolojik çözümleme yapmasa da, onun yalnızlığını çok çarpıcı bi şekilde ortaya koyuyor.. Bu tavrı eleştirilecek tek yönü filmin.. Ancak şu da var: Katilden nefret ettiğini adeta manifesto havasına sokup, her sahnede belirtse, film çok daha itici olacaktı muhtemelen, tarafsız kalsa o zaman belgesel olmalıydı, ki olayları değiştirdiği için bu da mümkün diil..

Film, flashbackte özellikle Dahmer'ın ilk cinayetine odaklanırken de bu yalnızlık temasını öne çıkarıyor: Annesi bikaç günlüğüne gittikten sonra evde parti veren Dahmer, tek başına oturuyor parti boyunca, sevişen bi çifti gözetliyor, ertesi gün arabasıyla giderken "kurbanını.." alıyor (gerçekte otostop yapan kendinden küçük bi genci alırken, filmdeki genç, Dahmer'ın yaşlarında ve Dahmer'ın isteğiyle arabaya biniyor..) Onunla konuşan, marijuana çeken, güreşen Dahmer, mevzuyu cinselliğe getiriyor: Karşısındaki kişi kendisini düzen-karşıtı olarak tanımlıyor (Bonnie & Clyde'ın en sevdiği film olması, Lynrd Skynrd sevmesi ve polislerden hoşlanmaması yeterli oluyor..), bu noktada Dahmer, sadece kadınlarla ilişkiye girmenin faşizm olup olmadığını soruyor: Çocuk Clyde'ın erkeklerle ilişkiye girmediğini söylediğinde, Dahmer (manipüle etmek için muhtemelen..) filmde bu ayrıntının geçmediğini söyleyip, onun gelecekte nasıl sıkıcı bi hayatı olacağından dem vuruyor: Bu noktada çocuk gitmek istediğinde Dahmer engelliyor, kurtulan çocuk giderken arkadan ona saldırıyor.. Cesedi parçaladıktan sonra atıyor-
ancak, gerçekte cesedi yakıyor..

Film bu yalnızlığın ve etkilerinin izini Dahmer'ın sonraki cinayetlerinde de sürüyor: En çok yer ayrılan ve zaman zaman oldukça acıklı bi ton kazanan Rodney'yle geçirdiği gecede Dahmer, oldukça yalpalıyor.. İlaçların az olması, süreci "uzun ve acılı.." hale getirse de, kelepçeyle nişanlanma jesti, Rodney'nin kaçışı, dans edişleri, gitmek istemesi, engellemesi, gitmesi, otobüs bulamadığı için geri dönmesi, evde kalması için taksi çağırmaması, analize girişmesi, ağlaması, "her zaman tam da bunun gibi birinin hayalini kurdum..", "sapık, teşhirci, mastürbatör bi katilim..", "beni istiyorsun değil mi??", "hayır..", odaya gidişi, cesedi görmemesi için yanına çağırması, sarılmaları, kemerle boğması, yumruk atması ve gitmesi can yakan sahneler..
Bu sahnelerde Dahmer, Rodney'den tiksiniyor gibi görünse de, onun cesedini sevmesi, ve cesede kendini sevdirmesi, pek de öyle olmadığını düşündürüyor-
o tiksinme muhabbetinden, Dahmer'ın ırkçı olduğu sonucuna da ulaşılabilir gibi gelse, hatta kurbanlarını daha çok zenci ve başka ırklardan seçmesi de bu düşünceyi desteklese de, tartışma hala devam ediyor: Ancak onun ırkçı olmadığını iddia eden kesim de azımsanamayacak durumda..

Dahmer'ın ilk cinayetinden sonra ağlaması filmin dramatik bi trüğü gibi görünse de, sonraki 9 yıl boyunca tek bi cinayet işlememesini de açıklıyor gibi: Kendi sözleriyle söylersek "o gitmek istedi, ama ben de gitmesini istemedim.."
Ya da (belki de şu an dinlediğiniz..) şarkıdan alıntılarsak:
"I need a friend: Please be my companion..
I don't want to be left alone with my sanity.."
Slayer, 213..

Dahmer'ın nekrofil/yamyam eğilimlerine geldiğimdeyse, karşımıza tümgüçlü olma (isteği..) çıkıyor.. Dahmer tümgüçlü olmadığının farkında: Ancak bu, bunu hissetmesine engel diil: Mizanseni belirleyip, koşulları yaratıyor: Daha kurbanının içkisine ilaç atmasıyla başlıyor, öldürdükten sonra bedeni parçalayıp, organlarını sikmeyle (Dahmer'ın favorisi..) doruğa çıkıp, yamyamlıkla finalleniyor.. Tüm bunları gücünün farkına varmak, onaylamak için yapıyor-
dahmer'a özgü/l bi durum diil bu, özellikle nekrofilizmin temelinde bu tümgüçlü olma arzusu yatar..
Faşizm iki kişi arasında başlıyorsa eğer, Dahmer, bunun gelmiş geçmiş en etkili uygulayıcılarından biri, birisi oluyor..

Çekimleri, müzikleri, ancak özellikle de Jeremy Denner'ın kırılgan performansıyla öne çıkan bi film Dahmer: Dahmer-sevicilerini "doyurmakta.." zaman zaman zorlansa da, en ii Dahmer filmi olarak gönüllerde ayrı bi yere sahip-
hakkındaki diğer film The Secret Life: Jeffrey Dahmer'ı çok da beğenmediğimi yeri gelmişken söyleyeyim..
Dahmer'ı insancıllaştırması, belki en eleştirilebilir yanı, ama ikon sözkonusu olduğunda görmezden gelinebiliyor :))
Read more

Chopper


'00 yapımı Andrew Dominik filmi Chopper, aynı lakaplı Avustralyalı Mark Brandon Read üzerine bi deneme: Kendisi her ne kadar bi seri katil olarak bilinse, 19 vakaya karışmış olsa da, kanıtlanan cinayet sayısı oldukça az (1..) Buna rağmen 13 kitabı, iki albümü, dünyanın çeşitli yerlerinde hayranları olan bi ikon.. Haliyle, film de Chopper'ın hayatına diil de, personasına odaklanıyor: O yüzden en başta "bu bi biyografi diildir.." diyor..

'78'den '92'ye kadarlık bi süreyi kapsayan filmin hikayesi şu şekilde: Chopper, hapiste.. Bi adamı yaralıyor.. Kaçmak için planlar yaparken, en yakın iki arkadaşı ona ihanet ediyor, hapisten kurtulmak için kulaklarını kestiriyor, hapisten çıkıyor, sevgilisiyle, babasıyla görüşüyor, sevgilisiyle bara gittiğinde olay çıkarıyor, sevgilisini ve sevgilisinin annesini dövüyor, sevgilisine asıldığını düşünen adamı yaralıyor.. Hapiste kendisini "satan.." arkadaşını affediyor, bi Türk'ü yaralıyor ("siktir lan ibne.."), ve film hapishanede röportajını izlemesiyle son buluyor..

Chopper, gençliğinde elektroşok tedavisi görmüş, ancak sonraki dönemlerde bununla ilgili bi bilgi yok sanırım, kaldı ki, babasının onu adeta "desteklemesi.." oldukça ilginç veriler: Tipik bi histrionik vakası olan, biraz daha özelleşirsek de literatüre Easser ve Lesser'ın yardımıyla ayırıcı tanısı yapılan, sonrasında Theodore Millon'ın belirlediği histrionik alt-kümelerinden "infantile-histrionic.."e dahil olan Chopper'ın, şu altı özelliğinden yola çıkmak lazım:
i) Duygusal değişkenlik: "Bu kişilikte duygusal değişkenlik histrionik kişiliğe oranla çok daha fazladır: Histrionik kişiliklerin çatışma olmadığında kararlı yapılarını koruma becerileri daha fazladır.."
ii) Aşırı ilgi: "Histrionik kişiliklerin aşırı ilgileri, zaman zaman yapışma özelliği kazansa da, infantile-histrionicler karşısındaki insanın iç dünyasını bariz biçimde yanlış anlamaktadır.."
iii) Bağımlı ve teşhirci özelliklerin kombini: "Oral bağımlılık ihtiyaçlarının doğrudan genital teşhir ihtiyaçlarıyla bağlantılı olduğu histrionik kişilikte, sevilme, ilgi ve çekim odağı olma ihtiyacının daha çok cinsel bi yönü vardır.. İnfantile/çocuksu karakterde, ilgi ve çekim odağı olma ihtiyacı daha az cinselleştirilmiştir ve daha çaresiz, temelde oral olarak belirlenmiş ve uygunsuz bi biçimde talepkar bi niteliğe sahiptir; teşhircilik soğuk bi niyeliğe sahiptir ki bu da daha ilkel narsisist eğilimleri yansıtır.."
iv) Sahte aşırı cinsellik ve cinsel ketlenme: "Bu kişilikte cinsel tahrik daha doğrudan, daha kaba, sosyal olarak uygunsuz bi nitelik taşır ve karşı cinse gerçekten cinselleşmiş bi yaklaşımdan çok, oral olarak belirlenmiş teşhircilik ve talepkarlığı yansıtır.."
v) Erkekler ve kadınlarla rekabet: "Erkeklerle ve kadınlara karşı tipik davranışta daha az ayrım vardır (histrioniklerden farklı olarak..), genelde daha az kronik rekabet vardır ve şiddetli olumlu ve olumsuz duygular arasında, boyun eğme ve başkalarını taklit ile kısa süren inatçı huysuz muhaliflik arasında hızlı gidip gelmeler vardır.."
vi) Mazoşizm: "Histrionik kişiliğe oranla daha orta ve alt düzey mazoşizm sergilemektedirler.."
Otto Kernberg'in Borderline Conditions and Pathological Narcissism kitabından alıntıladım tırnak içindeki kısımları..

Filmse, Chopper'ın personasının izinden giderken, zaman zaman kan donduran, zaman zamansa oldukça eğlenceli bi seyir çıkarıyor, ancak Chopper'ın penisini teşhir ettiği sahnede olduğu gibi, zaman zaman onun "büyüklüğünü.."n etkisinde kaldığını açıkça belli ediyor: Chopper'ın eylemlerini normalleştirmesi de sanırım bu yüzden..

neysse,, Eric Bana olağanüstü oynuyor.. Öyle böyle diil.. Filmden geriye de sadece o kalıyor..
Read more

Salinui Chueok


Joon-ho Bong'un gerçek vakalardan yola çıktığı '03 yapımı filmi Salinui Chueok, oldukça etkileyici görüntülere ve hikayeye sahip-
o diil de şunu fark ettim: Bu giriş cümlesi formatını oldukça benimsedim ben..

Hikayesi şu şekilde: Kore'nin taşra kasabalarından biri, birisinde peş peşe kadınlar aynı yöntemle öldürülmeye başlar: Ülke askeri diktanın yönetiminde olduğundan, dedektiflerimiz Park ve Cho "kendi yöntemleriyle.." kanıt bulmakta, en yakın şüpheliyi cinayetleri itiraf ettirmekte zorlanmıyorlar: Ancak, tam basın önünde katile prova yaptırılacakken işler çığrından çıkınca ekibin başındaki dedektif değişiyor.. Bu arada da Seul'den başka bi dedektif de onlara destek için geliyor: Dedektif Seo aslında, Park'a göre oldukça farklı yöntemlerle çalışıyor: Belgelere inanıyor, Park'sa gözlerine: Yöntemleri farklı olduğu ve ikisi de işi farklı uçlara çektiklerinden kavga etmekte gecikmiyorlar.. 2 ayrı şüpheli daha yakalamalarına ve onları da itirafa işkenceyle itirafa zorlamalarına rağmen, geldikleri nokta yine aynı oluyor: Seo, başlangıçtaki o "nesnel.." halinden uzaklaşıp adeta Park'a dönüşmüşken, bu defa onun katil olmadığı için bırakılmasını Park söylüyor.. Ve bi cinayet filmi izleyen seyirci, katilin kim olduğunu öğrenemiyor..

Çünkü '86'dan başlayıp '91'e kadar 21 cinayet işleyen Young-cheol Yoo vakasını temel alan (zira, ülkenin ilk seri katili..) filmin derdi aslında katili bulmak diil: O dönemin kesitini çıkarmak..
Güney Kore, '61'den '88'e kadar askeri dikta altında yaşamış bi ülke: Okullarda sürekli tatbikatlar yapılsa, bu tatbikatlar zaman zaman ülke geneline taşınsa da, halk artık bu durum karşısında sessiz kalmıyor: Devlet güçleriyle çatışmaya başlıyor-
bu çatışma sahneleri filmde oldukça az yer alsalar da, inanılmaz bi etkiliyiciliğe sahipler: Özellikle de bi polisin bi kadını tekmelediği sahne..
Dedektif Park'ın işkenceyle cinayetleri itiraf ettirmesi ona çok "normal.." geliyor, dahası genellikle uçan tekmeyle kadraja giren Cho da bu işkenceleri adeta zevkle uyguluyor.. Özellikle Park, duyduğu bi dedikodudan yola çıkıp, semtin özürlü bi gencini tutuklayabiliyor, işler sarpa sarınca medyuma gidip ondan büyü bile alabiliyor..
Seo'ysa görece daha nesnel görünmesine rağmen, ipucu bulma konusunda Park'a oranla çok daha başarılı: Ancak, o da yanılıyor: Yakaladığı kişinin katil olduğundan o kadar emin ki, dna sonucuna bile inanmıyor.. Aslında Park'tan hiçbi farkı yok: Sadece kendini kandırma yöntemi daha "sağlam.." temeller üzerinde yükseliyor..

Filmin fetişist katiliyse, oldukça profesyonel sahiden: Yağmurlu havalarda cinayet işlemesi, radyodan hep aynı şarkıyı istemesi, çorap ve sütyenle kurbanlarını boğup, başlarına onların külotlarını geçirip, el ve ayaklarını agura shibari yöntemiyle bağladıktan sonra tecavüz etmesi filan, oha dedirtiyor..

Güzel film, çok güzel hem de..
Read more

Zodiac


'07 yapımı David Fincher filmi Zodiac, filmde de merkezi karakter olarak canlandırılan Robert Graysmith'in '86'da piyasaya sürülen aynı adlı kitabından uyarlanmış 15 farklı ödül için toplam 25 dalda aday gösterilmesine rağmen, hiçbirini kazanamayışıyla "ilginç.." bi film..

Film, zamanında California'yı sallamış (ve NY ve Japonya'da dahi taklitleri ortaya çıkmış..) Zodiac nickli katilin işlediği cinayetlere ve dedektiflerle, basını peşine takmasına rağmen yakalanamayışını anlatıyor.. Filmin protagonisti Robert, San Francisco Chronicle'da karikatürist olarak çalışıyor: Bi sabah herkesler toplantı odasına çağırılıyor: Zodiac ilk mektubunu,tehdidini, şifresini gönderiyor çünkü.. Peşi sıra mektuplar geliyor, Robert gazetesinin Zodiac konusunda yazan gazeteci Paul'la arkadaş oluyor, dedektifler sürekli araştırma yapmalarına rağmen bi sonuç alamıyorlar, zaman geçiyor, Paul işi bırakıyor, insanlar görevlerini değiştiriyor, zaman geçiyor, hala ortada bişii yok/olmuyor, olayı takıntı haline getiren Robert araştırmaya başlıyor ve bir numaralı şüpheliye ulaşıyor, onun gözlerine bakıyor, kitabı basılıyor vs..

San Francisco Polis Departmanı dosyayı 03'te kapamasına rağmen, '07'de yeniden açmış, diğer 3 departmanda (California, Napa, Solano..) da dosya hala açık tutuluyor..

Filmde olayın çözülememesine kişilerin verdikleri tepkiler farklı oluyor: Dedektiflerden bi tanesi, görevini değiştirmek için başka bi birime atama isterken, diğeri araştırmaya devam ediyor ancak kanıt bulamıyor, işinde başarılı, gayet eğlenceli bi profil çizen alkolik-gazeteci Paul Zodiac hakkında çeşitli çözümlemeler yapıp (en göze çarpanı eşcinsel olduğu yönünde..), Zodiac tarafından tehdit edilmesine rağmen işin peşini bırakmıyor, hatta önemli bilgilere polisten bile önce ulaşmasına rağmen kişisel olarak tükeniyor, Robert'sa Zodiac'ı takıntı haline getirip, işini, evliliğini dahi tehlikeye atıp, kendini rahatlatan bi sonuca ulaşıyor-
bi bakıma tipik Amerikan idealizmi diyebiliriz..

Seri katillerin meşhur olduktan sonra hayranları kendiliğinden artar: Hapisteyken yüzlerce, binlerce kadından hayran mektupları, evlilik teklifleri alanlar bile varken, Zodiac'ın patetik bi biçimde reklamını yapması açıkçası bana meydan okumadan çok, patolojik bi narsisistin hayranlık/beğenilme çabası olarak görünüyor: Öylesine muhtaç ki buna, daha ilk cinayetinde polisi arayıp güç gösterisinde bulunuyor: Hatta öyle ki, bi noktadan sonra gazetede ayrıntılarını okuduğu cinayetleri bile üstlenmeye başlıyor.. Canlı yayına bağlanmak istiyor, canlı yayında kimin konuk edilmesi gerektiğine kadar "kapris.." yapıyor (eşduyum eksikliği diyelim..) filan: Zodiac özelinde cinayet amaç diil, araca dönüşüyor-
diğer seri katillerden farklı olarak: Charles Manson da "ünlü.." olduktan sonra elindeki gücü kullanmaya oldukça heveslenmişti, ancak Zodiac daha başından itibaren adını duyurmak, "var olduğunu.." başkalarına (ve kendine..) ispatlamak için çabalıyor adeta: Bunu yaparken de her şeyden faydalanıyor: "Kesin.." olarak gerçekleştirdiği 5 cinayet olmasına rağmen, 37 vaka kendisine atfediliyor-
bunu teşkilat sorunu olarak görebileceğimiz gibi, Zodiac'ın üzerine alınmasına da bağlayabiliriz..

Robert karakteri de bu açıdan paralellik kurulabilecek benzerlikler taşıyor Zodiac'la bana kalırsa: Zira, o da varoluş sorunlarından mustarip: İşyerinde kimse ciddiye almıyor onu, işleri pek de beğenilmiyor, toplantı odalarından kibarca kovuluyor, Paul'un çöplerini karıştırıp, onu dikizliyor filan: Araştırmaya başladığında da ciddiye alınmıyor.. Zodiac'ı takıntı haline getirmesinin sebebini kendisi de bilmiyor çünkü: Sadece onun gözlerine bi an bakmak istiyor.. Kitabı raflara çıktığında Zodiac'ın gazete/tvlerde kendinden bahsedildiğini gördüğündeki gibi bi his duyumsamış mıdır?? Eet, diyebiliyorum buna..

Film genel olarak oldukça ince bi işçiliğe ve atmosfere sahip olsa da, uzun süresi handikaba dönüşüyor.. Oyunculuklar ii, ama Robert Downey Jr.. daha bi başka "parlıyor.."

Filmin benim için en güzel diyaloğuysa şu:
(Japon yemeklerini kastederek..) "Hep denemek isterdim.."
"Neden denemiyorsun??"
"Zamanım yoktu.."
Read more

Violette Nozière


Claude Chabrol'un '78 yapımı filmi Violette Noziere, gerçek bi vakayı konu alan bi suç filmi: Ancak, film bu "suç.." mevzuunu didik didik edip Violette'i tiksinilesi bi yaratığa ya da suçun derininde yatan travmayı da göz içine sokup onu kahramana da dönüştürmüyor-
ki, konusu düşünüldüğünde ikisi de son derece müsait olmasına rağmen..

Hikayesi şu: Ailesiyle birlikte yaşayan 14 yaşındaki Violette'in (anti..) süper-kahramanlar gibi "ikili.." bi hayatı var: Ailesinin yanında makyajsız, gayet "uslu.." bi profil çizen, ödevlerini günü gününe yapıyor görünmesine rağmen, geceleri (ve fırsat bulduğu başka zamanlarda..) gizlice evden çıkıp, "elegan.." kıyafetler giyerek fahişelik yapıyor.. Bi gün doktora gittiğinde frengisi olduğunu öğreniyor, doktor bunu ailesine söylemek "zorunda.." olduğunu söyleyince, Violette ailesinin kendisinin bakire olmadığını öğreneceği için paniğe kapılıyor ve annesinden fecii tepki görüyor: Birlikte olduğu tıp öğrencisi gençten frenginin genetik olabileceğini öğrendikten sonra doktor adına mektuplar ve ilaçlar (zehir..) ilk önce annesini öldürme girişiminde bulunuyor: Annesi kurtuluyor..

Bu sırada aşık olan Violette, sevdiği adama hediyeler almaya, ona paralar vermeye başlıyor.. Birlikte bi Bugatti alma ve buralardan gidip Amerika'ya yerleşme hayalleri kurmalarına rağmen, bu gerçekleşmiyor..

Ailesini bi kez daha zehirleyen Violette, babasını öldürüyor, ancak annesi kurtuluyor-
violette babasına oranla 1/2 daha az zehir koyduğunu söylerken, annesi karışımın yarısını içtiği için kurtulduğunu söylüyor..

Tutuklanıp hapse konulan Violette, küçüklüğünde babasının tacizlerine maruz kaldığını söylediğinde annesi sadece bi gün Violette'i babasının kucağında gördüğünü söylüyor.. Violette, büyükannesinin tüm gerçeğin farkında olduğunu söyleyip, onun da mahkemeye gelmesini istiyor-
aslında o "taciz.."lerin Violette büyüdüğünde de devam ettiğini filmde görüyoruz: Ancak fiziksel bi şekilde diil de, gözle gerçekleştiriliyorlar..

Violette, sorunlu bi kız gibi görünüyor: Hayali arkadaşlar yaratıp, ailesine yalan söylüyor, onlara doktor reçeteleri yazıyor, annesinin eski bi ilişkisini şantaj malzemesi olarak kullanıp adamdan para koparıyor, fahişelik/hırsızlık yapıyor vs..
Bunların temelinde taciz yatmıyor tam olarak aslında: Violette korkunç bi baskı altında: Annesi sürekli onu kontrol altında tutmaya çabalıyor, bakire olmama ve frengi ihtimalinde ilk düşündüğü başkalarının ne düşüneceği oluyor ve Violette'i bu yüzden hırpalıyor, sokakta gördüğü komşusu "çok elegansın.." diyor vs..

Cinsellik konusuysa filmde önemli bi yer tutuyor: 14 yaşında, ergenliğin pençesindeki bi kızın fahişelik yapmaya "karar vermesi.."nin nedenleri üzerinde dururken, Violette'i aşağılamıyor film: Üzerinde durduğu iki şey var: Violette'in cinsel açlığı ve bu açlığı sürekli bastıran bi toplumsal yapı: Anne ve babasını sevişirken gözetlemesine flashbackle tanık oluyoruz.. Kırda gezintiye çıkan anne ve babasının kendisini götürmemesinden kendisinden bişii sakladıkları yönünde yorumlayan Violette, üzerindeki baskıya isyan ediyor.. Pasif-agresif gibi görünse de, aslında oldukça direkt bi saldırganlık sergiliyor..

Diğeriyse, yaşadığı taciz benzeri tecrübeler ve annesinin ikircikli tutumu: Flashbacklerden biri, birisi babasını yolcu etmeye giden Violette'i karşılayan gar görevlisinin "yılışık.." tavrı ve babasıyla arasındaki gizil erotizm.. Annesinin başka bi adamdan hala mektup alması, bunu kocasından gizlemesi de Violette'i bunu kullanmaya sevk ediyor.. Yani, kendisi kadar ailesi de "suçlu.."

Film, Violette'in ölüme mahkum edilmesine rağmen, cezasının affedilip, hapis cezasına dönüştürülmesi, sonra yine affedilip İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra özgürlüğüne kavuşmasını, evlenip 5 çocuk yapmasını ve ölmeden kısa bi süre önce tüm sivil haklarının iade edilmesini bildirerek bitiyor..

Violette'in kurduğu hayallerse aslında daha farklı bi düzen istemesinden kaynaklanıyor: Sadece erkeklerden oluşan mahkeme jürisine onlardan ne kadar tiksindiğini söylemesi bile takdire şayan..

"Benimle uyumak ister misin??
"Orospu.."
"Bunu anlayamazsın.."

*: Bu yazıyı Bourbon Princess - Dark Of Days eşliğinde yazdım..
Read more

Chugyeogja


'08 yapımı film Chugyeogja'yı uzun sayılabilecek bi zamandır sinemaya gitmemeyi bahane ederek bugün izledim: Aslında çok da merak ettiğim bi film diildi, geçen seneki 28. İstanbul Film Festivali'nde geceyarısı bölümünde gösterildiğini de hatırlıyorum.. Ancak işte, bi şekilde ii filmler, kendilerini izletmesini biliyorlar..

Hikayesi şu şekilde: Joong-ho adındaki polis, bi arkadaşıyla yaptığı vurgun sonrası (bu kısmı filmin ortalarında öğreniyoruz..) meslekten ihraç edilince (hazır sermayesi de varken..) pezevenkliğe başlıyo, ancak bi akşam çalıştırdığı kızlardan biri, birisi geri gelmiyor: Sonra iki tanesi daha.. Onların "satıldığını.." düşünen ex-polis, ortadan kaybolan kadınların aynı numaradan "sipariş edildiklerini.." ilk kaybolan kadının telefonunu tesadüfen bulduğunda anlıyor: O akşam işe gidecek Mi-jin'i uyaran Joong-ho'nun elinden bişii gelmiyor..

21 kişiyi öldüren Young-cheol Yoo vakasından ilham alan film bundan sonra fecii bi şekilde temposunu artırarak akmaya başlıyor.. Geneline bakıldığında inanılmaz bi yönetmenlik başarısının yanı sıra, inanılmaz bi kurgu başarısına da sahip olduğunu belirtmek gerekiyor.. Ve "yerleri ıslak ve loş apartman koridorunda bekleyen küçük kız.." imgesiyle Honogurai Mizu No Soko Kara'ya yapılan görsel referans, iki sonraki sahnede o filmdeki aynı etkiyi yapıp, salya sümük ağlatmaya başlıyor: İki filmdeki kız çocukları annelerini kaybettiklerini anlıyorlar..

[Kahve molası..]
Ancak bu ağlama durumu filmle alakalı diil, kişisel: Yani film öyle sulu zırtlak duygu sömürülü pornolardan diil.. Aksine çok da ii bi mizaha sahip: Sisteme karşı getirdiği eleştiriler Gwoemul'u anımsatsa da, filmin aleyhine işlemiyor-
keşke daha çok örneği başka yerlerden de çıksa/-abilse..

Filmin hedef tahtasına adalet sistemi de, asayiş sistemi de oturuyor.. Belediye başkanına yönelik küçük düşürücü eylemi unutturmak adına bu vakaya yoğunlaşılmasıyla başlayan olaylar zinciri, kişisel faktörlerden ("cesetleri bahçesine gömecek diil ya??"), teşkilatı da aşacak bi hale geldiğinde Young-min serbest bırakılıyor: Yeterli delil olmadığı için-
ki, öncesinde sahte delil yaratılması bile dillendirilebiliyor filmde..

Seyircinin tüm film boyunca Joong-ho gibi hissetmesi (başlarda önemsemezken, sonradan adete Joong-holaşması..) Hitchcock'un "bomba teorisi.."nin kullanılmasıyla alakalı: Aynen Joong-ho gibi delirmeye başlıyor, elinize bi kazma alıp tüm polis teşkilatına onun gibi karşı koymak istiyor, dahası climaxte Young-min'i öldürmesini arzuluyorsunuz-
bireysel adalete karşı olan biri, birisi olarak, eheh..
Seyirci eğer masanın altındaki bombanın varlığından haberdarsa, ancak filmdeki karakterler bu gerçeği bilmezlerse seyirci gerilir, eğer seyirci masanın altında bomba olduğunun farkında diilse bomba patladığında şok olur: İlki kendini gerçekliyor film boyunca: Daha açılış sahnesinde "bombayı.." bize göstermesi boşuna diil filmin..

Eet, çok güçlü eleştirileri olan, ancak bunu altını koca koca çizmeden yapan, dramının ölçüsünü fecii tutturan ii oyunculuğa, müthiş bi stile, katman katman açılan hikayesiyle müthiş bi kurguya, fecii enerjiye ve usta bi yönetmenliğe sahip Chugyeogja.. Tek kusuru, katilinin psikolojisini fazla basite indirgemesi.. Ona da bişii denmiyor..
Read more

Otesánek


Jan Svankmajer'in '00 yapımı filmi Otesanek, Karel Jaromir Erben'in aynı adlı masalından uyarlanmış, "ürkütücü.." bi masal.. Masaldan farklı bi şekilde bittiğini baştan belirtmem gerekiyor.. Ve ayrıca Svankmajer'in konvansiyonel sinemaya en yakın filmi olduğunu da-
tabii, bu kötü olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor..

Hikayesi şu şekilde: Karel ve Bozena, evli bi çift: Bi çocukları olsun istiyorlar ve fakat, bunun mümkün olmadığını anlıyorlar: Özellikle Bozena bu gerçekle başa çıkmakta oldukça zorlanıyor.. Bebek çağrıştıran her şeyler ağlamasına sebep oluyor.. Bi gün ormandaki evlerindeyken Karel, bebeğe benzeyen bi ağaç kökü çıkarıyor topraktan ve onu kesip/biçip bebeğe biraz daha benzetiyor: Ve onu Bozena'ya verdiğinde kadın, ona gerçek bebek gibi davranmaya başlıyor.. 9 ay boyunca haftasonları bebeğiyle ilgilenen Bozena, bu süre boyunca da hamile rolü yapıyor ve bebeğini "doğuruyor.." Ağaçtan yapılan Otik canlanıyor ve Bozena daha bi mutlu oluyor.. Karel, durumla başa çıkmakta zorlansa da, bununla yaşamaya çalışıyor.. Ancak, Bozena'nın saç tutamını yiyen Otik, kontrolden çıkmaya, önüne gelen her şeyleri yemeye başlıyor: Bozena ve Karel, eve sürekli yemek taşırken, komşular da Otik'i görmek istiyorlar: Otik evin kedisi ve üç kişiyi yedikten sonra Karel ve Bozena önlem almak zorunda kalıyorlar ve Otik'i apartmanın bodrumuna hapsediyorlar.. Ve fakat burada da devreye Alzbetka devreye giriyor: Otik'le arkadaş olan küçük kız, onu besliyor, ancak o da Otik'i doyuramayınca Otik'in 3 kişiyi yemesine izin veriyor..

Hikayenin birden fazla ayağı var: Otesanek'in, tüm "canavar.." ya da hayalet filmlerindeki gibi sembolik bi işlevi var: Misal, Honogurai Mizu No Soko Kara'da sözkonusu hayalet, annenin kendi çocukluğundaki travmaların yansımasını sembolize ederken, Gojira'da yaratık kapitalizmi sembolize eder: Örnekleri çoğaltmak mümkün.. Bu filmde de Otesanek, Bozena ve Karel'in kadere karşı direnişini ve açgözlülüğünü sembolize ediyor: Zira, çocuk sahibi olamayacaklarının bilincinde olsalar da, bunu ağaçtan yapılmış bi bebekle değiştiriyorlar-
bi yandan da oldukça acıklı bi yanı olduğunu teslim etmek gerekiyor..
Ancak, kadere karşı direnişin de bi "cezası.." var, açgözlülükleri kendilerine dönüyor Karel ve Bozena'nın: Otesanek'in canavarlaşması ve önce kedi, sonra da insanları yemeye başlamasından duydukları suçluluğun ezici etkisinden kurtulmak (ve bu sayede rahatlamak..) için, savunma mekanizmaları devreye giriyor-
çoğunlukla inkar, ancak bu savunmaların narsisistik bi yönü olduğu da muhakkak: "Alt tarafı bi hayvan.."la başlayan akılcılaştırma çabası, "kimse postacıyı merak etmez.." gibi bi sona bağlanıyor-
ki, daha Karel, Otesanek'i yaptığından itibaren Bozena'nın kediye karşı davranışı çarpıcı bi şekilde değişiyor..
Ve finale doğru kendi açgözlülükleri yutuyor Karel ve Bozena'yı..

Bi de filmin "Sıdıka.."sı, Alzbetka var: Yaşına rağmen, fecii derecede bilgili olan Alzbetka, her seferinde babasını şaşırtmayı başarsa da, Karellerin "sır.."rını çözen kişi: Filmin en başında söylediği replik, finalde neden o noktaya geldiğini özetliyor: "Apartmandaki tek çocuum.." dedikten sonra ağlaması, onun için dayanılmaz bişii olmalı ki, Otik gibi, görece korkutucu bi figürle arkadaş oluyor: Dahası, onunla Otik'in "öz.." ailesinden daha ii anlaşıyor ("canavar da olsa, çocuk çocuktur..")

Filmin, başka bi meselesi de pedofili: Açıkçası, filmin bu konuda belirgin bi tavrı yok: Zira, Alzbetka durumun farkında, yaşlı adamın kendisini görünce gözlüğünü takıp daha dikkatli bakmasından rahatsız olsa, hatta zaman zaman saklansa da, ona karşı kindar ya da boyun eğici bi tutum takındığını söylemek mümkün diil: Zira, adamın "cezalandırılması.." da, yine şans eseri oluyor..

Filmin özellikle açılışındaki bebek satışı (havuzdan fileyle alınması, tartılması ve paketlenip müşteriye verilmesi..) sahnesi olağanüstü.. Alzbetka'nın babasının gördüğü halüsinasyonlar da öyle.. Geniş kitlelerin en kolay içine girebilecekleri Otesanek'in, Svankmajer filmografisinin geneli düşünüldüğünde en "ayrıksı.." filmi olması da ironilerin en güzeli olsa gerek.. Pavel Novy'nin varlığını da unutmamak gerek ve masal okuma sahnelerinde Neco Z Alenky'ye yapılan göndermeleri..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.