Yusuf Üçlemesi: Yumurta, Süt, Bal


Semih Kaplanoğlu'nun '07, '08 ve '10 yapımı filmleriyle karşımıza çıktığı Yusuf Üçlemesi, Türk sinemasında benim için çok çok ayrı bir yerde duruyor: Görsel stili, anlatım teknikleri, zaman tercihleri, kısaca her şeyiyle.. Üçlemeyi kapatan Bal Berlinale'de Altın Ayı alınca ortalık biraz duruldu, çünkü özellikle Yumurta çevresinde oluşan (ateşleyicisinin Mahsun Kırmızıgül olduğu) ödül tartışmalarının sonu gelmeyecek sanıyorduk nicedir.. Meleğin Düşüşü'nde üçlemede en çok Süt'ü sevdiğimi söylemiştim.. Ancak bu demek değil ki, diğer filmler onun kadar iyi değil.. Aksine, onlar da çok iyi filmler; ancak Süt'ü daha çok sevmemde yaş/am/ımın da etkisi olduğunu düşünüyorum: Süt'teki Yusuf'u yakın bulmak vs..

Nereden başlayacağımı bilmiyorum aslında: Hikayelerini kısaca özetleyeyim en iyisi..
Yumurta'da İstanbul'da yaşayan Yusuf'un annesinin ölümüyle Tire'ye dönüşünü ve sonrasını izliyoruz.. Köy'den adeta kaçan Yusuf, her gün karşısına çıkan başka bir "engel" sayesinde İstanbul'a bir türlü dönemiyor.. Her şey bir diş fırçasıyla başlamıştı: Başlangıçta direnç gösterdiği köyü (ve temsil ettiği şeyleri) birer birer kabullenmeye başlıyor Yusuf.. Ayla'yla Gölcük'e gidiyor, tam ayrılacakken karşısına çıkan köpek farkına varmasını sağlıyor bazı şeylerin.. Ağlaması annesinin ölümüne mi, yoksa kendisine mi?? Ancak Ayla'nın eline bıraktığı yumurta gibi, artık köyü "kabulleniyor" Yusuf..

Süt'teki Yusuf, başka dertlerden mustarip: Üniversiteyi kazanamadığı için annesiyle pazarda süt, peynir satan genç adam, arada bir şiirler yazıyor, hatta Düşler dergisi'nde bir şiiri bile yayımlanıyor: Ve fakat askerliğe elverişli olmadığını öğrenince İzmir'de tanıştığı kızla buluşmadan geri dönüyor köyüne: Annesiyse başka bir adamla evlenmek için "evet" diyor o sıralarda.. Madende çalışmaya başlıyor..

Bal'daki Yusuf, babası ve annesiyle birlikte yaşayan ilkokul 1. sınıf öğrencisi: Babası bal toplamaya gidiyor, Yusuf'un toplum önünde okuyamama gibi bir sorunu var, annesine de yansıttığı: Sadece babasıyla fısıltıyla konuşuyor, kendi başına okumasına rağmen, sınıfta kekelemeye başlıyor.. O sıralarda babası ölüyor..

Öncelikle her filmin, ama özellikle de Süt'ün açılış sahnelerinden bahsetmek lazım.. Yumurta'da annenin tarla çevresinde yürümesini, Süt'te kaynayan süte gelen yılanı, Bal'daysa babanın ölmek üzereki halini açan bu sahneler antolojilere girecek kadar güzeller: Ama Süt..

Filmlerin geriye akan bir zaman anlayışı yok, hatta her filmin o yılki tarihte geçiyor olması izleyicinin zaman kavramını alt-üst ediyor belki, ancak filmlere zaman açısından özgürlük de kazandırıyorlar: Ki, üç Yusuf'un da aynı kişi olup olmamasını bile önemsemiyor üçleme aslına bakarsanız: Üçlemedeki filmleri birbirine bağlayan tek şey Tülin Özen..

Üçleme her şeyiyle bir anne-erkek çocuk ilişkisi hikayesi: Her filmde araya başka kadınlar girse de, Yusuf'un aşamadığı/kaçamadığı şeylerin kökeni annesiyle olan ilişkisine dayanıyor.. Üçlemede özellikle Süt'te çok fazla öne çıkan bu durum, görsel karşılığını Yusuf'un yayın balığı yakalayıp eve geldiğinde annesini akşam yemeği hazırlamak için ördeğin tüylerini yolmasında buluyor.. Aslında konuşabilen Yusuf, babası gittikten sonra film boyu annesiyle tek kelime konuşmuyor: Özellikle babasının ölümünden sonra annesine değil de doğaya sığınması (ağacın gövdesine yaslanarak uyuduğu o muhteşem final sahnesindeki gibi) ondan uzak olduğunu gösteriyor.. Çünkü Yusuf, Oedipus'u geride bırakmaya başlamış: Sevgi nesnesi annesinden vazgeçip, kompleksi yaşadığı dönemde kıskandığı/korktuğu babasını tanımaya/sevmeye başlayıp annesinden uzaklaşmış.. Yusuf, ergenlik döneminde çok daha büyük sorunlarla baş etmeye çalışıyor: Uzaklaşmak isterken üniversiteyi kazanamayışı, askerliğe alınmayışı, daha küçük yaşlarından itibaren toplumun "dışında" kalışı ve annesinin başka biriyle evlenmeye karar vermesi karşısında yapabileceği pek de fazla bir şey yok: Filmin sonunda yüzümüze tuttuğu baretinin ışığı gibi: Sadece çok az önünü görebiliyor.. İstanbul'a taşınıp, bir şekilde kitabı çıkmış bir şair olmasına, kitabevi işletmesine rağmen Yusuf bildiğimiz gibi: Süt'te kızlarla konuşma konusunda sıkıntılar yaşayan Yusuf, benzer bir yaklaşımı dükkanına gelen parti kızı, gençlik aşkı Gül ve Ayla'ya da gösteriyor..

Annesinin etkisi: Kadınlarla iletişimi zayıf bir adam Yusuf.. Tanıyamadığı da son derece açık.. Annesiyle zaten daha çok küçükken ayrılmış olan Yusuf'un, onun ölümüne tepkisiz kalması da şaşırtmıyor.. Annesinin ona hediye ettiği bu travmadan ancak Ayla sayesinde çıkabiliyor.. Bir kadına güvenmeyi öğreniyor Yusuf..

Yumurta



Süt



Bal


Read more

Meleğin Düşüşü


Türk sineması seçkisinde en büyük ayrıcalığı tanıdığım yönetmene geldi sıra: Semih Kaplanoğlu.. Açıkçası Yumurta'yla başlayan, Süt'le zirvesini bulan ve Bal'la da devam eden bir hayranlığım sözkonusu kendisine karşı.. Filmlerindeki acelesizliği, kurduğu gizemli atmosferleri beni benden alıyor.. Nuri Bilge Ceylan (ve diğer "yavaş film çeken yönetmen"lerimiz) özelinde her zaman adı geçen Tarkovski'ye en çok yaklaşan işleri (öykünen demedim) Kaplanoğlu çıkarıyor..

'05 yapımı Meleğin Düşüşü'nde de Süt'le zirvesini bulan hikaye anlatıcılığı ve yönetmenliğinin gelişim aşamalarını görmek mümkün.. Film, Zeynep'in hikayesini anlatıyor: Bir otelde kat görevlisi olan Zeynep, ona aşık olan Mustafa'yla ilgilenmiyor.. Kıyafetlerine, hareketlerine baktığınızda Zeynep'in kadınlığını gizleme gereği duyduğunu (hatta adeta utandığını) anlayabiliyoruz.. Çünkü babasının tacizleri var.. Ve bu travma öylesine sarıp sarmalıyor ki benliğini, babasıyla konuşurken de, odasının kapısını açıp girmemeye karar verdiğinde, sarhoş halde yolda düştüğündeki bakışında anlıyoruz hep: Camilerde dua okuyor, Aya Yorgi'de ip bağlıyor, bir şeyin olmasını "istiyor.."

Sonra film, adeta böğründen kesilmiş gibi ikiye ayrılıyor: Devreye giren Selçuk ve sorunlu ilişkisi, Selçuk'un eşinin intihar mı, kaza mı olduğunu bilmediğimiz ölümü ertesinde verilen eşyalar Zeynep'i kadınlığıyla barıştırıyor.. Özenti/lik gibi görünen bu kimlik değişikliğinin işaret ettiği başka şeyler de var..
Ve film bir daha kesiliyor..

Ensestin doğası düşünüldüğünde "kurban" açısında genellikle iki davranış biçimi gelişir: Stockholm Sendromu benzeri bir kurbanla özdeşleşme (aşık gibi hissetmeye dek varan) ve görece uyumlu görünen profilin altında yatan önlenemez öfke.. İkisinin de çıkış yolları farklı oluyor ancak, Zeynep özelinde süreç (sembollerle birlikte) biraz daha farklı işliyor..
Evet, Zeynep babasıyla "uyumlu" geçinen bir kadın: İkisi de gerçeği adeta yok-saymış bir vaziyette yaşamlarına devam ediyorlar..

Ancak, Zeynep'in dilekleri, okuduğu dualar sayesinde biliyoruz ki, o babasının ölmesini diliyor.. Aya Yorgi yokuşunda ipinin 2 kere kopmasına rağmen, bundan vazgeçmeyişi bunu ne çok istediğini gösteriyor.. Ancak olmuyor.. "Düşüş" bundan sonra başlıyor işte: Ölen kadının kıyafetleri ilginç bir katalizör görevi görüyor..
Bu noktada Trier saçmalaması Antichrist'ı anmamak olmaz: İki filmin de isimlerinin işaret ettiği "Tanrıya karşı gelen" imgesi ve iki filmdeki kadın karakterlerin uyumlu görünüşlerinin altında yatan kötülüğün gün yüzüne çıkması ve bunun vajinayla ilişkisi benzerlikler kurmaya son derece müsait, yine de büyük farklılıkları olduğunu da belirtmeliyim..
Antichrist'taki Kadın, doğaya yönelerek, hatta neredeyse doğanın kendisine dönüşerek "kötü"leşirken, bunun gerekçesi olarak Orta Çağ cadı kültlerini ve Kadın'ın da (her kadının içinde olan) cadılığı kabullenişi anlatıyordu..
Oysa Meleğin Düşüşü'ndeki Zeynep bunu etki-tepki minvalinde gerçekleştiriyor..
İki kadının karşı geldikleri şeyin erkek olması ve film/ler düşünüldüğünde otoriteyi temsil edişi (Antichrist abartıp Tanrı okuması yapmamıza da kapı aralıyordu) en azından film isimlerinin işaret ettiği "baş kaldırma"nın içini doldurduğunu söylemek mümkün..
Vajina: Zeynep'in gizlemeye çalıştığı kadınlığını, ölen kadının kıyafetlerinin yarattığı etkiyle (bir neviinden osmosis) uyandırması.. Final de bunu destekliyor..
Ve eylem.. Ölen baba..

Ancak burada farklı bir şey oluyor.. Kurbanlıktan çıkmasını beklediğimiz Zeynep, bu defa Mustafa'dan aldığı yardımla (ki ne konuştuklarını bilmiyoruz) cesetten kurtuluyor.. Zeynep burada ensestten bahsederken kısaca üzerinden geçtiğim iki davranış kalıbından birinden diğerine geçiyor.. Boşalttığı öfkesi, onu Stockholm Sendromu'na savuruyor-
bilinçli bir tercih??
Ve bana kalırsa Zeynep, bu defa Mustafa'nın kurbanı olmayı seçiyor..

Film Selçuk'un bir anda ortaya çıktığı mevlüt sahnesine kadar kusursuz akarken, Selçuk'un uzatılmış (ve fazlasıyla sulandırılmış) hikayesi yüzünden aksamaya başlıyor.. Tülin Özen'se olağanüstü..


Read more

İki Genç Kız


Kutluğ Ataman'ın '05 yapımı filmi İki Genç Kız, Perihan Mağden'in (kısmen) aynı adlı romanından uyarlanmış bir hikaye..

Handan annesi Leman'la birlikte "yoksul ötesi" bir hayat yaşamasına rağmen, hem kendisi hem de annesi görünürde, nasıl desek, zengin duruyorlar.. Bi kere ikisi de güzel kadınlar.. Behiye ise İstanbul'un varoşlarında büyümüş bir başka bir kız: Boğaziçi'ni kazanmış.. Handan ve Behiye tanışıyorlar, Behiye evden kaçıp Handanlarda kalmaya başlıyor, aralarında bariz bir cinsel çekim var, buna karşın bir noktadan sonra büyük bir kırılma yaşıyorlar..

Aslında kitabı okumadım, ancak Mağden'in okuduğum diğer kitaplarını düşündüğümde, filmdeki kimi semboller (Akmerkez, Boğaziçi, Burger King vs..), birbirini çok iyi anlayan iki kişinin kendilerine inşa ettikleri dünya (Refakatçi, Biz Kimden Kaçıyorduk Anne) yerlerine oturuyor, ve fakat Mağden hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kişinin filmdeki (özellikle tanışma/gelişme bölümündeki) ilişki/leri plastik bulması kaçınılmaz: Zira, ikili deliliğin sınırında duran bu yapı, hem Handan-Leman, hem de Handan-Behiye arasında inşa edilmiş vaziyette: Ve fakat, filmde (aslına bakarsanız diğer Mağden işlerinde de..) havada kalıyorlar.. Çok "özel" olduğu düşünülen bu ilişkiler, dışarıdan bakan için anlamsız kaçıyor, ki Mağden romanlarını bu açıdan değerlendirdiğimizde yazarın kendisi dışındakilere hitap ettiğini söylemekte zorlanıyorum: Beni cezbetmiyorlar, örneğin..

İki Genç Kızın Romanı'nda muhtemelen benzer bir yapı kuran Mağden'in saydığım Handan'ın ilişkilerini de benzer bir pozisyona oturtturduğunu görüyoruz, anne ve kızın o güne değin nasıl sarsıntı yaşamadan geldiği tartışmalı son derece yapay ilişkisi ya da Behiye'yle zaman zaman bdsm'e kayan ilişkisini film aktarmakta zorlanıyor: Kamerasını bunun için kullansa dahi, Mağden'in muhtemelen pek eşsiz bulduğu o"his" perdenin dışına çıkamıyor, dahası dediğim gibi, son derece plastikleşiyor..

Aslına bakarsanız, Behiye karakterinden ziyade Handan daha gerçekçi duruyor filmde: Evet, son derece "tiki" bir karakter ve fakat Vildan Atasever'in oyunu kesinlikle sırıtmıyor, buna karşın Behiye'nin asiliği grotesk bir şovdan başka bir izlenim oluşturmuyor: Altını doldurmakla uğraşmayacağım da, gayet geçerli travma-sebepleri olan bir kadını bu denli karikatürize bir şekle sokmak kimin başarısızlığı?? Senaryo mu, oyunculuk mu, oyuncu yönetmenliği mi, yönetmenlik mi, yoksa hepsi mi??
Yine benzer şekilde filmdeki ayrıntılar da fazlasıyla havada kalıyor, asansörde mastürbasyon yapan bakkal çırağı fikir olarak iyi olabilir, ancak filmde hiçbir işlevi yok, benzer şekilde Nevin karakteri de dolgudan öteye geçemiyor, kozmetik mağazasındaki ya da taksici, ve sonra Behiye'nin havuza girdikten sonraki kavga sahneleri skeçvari bir tonda işliyor: Nedir?? Behiye öfkelidir.. Ancak bunun altı boş bırakılınca perdedeki şiddet de bir manaya kavuşmuyor ne yazık ki..

Ve final: Aslına bakarsanız kapitalist bir yaklaşımla filmi okumak daha kolay oluyor: Yanisi, film kapitalizmi insan ilişkileri özelinde olumluyor: Handan'ın şöhrete, Leman'ın paraya bedenleri karşılığında sahip olması, bedenini kullanmayan Behiye'nin finalinde "işçisin sen işçi kal"a tekabül ediyor.. Behiye'nin Boğaziçi Üniversitesi'ni kazanmış olmasının işaret ettiği "akıllı kız" imajının finale doğru tel tel dökülmesi ve aslında (genelliyorum) dünya hakkında hiçbir şey bilmediği gerçeğinin karşısında Handan'ın tüm o yapay şımarıklığının altındaki "her şeyi gören göz"ü duruyor ve finale geldiğimizde "kazanan" Handan oluyor.. Behiye ne kadar çabalasa, öfkesini dışa vursa da, yine temizlik yaparken buluyor kendini..



Read more

Büyük Adam Küçük Aşk


Handan İpekçi'nin '01 yapımı filmi Büyük Adam Küçük Aşk içerik açısından hiçbir sorun taşımamasına rağmen, teknik açıdan sorunlu bir film..

Hejar, annesi ve babası ölmüş küçük bir Kürt kızı: Dedesi Abdo onu İstanbul'a bir avukatın yanına getiriyor, ancak birkaç gün sonra eve baskın düzenlendiğinde avukat ve evde kalan iki militan öldürülüyor.. Korkan Hejar, karşı dairedeki Rıfat Bey'de kalmaya başlıyor: Ancak bu ikisi için de o kadar da kolay değil..

Film, çevrenizde bolca görebileceğiniz tipik ulusalcı reflekslere sahip, emekli bir yargıç karakteri konu ediyor: Kürtçe'yi duymaya bile katlanamayan, yasaklayan, yanındaki çocuğun Kürt olduğunu söylemektense "Almanya'da yaşıyor" diyecek kadar kompleks sahibi (ki, bu batı özentiliğini çok iyi vurgulayan bir enstantane), kendi dilinin İngilizce karşısındaki konumundan rahatsız olan vs vs: Hejar'sa tek kelime Türkçe bilmeyen bir çocuk, küçük bedeninin kaldıramayacağı travmalar yaşıyor, travmalarının kabus/çiş yapma gibi fiziksel etkileri de oluyor, Rıfat Bey'in deyimiyle bir "inatçı Kürt.."
İkisi ortak paydada buluşmaya çalışıyorlar: Yarı Türkçe, yarı Kürtçe konuşarak..

Geride iki ayrı kadının da dramı var: Aşkına karşılık bulamayan bir Müzeyyen Hanım ve kimliğini saklamak zorunda kalan Sakine/Rojbin.. Müzeyyen, naif bir umutla Rıfat'a aşkını ilan ediyor, resmini yapıyor; Rojbin'se Kürt olmasına rağmen Sakine adını kullanıp Türkçe konuşuyor, Rıfat'ın görmezden geldiği kimliğini ancak Hejar sayesinde kabul ettiriyor..

Buna karşın filmin zaten ağır olan konusu, sürekli çalan müzik yüzünden iyice şerbetleniyor: "Bu memleketin hali niye böyle??" diye ağlayıp sayıklamama sebep olan kimi sahnelerde müzik kullanılmasaydı belki biraz daha dirayetli olabilirdim.. Handan İpekçi'nin bu tercihi filme zarar veriyor açıkçası, oysa kurmacadan ziyade ortadaki şey belgesel gibi duruyor..
Kaba sembolizm de filmin diğer bir eksi yönü: Rıfat'ın sürekli iki kağıt arasında gidip gelmesi, Hejar ve Rıfat arasındaki kimi anlar (kızın fotoğrafı yere atması/adamın kızması vs..) filmi, nasıl desem, yüzeyselleştiriyor..

Oyunculuklar çok iyi, Hejar rolündeki Dilan Erçetin pırıl pırıl, Füsun Demirel'e zaten aşığım, Rıfat rolündeki Şükran Güngör de son derece iyi..

Read more

Güneşe Yolculuk


'99 yapımı Yeşim Ustaoğlu filmi Güneşe Yolculuk, bu ülkeye dair şeyler söylese de, aslında son derece evrensel bir şeyi anlatıyor..

Mehmet, Tire'de doğmuş bir Kürt çocuğu ancak bunun farkında bile değil muhtemelen, annesi babası da Tireli.. Çalışmak için birkaç ay önce İstanbul'a geldiğinde Şirvan'a delice tutkun Berzan'la tanışıyor bir akşam, milli maç sonrası çıkan kavgada.. Sevgilisi Arzu da Almanya'da doğup İstanbul'a gelmiş ve çamaşırhanede çalışıyor.. Bir gün çantasında başkasının koyduğu silah yüzünden yakalanıp gözaltına alınmasıyla hayatı değişiyor Mehmet'in: Gözaltında işkenceye uğruyor, çıktığında yaşadığı yerlere X işareti koyularak fişleniyor, Berzan'da kalmaya başlıyor.. Açlık grevine destek eyleminde Berzan'ın öldürülmesiyle Mehmet, onun cenazesini doğduğu köy olan Zorduç'a götürmek üzere yola çıkıyor..

Film iki yönlü akıyor: Birincisi Mehmet'in kendini bulma/kabullenme hikayesi (kabullenme kısmına geleceğim birazdan yine..)
İkincisi ise, bence filmin daha başarılı olduğu sosyolojik ayağı: Yeşim Ustaoğlu olgun bir empresyonizmle toplumun belki de en alt katmanlarını perdeye taşıyor: Mehmet, Berzan gibi benzer kaderleri Arzu ve diğer çamaşırcı kız da paylaşıyor, ya da Mehmet'in ev arkadaşları da: Okumamış, fakir bu kesim üzerine, toplumsal önyargılar da eklenince "annen baban da mı Tireli??" sorusu ısrarla soruluyor Mehmet'e: Hatta Arzu dahi Mehmet'e "sen Tireli olamazsın" minvalinde şeyler söylüyor-
"esmer olmak suç mu??" cevabını alıyor, o ayrı..
Beri yandaysa zorunlu göç durumları var: Arzu'nun ailesi muhtemelen Almanya'da tutunamadıklarından İstanbul'a gelmişler, Berzan ve Mehmet de: Ancak çok daha ağır tablolar çıkıyor karşımıza: Mehmet'in yolculuğu sırasında terk edilmiş köyler ve X işaretler çıkıyor karşısına.. Zorduç'sa başka bir dramın sembolü: Baraj suları altında kalmış bir köy.. Ve yine o X..

Mehmet'in başlangıçtaki hiçbir şeyden haberi olmayan ve son derece naif hali, iki kademeli olarak gelişiyor.. "İçerden" çıktıktan sonra normal bir işte çalışmayı deniyor, ancak peşi bırakılmayınca geri dönüşüm (çöpçü, bildiğin) işçiliği yapıyor: Saçlarını ucuz sprey boyayla sarıya boyadığında "onlar" gibi olacağını sanıyor Mehmet.. Bu onlar gibi olma isteği, kendini inkarı da beraberinde getiriyor, Mehmet çünkü o dönemlerde "ne" olduğunun, "neden" ona böyle davranıldığını bilmiyor, tek bildiği "farklı" olduğu.. Dokuya uymadığı..
Yolculuk başlayınca, Yeşim Ustaoğlu izlenimci üslubunu sürdürüyor sürdürmesine de, yol filmi şablonunu Mehmet'in kendini bulma süreci olarak işliyor.. Önce boya çıkarılıyor saçlardan, sonra Tireli olmaktan vazgeçiliyor.. Film sembolizmi son derece altı çizili işlese de, bütün düşünüldüğünde sırıtmıyor..

Evet, bir Kürt çocuğun kendini bulma hikayesi dedik ancak, son derece evrensel bir hikaye bu: "İstanbulluyum" cevabının yeterli olmadığını mübadeleyle İstanbul'a gelmiş bir ailenin ferdi olarak çok önceden anladığım için, hemen peşinden "ama göçmeniz" demenin ne demek olduğunu bilirim: Mehmet'le aramızda ciddi benzerlikler kadar, farklar da var: Mübadele göçmenleri bir çeşit devlet politikası olarak belli başlı bölgelere yerleştirilmişler ve illa "Türk" kelimesi geçen soyadlarıyla Türkleştirilerek asimile edilerek, Kürt aileleri doğdukları/yaşadıkları topraklardan "ülke sınırları içinde" göçe zorlanarak asimile edilmeye çalışılmıştır.. Farklarımıza gelirsek, evet göçmenler genel olarak ötekileştirilmezken, Kürtler hep ötekileştirilmişlerdir..


Read more

Kader



Zeki Demirkubuz'un '06 yapımı filmi Kader, umutsuz bir aşkın hikayesi..

Tüm gücünü son derece süssüz olmasından alan film, daha henüz başlangıç anlarından itibaren üzerinize balyoz gibi iniyor ve bitene değin nefes almanıza izin vermiyor: İstanbul varoşlarında başlayan bu oldukça gerçekçi hikaye, Kars'ta belli bir belirsiz bir mutlulukla sonlandığında, neredeyse pornografik düzeye varan bu gerçeklik karşısında kendimi yorgun hissediyorum, hissettim.. Bunca ağırlığın yükünü Bekir ya da Uğur, veya filmdeki diğer karakterlerle üleşmişim gibi hissedişim de bu yüzden.. Sade mizansenler, doğal ışık bizi de o mekanların içine sokuyor, felçli babanın karşılığını buluyorum içimde.. O'yum, O'yuz.. O..

Eduard Artemyev'in o olağanüstü bestesi (Stalker müziği) girdiğinde (bu arada filmi ilk izleyişim..) şaşırıyorum: Öyle ya, her şeyin bu denli "açık" olduğu filmde, tüm bilinmezliğiyle hep karşımızda duran Stalker göndermesi niye?? Başta sadece takip etme dürtüsünden-
ama hayır, fazlası var.. Finalde anlamlanıyor sadece..

Uğur, umutsuz bir aşkla koşuyor Zagor'un peşinden, orospuluk yaparak kazanıyor geçimini: Adam nereye, o oraya..
Bekir, umutsuz bir aşkla koşuyor Uğur'un peşinden: Görece zenginliği, efendiliği her şeyiyle dönüşüm geçirmiş halde dibe batıyor.. Karısını daha dört aylık evliyken terk ediyor, çocuğu doğduğunda onun yanında olmuyor, Uğur (da) Uğur diye yollara düşüyor, esrar gecesinde çocuğun söylediği gibi: "Kerem ile Aslı'nın aşkı nedir ki??"
Toplumsal açıdan bakarsak, evet Bekir, tam bir sorumsuz, üstelik bencil, düşüncesiz.. Ancak filmin önemsediği şeyler bunlar değil: Uğur'la Bekir'i karşı karşıya getiriyor film..

Stalker değil ama Bekir-
henüz: Tarkovski filmi bağlamında ele alırsak kabullenişin hikayesi: Uğur, en başından beri Stalker çünkü: Stalker nasıl ki Zone'un tüm kurallarını kabul etmişse, o da daha Zagor hapishaneye düştüğünde kuralları (kader diye okuyun, film bunu öğütlüyor çünkü) kabulleniyor: Aşkı uğruna başka adamlarla birlikte olmasına rağmen, sadece Zagor'u sevdiğinden eminiz: Çocuk yapsa, evlense bile bu durum değişmiyor..
Oysa Bekir, Stalker değil, Tarkovski filmindeki yazar ya da profesör gibi: Şüpheleri var: Uğur'un bir gün onu seveceğini düşünüyor: Beklediği şey gerçekleşmeyince tecavüz etmeye kalkışıyor, tokat attığı, orospu diye aşağılıyor.. Uğur demir gibi oysa.. Anlayamadığı, anlam veremediği şey de tam olarak bu: Geçirdiği dönüşüm onu toplumsal açıdan dibe çekse de, öğreniyor: Zone'un (Uğur diye okuyun) kurallarını ne zaman kabul ediyor (kaderini kabulleniyor) işte o zaman kalmasına izin veriliyor.. Bekir kapı açıldığında hiçbir şey yapmıyor, çünkü Uğur'un hiçbir zaman olmayacağını -sonunda, anlamış oluyor..

Aşk için hiçbir şey yapmama konusunda eminseniz eğer benim gibi, filmdeki çabaları görmezden gelmek için ekstra efor sarf etmeniz gerekebilir.. Yoksa bu yazıyı yazmak yerine bavulumu toplamaya başlamıştım..


Read more

A Ay


A Ay, Reha Erdem'in '88 yapımı filmi..

Hikayesi şöyle: Sırrı Bey, Çamlıca'dan sonra Boğaz kıyısında da bir ev yapmaya başlamış, iyi kötü bir ev (3 kat, artı bir de çatı katı-teras) yapmış, üç çocuğu var/mış: Neyyir, İngilizce öğretmeni olmasına rağmen hala simple tenseli konuşurken, Nükhet Seza günlerini kahve falı bakmakla ve evin hikayelerini anlatmakla geçiriyor.. Şener ise kendini eve kapamış, sonra İhsan'la evlenmiş, bir de çocukları olmuş: Yekta.. Şener öldükten sonra, İhsan uzun bir süre Sırrı Bey'e bakmış ve fakat bir gün bir kayığa binerek gitmiş.. Aradan yıllar geçip Yekta liseye başlamak üzereyken, Yekta tuhaf davranışlar sergilemeye, annesiyle her gece görüştüğünü iddia etmeye başlayınca Neyyir endişeleniyor vs..
Daha fazla yazamayacağım cidden..

Öncelikle Reha Erdem'i ilk kez izlediğimi belirterek başlayayım, diğer filmlerini de izlemediğimden sadece bu film üzerinden konuşacağım: Yönetmenlik yapmak yerine ressam/fotoğrafçı/post-modern artist filan olsa daha iyi olacak bir kişinin elinden çıkmış bir "şey" çünkü A Ay: Son derece yapay, hatta gerçekdışı diyaloglara, güzel/estetik olduğu düşünülen kadrajlar ve abartılı ses miksajı eklenince hakikaten katlanılmaz oluyor bu tür çabalar..

Bazı artistik çabaları anlayabilirim: Yabancılaştırma unsurlarının kullanımını, ya da senaryoyu, görselliği, ses miksajını, kurguyu kısaca sinemanın kendisini bile boşverip ortaya yeni "filmler" çıkarmayı: Godard örneğini burada vermeliyim; o ana kadarki bilinen tüm kalıplarla oynayabilirsiniz, ya da Derek Jarman'ın Blue'sundaki gibi sinema olup olmadığı bile tartışmaya açık girişimlere soyunabilirsiniz.. Eh, birileri de sizi sinema tarihinde bir yere oturtmaya çalışır; anlaşılmaz bulunabilirsiniz, dalga geçilebilirsiniz, göklere çıkarılabilir ya da yerin dibine batırılabilirsiniz, bunlar yaşanmış ve yaşanacak şeyler..

A Ay'a gelince de benzer yaklaşımlarla karşılaşması olası, buna karşın bana göre son derece bayağı bir "proje" A Ay.. Evet, arkada çalan klasik müzik, saat tik-takları, evdeki martı, kopuk diyaloglar yabancılaşma unsurları olarak üzerine düşenleri yerine getirmesine getiriyorlar da, bu yabancılaşma artık bir yerden sonra (ben diyeyim 10., siz deyin 15. dakikada) katlanılmaz boyutlara ulaşıyor ve ben bu filme ~100' harcıyorum.. Bittiğindeyse ergenlikteki bir kızın çözülmemiş Oedipus kompleksi (ve onun etkileri) dışında hiçbir şey bulamıyorum: Filmin çözümlensin diye oraya buraya serpiştirdiği sembolleri ciddiye alıp uğraşmak size kalmış da, bu uğraşın karşılığını bulabileceğini bile sanmıyorum.. Kendi hayal dünyasında yaşayan kız çocuğu filmlerinin çok daha iyi işlenmiş örnekleri varken, A Ay'ın hiç de öyle olmadığı halde son derece girift pozlar kesmesini anlamıyorum.. Vakit kaybından başka (da) bir şey değil..


Read more

Hamam


Ferzan Özpetek'in ilk yönetmenlik denemesi '97 yapımı Hamam, daha çok ülkemizde kopardığı gürültüyle anılan bir film..

Hikayesi şöyle: Francesco teyzesinden kalan mirası satmak için İstanbul'a geliyor.. Karısıyla birlikte İtalya'da yaşayan adam, Türkiye'deki ilk hamam deneyiminden sonra mekanı satmaktan vazgeçiyor ve hamamı restore etmeye başlıyor; bu sırada eşcinsel bir ilişkiye yelken açıyor, derken karısı ayrılmak istediğini söylemek için İstanbul'a geliyor ve Francesco ve Mehmet'i sevişirken görüyor, kavga eden çift ayrılmaya karar veriyor ve fakat Francesco öldürülünce, Marta İstanbul'da kalmaya karar veriyor..

İnsan-mekan ilişkisini fazla şerbetlendirmiş film, kayıp geçmiş, eşyalar, mekanlar, şehirler, kişilerle olan ilişkilere göz atıyor: Ancak söylemek istediği çok şey olduğu için, daldan dala atlıyor: Füsun'un Francesco'dan yüz bulamadığı için mi evlenmeye karar verdiğini bilemiyoruz misal, ya da adamın neden öldürüldüğünü; Marta'nın belgeleri faks yoluyla imzalatmak yerine neden te oralardan kalkıp geldiğini, İstanbul'un Francesco'yu değiştirmesi sonrası ona yeniden aşık olduğunu vs vs..

Film, fecii romantikler için fazlasıyla cezbedici dursa da, kof bir oryantalist fantezi evreninden fazlasını sunmuyor ne yazık ki: Cilalanmış "işte biz Türkler böyle yaşıyoruz.." şovlarına, İstanbul diaları eşlik ediyor; içerdiği yoğun homo/erotizmle Batılı oryantalistlerin (diyelim bir Ingres) her zaman ilgisini çekmiş hamamdaki kişiler (eşcinsel) aşk/seks imgesi, bu toprakların müziğiyle servis ediliyor: Sebebi açık: Ferzan Özpetek batıya kendi İstanbul fantezisini satıyor: Filmin her sahnesinde perdeden, ekrandan taşan ve kimi zaman son derece kitsch bir hal alan yapaylığı başka türlü açıklayamıyorum çünkü..



Read more

Muhsin Bey


Yavuz Turgul'un '87 yapımı filmi Muhsin Bey'i sevmeyen yok sanırım.. Zira ne zaman Türk sineması konusu açılsa illa ki bu film de anılıyor çevremde: Ancak bu filme karşı çelişkili duygular beslemekteyim, ve bu his de aslında filmin kendi çelişkisinden kaynaklanıyor biraz da..

Hikayesi şöyle: Muhsin Kanadıkırık, bir konser organizatörü, sanat müziği seviyor, sürekli takım elbiseyle dolaşıyor, çiçekleriyle konuşuyor, yalnız yaşıyor, dişçiden korkuyor: Ancak yanında çalışan asistanı (tabii o zamanlar böyle sıfatlar yoktu) kira parasını at yarışlarında harcadığı için ofissiz kalıyorlar: Derken Urfa'dan türkücü olma hayaliyle yola çıkıp Muhsin'i bulan Ali Nazik'in gelmesiyle hayatı değişiyor: Başta onu sevmese de, Ali Nazik'in piyasaya girmesi için Muhsin Bey, elinden ne geliyorsa yapıyor, hapse bile giriyor dolandırıcılıktan.. Eh tabii, beslenen karganın gözü oyması misali, Muhsin mutsuz bir finale doğru çıkıyor, ancak yıllardır ona aşık olan Sevda da ona katılıyor..

Evet, Muhsin Bey, solfej, nota bilmeden müzik yapılmayacağını düşünen, ilkelerine son derece bağlı bir organizatör: Arabeske de son derece karşı: O yüzden de Ali Nazik'in asla arabesk söylemesini istemiyor, kebap ve İstanbul'da her yerde açılan kebapçılardan nefret ediyor.. Belli ki bayağı buluyor.. Bir neviinden "İhtiyarlara Yer Yok" durumu: Türkiye'nin geçirdiği dönüşümün dışında kalıyor Muhsin..

Muhsin Bey'in kebap ve arabeskin temsil ettiği kültüre karşı bir önyargısı var: Ki, aslına bakarsanız bu tavır hiç de yeni bir şey değil: Entelektüel çevrelerde asla kabul görmeyen bu bakışın tipik bir temsilcisi olan filmin tam da bu kitleyi tavlamaya yönelik tavrı, işe yaramış görünmekte: Gişede en az para kazandıran Şener Şen filmi olmasıyla birlikte, "entelektüel" çevrelerde baştacı edilmesinin işaret ettiği tezatlık, insanların kültürleriyle kurduğu ilişkiyi özetliyor.. Konuyu dallandırıp budaklandırmak da mümkün: Murathan Mungan'ın öncülerinden olduğu arabeski entelektüelize etme girişimiyle Müslüm Gürses'in hakkının yıllar sonra teslim edilişi, ya da İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur gibi kitleleri peşinden sürükleyen kişilerin entelektüel çevrelerde görmezden gelinişi vs: Bu bayağı bulma, yok saymanın çeşitli sebepleri olabilir, ancak filmin bunu daha çok nota, solfej düzleminde ele almasından anlıyoruz ki, bir okullu-alaylı çatışması burada da var: Muhsin Bey, Ali Nazik'i sürekli eğitmeye çalışıyor, ancak o ise günlerini Tan okumakla geçiriyor-
bulvar gazetesi okumasının, pembe ipek gömlek, altın kolye/bileklik sembollerinin işaret ettiği lümpenlikse ayrı bir konu..
Film bunu son derece kaba bir sembolizmle de vurguluyor: Ali Nazik'in çiğ köfte yoğurduğu, Muhsin Bey'in ise (ülseri dolayısıyla) meyve yediği: Ayrı masalar, ayrı hayatlar.. Yine Türkiye'ye özgü bir biçimde birlikte çalışmaya başlıyorlar, ancak para kazanmaya başlayan Ali Nazik, Şakir'le anlaşıyor.. Arabesk okumaya başlıyor.. Muhsin'in onunla birlikte olmasına gerek yok artık..
Filmin bu alaylı-okullu çatışması kahvede ölen klarnetçi, artık arabesk okumadığı için iş bulamayan yaşlı sanatçı, ya da Muhsin Bey'in bu işe başlamasına onu çok sevdiği için önayak olan Afitap gibi "sanatçı"ların zamanı geçerken, Ali Nazik gibilerin yükselme dönemi başlıyor.. Filmin üzerindeki melankoliden anladığımız kadarıyla da, o da geçen zamanı özlüyor..

Oysa bu yukarıdan bakan anlayışla ciddi problemim var benim: Ki bunu sadece arabesk özelinde değil, adeta şu an karşımızda olan tüm büyük problemlerde görmekteyiz: Yok saydığınızda, kafanızı çevirdiğinizde karşınızdaki şeyler yok olmuyor: Oysa şu an ancak yeni yeni tartışılmaya başlayan konulara baktığınızda hep bu küçümseyici tavrı görebilirsiniz: En doğrusunu bildiğini düşünenlerin sahip oldukları önyargılar yüzünden arabesk bile hala "bayağı" olarak kodlanıyorsa, Recep İvedik gibi "kötü" olarak kodlanan filmlerin neden bu kadar gişe yaptığı açıklanamıyorsa ortada ciddi bir analiz sorunu vardır bana kalırsa.. Şu sıralar görmezden gelebildiğiniz Recep İvedikleri yıllar sonra her yerde gördüğünüzde ne yapacaksınız peki?? Ben söyleyeyim: Başka bir Murathan Mungan çıkıp onları entelektüelize edecek..

Bu filmin bir de daha sulandırılmış bir versiyonu daha vardır aslında: Ertem Eğilmez'in yönettiği Arabesk de Muhsin Bey sonrası yükselen bu "arabeski eleştirmeliyim" dalgasından faydalanmak istemiştir.. "Gösterelim anam" o zaman..

Uğur Yücel'in oyunu zaman zaman kötü olsa da, Şener Şen ve Şermin Hürmeriç döktürüyorlar..

*: Bir de Madam karakteri sorunu var: Biraz daha uğraşılsa ucu zenofobiye çıkacak olan..



Read more

Yol


'82 yapımı Şerif Gören ve Yılmaz Güney filmi Yol, Cannes'da aldığı Altın Palmiye'yle Türkiye açısından oldukça gurur verici olsa da, kendi ülkesinde ancak 17 yıl sonra gösterim şansı bulabilmiş ancak..

Hikayesi ise şöyle: İmralı'da bulunan mahkumlardan bazıları 1 haftalığına izin kullanma hakkı kazanmışlardır ve film de bu bir grup insanı takip eder: Seyit Ali köyüne döndüğünde karısının evi terk ettiğini, fahişe olduğunu ve kendi ailesinin onu 8 aydır ahırda tuttuğunu öğrendikten sonra oraya gitmek üzere yeniden yola çıkar.. Amacı karısının donarak ölmesidir, ancak kadın donmaya başladığında buna dayanamaz, engellemek ister ama yapabileceği bir şey yoktur..
Mehmet ise kayınçosuyla çıktığı bir hırsızlık olayında korkup kaçtığı için kayınçosunun ölümüne sebep olduğundan eşinin ailesi tarafından hiç de hoş karşılanmaz, ancak eşi ve çocuğuyla birlikte kaçarlar: Uzun zamandır birbirine hasret kalan ikili tren tuvaletinde sevişmek isterken yolcular tarafından lince uğrarlar, birkaç saat sonra da karısının (başka bir) kardeşi ikisini de vurur..
Ömer köyüne döndüğünde bir kızdan etkilenir.. Kız da ondan.. Birbirleriyle nişanlanırlar, aslında adam evlenmek istemez, ardında "dul bir avrat" bırakmaz istemez.. Abisi askerle çatışması dolayısıyla öldürülür, cesedi köye getirilir, tanımazlıktan gelir/ler, kardeşinin karısına ölüm haberini verdikten sonra "artık ben senin kocanım, biliyorsun töre böyle" der..

Film birbirinden çok farklı noktalara savrulan bu hayatları paralel kurguyla son derece etkili bir biçimde sunuyor, Yılmaz Güney'in ayrıntılı gözlem gücü ve Şerif Gören'in kamerası üzerinde yükseliyor..
Her ne kadar farklı uçlara savrulsalar da, aslında üç karakter de aynı: Düşündükleri şeyleri yapamıyorlar: Mehmet, uzun bir süre çevresini kandırmış bir karakter: Kendi yalanına kendisi de inanmak istiyor ancak, bunu başaramıyor: Gerçeği söyledikten sonra bir dönüşüm geçiriyor haliyle: Eşine bu gerçeği söylediğinde eşinin onunla gelmeyeceğini düşünüyoruz, ancak kadın kaçıyor.. Buradaki "korkaklık" vurgusu Mehmet'in içinde yaşadığı toplum kuralları gereği kabul edilebilir şeyler değil, ancak beri yandaysa her şeyi göze alıp gerçeği söyleyen bir adam var..

Seyit ise -yine, töre gereği eşini "öldürmesi gerektiği"nin farkında: Ancak aklının karmakarışık olduğunu daha Mehmet'e danışırken anlıyoruz: Donma pahasına yola çıkıyor, eşine dokunmadan son isteklerini yerine getirilmesini sağlıyor ve incecik bir şalla onu yola çıkarıyor.. Çelişkisiz görünen yüzü Zine'nin ayaklarının donmaya başlamasıyla düşüyor, sırtına alsa da elleri donan Zine yere kapanıyor.. Uyumaması için gerektiğinde kemerle dövse de, başaramıyor-
şerif Sezer'in oyunculuğu süper bu arada..

Üzeri örtük anlatılan bir hikaye Ömer'inki: Darbe sonrası, Kenan Evren posterleri her yerde ve abisinin her an ölümle karşı karşıya geleceğinin farkında: Tüm aile farkında.. Köye uzaktaki silah sesleri geliyor.. Birileri çatışıyor.. Basit eşkıya olayları deyip geçebiliriz belki ancak, daha fazlası var sanki: Adı geçmese de organize bir grup var: Ve tüm köyün üzerine çöreklenmiş gergin bekleyişin sona erdiği anda kimsenin ölüleri tanımıyormuş gibi yapmasının akabinde, Ömer atına binerek yola çıkıyor: Burada bir soru karşıma çıkıyor: Peki nereye gidiyor?? Cezaevine mi, yoksa sınırı geçmeye mi??
Film buna cevap vermiyor ancak, bence sınırı geçmek üzere yola çıkıyor..
Burada herhangi bir propaganda filan yok: Film sadece durum tespiti yapıyor bana kalırsa: Her zaman Kürtlere yönelik uygulanan devlet baskının '80 darbesiyle birlikte iyice şirazeden çıkıp devlet terörüne dönüşmesi karşısında "dağa çıkan" Kürt realitesini ortaya koyuyor Yol..



Read more

Sürü


'79 yapımı Zeki Ökten'in yönettiği Sürü, senaryosunu Yılmaz Güney'in yazdığı ve bir toplumun kesitini çıkaran kimi zaman oldukça etkileyici olabilen bir film..

Hikayesi şöyle: Vesikan ve Halilan aşiretleri arasındaki kan davasının bitmesi için düşman iki aşiretin birbirini seven iki genci Şivan ve Berivan evlenirler.. İlk çocukları doğum sırasında, ikinci çocukları düşük sebebiyle, üçüncü çocukları da doğumdan sonra ölür.. Bu durumun altında bit yeniği arayan Hamo Ağa, Berivan'a düşman olur ve barış bozulur.. Henüz 18 yaşında olan Berivan ise yaşadığı üç hamilelik, üç ölüm sebebiyle son bir senedir kocası dahil kimseyle konuşmaz.. Vesikan aşiretinin sahip olduğu 370 koyunun Kurban Bayramı için Ankara'ya götürülmesi de gerekmekte bir yandan: Şivan ve Berivan için bu aşiretten ayrılmak için de iyi bir fırsattır.. Yola çıkarlar ve Ankara'ya ulaşırlar, yol boyu başlarına gelmedik şey kalmamış gibi, Berivan'ın hastalığı da giderek kötüleşmektedir ve gencecik kadın bir gece ölür.. Şivan adam öldürmeden hapse girer, Sülo babasını yarı yolda bırakır, Hamo Ağa Ankara'da tek başına kalır..

Parçalanan bir aile portresi sunan film, bunu Türkiye'nin geçirdiği dönüşüm bağlamında adeta sosyolojik bir çerçevede ele alıyor: Siirt'te hayvancılıkla geçinen göçebe aşiret, son derece ataerkil bir yapıya sahip: Baba, mutlak otoritenin kaynağı ve iktidarı elinde tutuyor, kadınları geçtim, kendi erkek çocuklarının bile söz hakkı yok: Berivan örneğinde olduğu gibi 13-14 yaşlarındaki kızlar eş olarak alınıyor, Sülo örneğinde gördüğümüz gibi de yaşları daha 16-17 olan erkek çocuklar evlendiriliyor.. Kendi dışa kapalı kültürlerinde belki yaşamlarını devam ettirebiliyorlar, ancak sistem onların yaşam alanlarını tehdit etmeye başlıyor: Hayvanlarını parayla otlattıkları meralar, traktörün devreye girmesiyle tarım alanlarına dönüştürülüyor yavaş yavaş.. Tek para kazanma yolları olan koyun satışını ne kadar fazla yapabilirlerse kışı da o kadar rahat geçireceklerinin farkında oldukları için satacaklarından 170 fazla koyunla yola çıkıyorlar.. Ancak rüşvetlerini beğenmeyen makinistler, daha önceden böcek ilacı taşınmış vagonlar, hırsızlar hayvanları öldürüyor-
bu arada filmde bunca koyunun boğazlarının kesilerek öldürülmelerine tanık olmak hiç de hoş değil..
Şehre indiklerinde başka hayalleri olan Sülo babasını terk ediyor, Berivan'ın ölümüyle yıkılan Şivan hapse giriyor-
sara hastası olan diğer kardeşe ne oldu, bilmiyoruz: Zira filmin ortalarında ortadan kayboluyor-
senaryodan ya da kurgudan kaynaklanan bir sorun sanırım bu..

Kültür de değişiyor, kan davasını eski jenerasyon ve öyle yetiştirilmiş yeniler sürdürmekte kararlı olsa da, her iki aşirette de, bunun bir çözüm olmadığının ve bitirmek için çaba harcayan kişiler var: Ancak her çabaları aynı duvara gelip çarpıyor: Ataerkil otorite ve intikam duygusuna.. Kültür de değişiyor, trende geçen uzun yol sahnelerindeki birbirinden bağımsız olaylar bunun işaretleri.. Sülo bu değişimin farkında olduğu için babasını (eşini) bırakıp gidiyor, Ankara'da büyük bir zevkle daireyi tanıtan Şivan'ın arkadaşı daha önceden bu değişime ayak uydurmuş..

Şivan'ınsa tek istediği karısının iyi olması, onunla konuşması.. Ancak üzerindeki kimi zaman işkenceye varan psikolojik baskı, onu dilsiz bırakmış: Aslında bir meydan okuma.. Birbirini seven çift, bu baskılara ne kadar dayanmaya çalışsalar da, olmuyor: Biri mezara, biri hapse giriyor..

Melike Demirağ sadece bedenini kullanarak çok çok etkileyici bir performans ortaya koyuyor, Tarık Akan da son derece başarılı, kimi zaman overactinge kaysa da Tuncel Kurtiz de..

Aslında şu haliyle bile son derece politik olan film, kimi zaman doğrudan mesaj verme kaygısı taşıdığında etkisini düşürüyor: Halkımıza bildirisini okuyan gencin öldürülmesini belki topluma dair, gelecek darbenin ayak sesleri olarak okuyabiliriz, ya da türkü söylediği için tutuklanan müzisyeni, ancak Ankara'daki didaktik çocuk filme yarardan çok zarar veriyor, zira söylemi tüm film düşünüldüğünde havada kalıyor..



Read more

Umut


Türk sineması seçkisine başlarken özellikle yeni dönemden neredeyse hiç film izlemediğimden dem vurmuştum: Bunun bir de geçmiş zamanda izlemediğim filmleri var.. Yılmaz Güney filmleri de bunlardan birkaçını oluşturuyor: Evet, seçkiye dahil ettiğim 3 Yılmaz Güney filmini de daha önceden izlememiştim..
Kendisinin birkaç filmini biliyorum sadece, ki onlar da zararsız filmleri.. Zararsız kelimesini özellikle kullandım, çünkü şu an bile Yılmaz Güney filmlerini televizyonlarda görmek imkansıza yakın bir şey..
Ailemin sinemaya olan ilgisini beni sıkı takip edenler biliyorlardır, ancak benim doğduğum ve büyüdüğüm seneler düşünüldüğünde Türk sineması dişe dokunu ürünler ortaya çıkarmakta zorlandığından ve o dönemleri saran video kültüründe Türk filmlerinden ziyade yabancı filmler dolaştığından ve biraz önce bahsettiğim tvlerin Yılmaz Güney ambargosu yüzünden kendisinin filmlerini izleyemedim-
sadece onun değil, yasaklı filmlerin birçoğu için durum böyle..
Ve Umut'u ilk kez bugün izledim-
gerçi siz bu yazıyı okurken aradan günler geçmiş olacak..

Yılmaz Güney'in '70 yapımı (ve hemen ardından yasaklanan) filmi Umut, bir kişilik çözülmesi hikayesi..

Cabbar, 5 çocuğu, eşi ve annesiyle (kendi annesi mi, eşinin annesi mi bilemiyorum) yaşamakta ve tek başına onların geçimini sağlamaktadır: Adana'da faytonculuk yapan Cabbar, bir yanda piyasayı çoktan ele geçirmiş ticari taksiler, bir yandan da daha iyi atların çektiği yeni faytonlar yüzünden müşteri bulmakta zorlanmaktadır.. Üstüne üstlük belediye de eski faytonların kullanımına son vereceğini açıklamış ve faytoncular bunu protesto ederken, bir gün faytonunu çeken atlardan birine çarpan bir araba, atın ölmesine sebep olur..
Kendi deyimiyle "gırtlağına kadar borca batan" Cabbar, borçlarını ödeyemediği gibi, alacaklarının atını ve arabasını satması karşısında iyice çıkmaza girer.. Uzun zamandır onu define aramaya ikna etmeye uğraşan arkadaşıyla işbirliği yapan Cabbar, define aramaya çıkar..

Hikayesi her ne kadar çok dram-üstüne-dram olsa da, misal son dönemlerden bir Biutiful gibi mutsuzluk pornosu değil Umut.. Zaman zaman rahatsız edecek kadar gerçekçi bir şekilde ortaya koyduğu bir aile tablosu var.. Tokatın, dayağın eksik olmadığı, çocukların yan yana uzandığı, uzun ayrılıklarda birbirine hasret kalındığı (ki filmin beni en çok etkileyen sahnelerinden biri oldu bu..)
Ve bir baba figürü: Sürekli piyango bileti alan, karakolda sırf fakir olduğu için haklıyken haksız duruma düşen, ve bir hayalin peşinde her şeyini tüketen.. Biriktirdiği tüm parayı (eve bıraktığı 40 lirası hariç) define aramaya harcayan Cabbar, giderek daha büyük bir hırsla kazıyor, kazıyor..

Eğer psikolojiye referans vereceksek filmin bu son bölümündeki delirme benzeri durum aslında Cabbar'ın kişiliğinin çözülmeye başladığını işaret ediyor.. Başlangıçta büyük bir umutla kazmaya başlayan Cabbar, giderek derine indikçe, sanki kendi bilincini kazıyor: Sürekli tekrarladığı "40 lira bıraktım, 10 gün sonra döneceğim" sözlerinden üzerindeki baskının ne denli acı verici olduğunu dışa vuruyor, geceleri define kaçmasın diye bekliyor, taşı define sanıyor, yılanı da: Gördüğü bu halüsinasyonların her biri tehlike çanları aslında: Ve gelecek çözülme tehlikesine karşı son bir savunma mekanizması devreye giriyor: İnsanüstü bir güç harcayarak çalışmak.. Ancak filmin belirgin bir finali olmadığından ne/ler olduğunu bilmiyoruz: 10 gün diye çıkılan arayış, bir aya uzuyor..

Eşinin Cabbar'ın sırtında bardak çektiği sahnede, bardak çekme dolayısıyla çerçevenin kazandığı hareketlilik, Cabbar'ın süt içen oğluna vurmasından sonra üstü başı süt olan çocuğun bedeninden köpeğin süt içmesi, kazıya başlamadan önce gerçekleştirilen büyü ritüeli sahneleri beni kendimden geçirdi, bayıldım: Hastası oldum.. Afişi bile olağanüstü filmin..



Read more

Vesikalı Yarim


Ömer Lütfi Akad'ın '68 yapımı filmi Vesikalı Yarim, hiçbir zaman ısınamadığım bir film olagelmiştir: Bunda filmi oldukça geç sayılabilecek bir dönemde izlemiş olmamın payı olsa da, asıl sebep, fazla şerbetlenmiş melodramlardan hoşlanmamam oluşturuyor..

Filmin hikayesi ise şöyle: Halil, evli ve iki çocuk babası olan, babasının manav dükkanında çalışan bir adam: Arkadaşlarıyla bir akşam Beyoğlu'ndaki pavyonlardan birinde kafa dağıtmaya gidiyorlar: Ve arkadaşları geneleve giderken, o pavyonda kalıyor ve karşısına Sabiha çıkıyor: O geceyi birlikte eğlenerek geçiren ikili, birbirini unutamadığı için yeniden karşılaşıyorlar ve birlikte yaşamaya başlıyorlar.. Halil, babasının manav dükkanını bırakarak limon satmaya başlıyor, Sabiha'ysa çalışmayı bırakıyor.. Derken Halil'in aslında evli olduğunu öğreniyor, ancak soramıyor ona.. Ayrılmayı deniyor, olmuyor: Peşine düşüyorlar Sabiha'nın, kavga eden Halil hapse giriyor.. Sabiha yanına gitmiyor, Halil hapisten çıkınca Sabiha'yı pavyondan çıkarken buluyor ve onu bıçaklıyor: Şikayetçi olmayan Sabiha iyileşince Halil'e dönmeye karar veriyor, ancak eski hayatına geri dönen Halil'i görünce bundan vazgeçiyor..

Sait Faik'in öyküsünden Safa Önal'ın fabrikasyon senaryosuna dönüşen filmi Lütfi Akad kurtarıyor bana kalırsa.. Zira kendi başına tanımlanabilecek karakteristik özelliklerine kavuşan Safa Önal kitschi filmin hemen her anında kendini hissettiriyor: Diyaloglardan ve olayların gelişim çizgisinden bahsediyorum: Buna iki başrol oyuncusunun da bol göz süzmeli, abartılı jestlere sırtını yaslamış oyunculuklarını da eklediğimde filmden giderek uzaklaşıyorum-
bir melodramdan çok fazla şey beklemek?? Hayır..
Filmin en güzel yanı, müzikleri ve hakikaten Lütfi Akad'ın özenli yönetimi..

Türe özgü tüm klişeleri bünyesinde barındıran filmin en etkileyici anı, Halil'in eve döndüğü sahne: Kapıyı açan çocuğun şaşkınlıktan neye uğradığını şaşırdığı, "anne babam geldi" deyişi, annesinin koşarak ama onu görünce yavaşlar bir halde karşılaması, tek kelime etmeden içeri girişleri, terliğini kapı eşiğine koyması, yatağını hazırlaması ve "aç mısın??" diye soruşu içimi eziyor..
Beri yanda Sabiha ve Halil'in umutsuz aşkı: Aslında yine en büyük zararı iki kadın görüyor bu aşk üçgeninde: Evli olduğunu saklayan Halil, her şeyi geride bırakıp yeni bir hayat kurmayı deniyor: "Senin peşini bırakmazlar" diye seslendiği Sabiha her şeyi göze almışken, kendi geçmişi Halil'in peşini bırakmıyor: Ve o aşkın bittiğine ikna olduğunda mutsuz da olsa kürkçü dükkanına geri dönüyor.. Aslına bakarsanız, karısını eve kapayıp kendi her boku yiyen erkek tipinden ciddi anlamda nefret ediyorum ve Halil karakterini de bu açıdan son derece ikiyüzlü buluyorum.. Aşık oldu/n belki evet, ama neden evli olduğunu söylemiyorsun be adam da, öyle baygın baygın ("sever gibi yapma artık") bakıyorsun.. Sabiha aşkını kalbine gömüp gidiyor gitmesine de, filmin finalinin evliliği kutsaması da ayrı bir tartışmayı beraberinde getirebilir, de hiç uğraşacak durumda değilim şimdilik..

Takma bıyıklı İzzet Günay'ın, peruklu Türkan Şoray'la imkansız aşkı..



Read more

Anayurt Oteli


'87 yapımı Ömer Kavur filmi Anayurt Oteli, sinemamızda pek de işlenmeyen borderline temasına odaklanan ve bunun hakkını çok güzel veren filmlerden..

Yusuf Atılgan'ın (okumadığım) aynı adlı romanından uyarlanan filmin hikayesi kısaca şöyle: Zebercet babası ölünce onun işlettiği Anayurt Oteli'nin işletmesini devralır, ancak otelin asıl sahibi İstanbul'da yaşamaktadır: Bir gece otele gizemli bir kadın gelir ve yeniden geleceğini söyleyerek ayrılır: Zebercet de onu beklemeye, obsesif bir şekilde onun için hazırlanmaya başlar: Ancak sınırda bir kişiliğe sahip olan Zebercet'in, bu skalaya uygun çok-yönlü sapkınlıkları (polymorphous perversity) da yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlar: Kendini bilinçaltının akışına bırakan Zebercet sonunda intihar eder..

Öncelikle kitabın yazıldığı ve çekildiği dönem düşünüldüğünde böylesi bir portreyi hakkını vererek yansıtmak son derece güç: Özellikle sinemamız düşünüldüğünde eşcinsellik temasının son dönemlere dek işlen/e/mediğini düşündüğümüzde filmdeki üstü örtülü sahnelere anlam kazandırmak da zorlaşıyor.. Sadece eşcinsellik değil, diğer çok-yönlü durumlara yavaş yavaş geleceğim..

Baktığımız zaman Zebercet son derece "normal" görünen bir karakter: Dış dünyaya karşı giyilen bu plastik kişilik aslında bir s/avunma mekanizması: Otelde kalan insanları günler, hatta yıllar sonra hatırlayabilecek kadar iyi bir hafızaya sahip: Ancak bunun sebebi onlara yönelik takıntısı: Otelinde çalışan Zeynep ise bir narkoleptik: Bunu fırsat bilerek ona tecavüz/ler eden (filmde sadece bir tanesine üstü kapalı şahit oluyoruz) Zebercet, daha sonra onu öldürüyor-
"nedensiz olamaz mı??" diyor bir yerde..
Sonra Ekrem var: Ki, filmde "dost olmaya çalışan bir çocuk" olark tanıtılan Ekrem bir gay (ya da erkek bir fahişe): Zebercet eşcinselliğini de şiddetli bir şekilde bastırdığından Ekrem'in ona gelmek isteğini anlamasına rağmen gidiyor: Ancak bir süre sonra aynı sinemaya gidip aynı koltuğa oturuyor, onu görme umuduyla..
Kadınları takip ediyor Zebercet, bir fahişeye başarısız bir teklifte bulunuyor, filmi açan kadının ona geleceği günü bekliyor, bekliyor..
Çeşitli hayaller görüyor, kendisi ve başkalarıyla ilgili fikirleri sürekli değişiyor..

Evet, Zebercet'in bilinci bölme (splitting) mekanizması sayesinde iki ayrı ucu barındırıyor: Bir tanesi başkalarına görünen, diğeri bizim gördüğümüz.. Bu sınır durum vakasının geçmişini anlatan kilit bir sahne geçiyor mezarlıkta: Yaşlı adamla yaptığı konuşmada Zebercet ailesinde tek olmadığını anlıyor: Ki, özellikle sınır durumlar ve psikozların genetikle ve özellikle de zaten sınır durumda olan ebeveyn/ler/in sınır durumda bireyler yetiştirmesiyle ilgili teoriler düşünüldüğünde bu kısım da aydınlatıcı oluyor..
Sınır durumun Oedipus öncesi dönemde geliştiği düşünüldüğünde Zebercet'in nedensiz saldırganlığı da anlam kazanıyor..
Kronik boşluk duygusu: Sınır durumların kaderi..

Film son derece karamsar olmakla birlikte, Ömer Kavur'un yönetmenliğinde ağır bir Roman Polanski (bilhassa Apartman Üçlemesi) etkisi hissediliyor.. Macit Koper olağanüstü bir oyunculuk çıkarıyor..



Read more

Prömiyer: Des Morts


Biraz geriye gidelim: Türkiye'de henüz box-office raporlarının dahi tutulmadığı (o yüzden "tüm zamanların" ibareli hiçbir Türk filmi tanıtımına inanmayın), İstanbul Film Festivali'nin kendi başına düzenlenmediği, İstanbul Festivali'nin alt-dalı olarak işgördüğü, yabancı filmlerin ülkemize çok az dağıtıldığı ve dağıtılan filmlerin de tüm entelektüel kesim için heyecan verici bir deneyime dönüştüğü: Bir filmin aylarca tartışıldığı o dönemlerle, günümüzü karşılaştırmak tabii ki abesle iştigal etmek demek: Zira, artık filmler bırakın aylarca konuşulmayı, en fazla bir sonraki haftanın filmleri görücüye çıkana kadar konuşuluyor: Bunu bile başaramayan filmler var..

Bu uzun girizgahı yapma sebebim şu: yucinematek'te şimdiye dek hakkında tek bir Türkçe içerik bulunmayan, dahası dünyada bile çok az sayıda kişiye ulaşmış filmlere yer verdim.. Günümüz sinema dünyası düşünüldüğünde handiyse imkansız bir şey bu: Ancak, kimileri sinema tarihi açısından önemsiz de olsa, Marat/Sade, Flaklypa Grand Prix, Hanuman, Knyaz Vladimir. Film Pervyy ve Graphic Sexual Horror herhangi bir Türkçe yazılı kaynakta adı geçmeyen filmlerdi: Bu prömiyer serisine bugün yeni bir film daha ekleniyor: Des Morts-
saydığım filmlerle ilgili yucinematek'ten daha eski Türkçe kaynak bulursanız belirtin ki, ben de yanlışımı düzelteyim..

Jean-Pol Ferbus, Dominique Garny, Thierry Zeno yönetimindeki '79 yapımı belgesel Des Morts, adından da anlaşılacağı üzere, ölüm üzerine: Of The Dead adıyla da bilin/mey/en film, sadece Amerika'da bir festivalde gösterime girip, sadece Fransa'da genel dağıtım imkanı bulabilmiş..

Aslında ölümden korkan bir insanım, ölme fikrinden ziyade (belki onlarca kez yazdım bunu) aklıma hep şu görüntünün gelmesinden: Ölmüşüm, ancak öldüğümü kimse fark etmiyor: Komşularla ilişkilerim minimum düzeyde olduğu için beni merak etmiyorlar: Günler geçtikçe apartmanda başta anlam veremedikleri kötü bir hissediyorlar: Temizlikçi gelmesine, merdivenleri, merdiven altlarını, asansörü temizlemesine rağmen koku gitmiyor, aksine daha da kesifleşiyor.. Kapım kilitli: Anneme (belki de babama) haber veriyorlar-
annemler gelene kadar çilingir çağırmasalar bari..
Annem (ya da çilingir) kapıyı açıyor, koku yüzünden herkes ağzını burnunu kapıyor, belki öğürenler oluyor aralarında ya da kusanlar: Cesedim çürümeye çoktan başlamış, hatta kurtlanmış bile.. Ağlıyor annem üzerime kapanıp-
görüntü buraya kadar.. Sonrasını düşünemiyorum.. Dahası annemin en azından ben ölene kadar yaşamasını istiyorum..

neysse,, çok dağıldım birden: İşte bu ölüm korkusudur, ölüm fikrinin soğuk yüzüdür: Belgesel sinema tarihinde başka bir eşi olmayan bir şekilde izleyeni ölümle yüzleştiriyor: Öyle filmlerden gördüğümüz gibi de değil: Gerillaların kendilerine isyan eden üyelerini infaz edişlerine, insanların can çekişlerine, ölüm anlarına, otopsilerine, cenaze törenlerine tanıklık ediyoruz: Bu kadarla da sınırlı değil: Kas erimesinden mustarip hastaların ölüme doğru yavaş adımlarla giderken uzuvlarını kaybedişlerini, mumyalanan bebekleri, yakılan cesetleri, belki bir umut diye sıvı azot tanklarında dondurulan bedenleri, annesinin ölüm haberini alıp kardeşiyle buluşmak için bekleyen adamın bıçaklanışının ardından geçirdiği ameliyatı, kurban edilen, gömülen hayvanları izliyoruz..

Evet, film çocuk/gençlere ve izleyemeyeceğini düşünen insanlara göre hiç de uygun değil: Hem fikir, hem de görsel açıdan.. Buna karşın film vaat ettiklerinin fazlasını veriyor: Hatta bence yenilerinin çekilmesini gerektirecek kadar ortaklığa işaret ediyor..

Film, tüm bu ölümleri belgelemek için 3 yönetmene sahip, ki bunlar da çeşitli coğrafyalara dağılarak çekimleri gerçekleştirmişler: Amerika Birleşik Devletleri, Meksika, Belçika, Filipinler, Güney Kore, Nepal'de birden fazla cenaze törenine katılarak birbiriyle alakasız görünen bu yerlerdeki ortaklığa ışık tutuyor: Tayland'dan iki ayrı cenaze töreni izliyoruz: Bir tanesi yerli halkın (dinleri hakkında bilgim yok malesef), bir tanesi de Budistlerin töreni..
İlk cenaze töreninde ölünün bedeni iki gün boyunca evde tutuluyor, ziyaretçiler gelip "ağıt" yakıyor, ilahiler söylüyor, tavuk, domuz gibi hayvanlar kurban ediliyor; ikinci gün gelen konuklara içki dağıtılıyor, üçüncü gün ise naaş toprağa veriliyor: Ancak bu sırada 5 tane inek sol yanlarına yatacak şekilde (bir tanesi sağ tarafına düşünce hemen "doğru" pozisyona getiriyorlar) kurban edilip, orada pişirilip yeniyor, bu sırada khene adı verilen enstrümanlarını çalıyorlar ve naaş gömülüyor, rahip ya da benzeri bir din adamı olmadan.. Mezarın üzerini büyük ağaç dallarıyla kaplıyorlar..
Budist törenindeyse, rahipler hep bir ağızdan ilahiler okuduktan sonra naaş oldukça gösterişli bir katafalka konulup son törenin ardından yakılıyor..

Amerika'da klasik Hıristiyan cenaze töreni (tabut satın almadan, otopsi, naaş hazırlama vs gibi her ayrıntı mevcut), köpeği ölen bir ailenin ona düzenlediği cenaze töreni, kas erimesine sahip hastalarla yapılan görüşmeler, krematoryumda yakılan ve külleri savrulan bir naaş, bir cryonics merkezindeki dondurma yöntemiyle ilgili bilgilere sahip oluyoruz..

Meksika'da ölenlerin ruhunu çağıran bir grupla, annesi öldükten sonra kardeşini beklerken hırsızlık amacıyla 3 kişinin saldırısına uğrayan adamın ameliyatı ve yine aynı hastanede birinin ölüm anını, Filipinlerde tüfekle vurulduktan sonra gömülen asiyi, Nepal'de naaşın yakıldığı bir töreni, Güney Kore'de de yine Tayland'daki Budist törenine oldukça benzeyen başka bir tören izlemekteyiz..

Evet, çok farklı coğrafyalar, ancak her şey birbirine o kadar çok benziyor ki: Başka bir yere uğurlama, cesedi yok etme, saklama gayelerine insanlar binyıllardır içinde yetiştikleri kültürden bağımsız olarak sahipler: Tıpkı doğum gibi, ölümler için de böylesi ritüellerin yapılması ve diller farklı olsa da, söylenen şeylerin aynılığı insanı oldukça düşündürüyor.. Kimisi ölenleri için üzgün seremoniler yaparken, kimilerinin fonu neşeli şarkılar oluyor..
Kimileri hayvanları sırf şov için katlederken, kimileri de ölen köpeği için tabut hazırlıyor-
ki, filmin çok duygusal sahnelerinden..

Beri yandaysa ölümü bilinçli bir şekilde bekleyen hastalar var..
Bünyenizin kaldırabileceğini düşünüyor ve sipariş verdikten sonra 1.5 ay beklemeyi göze alabiliyorsanız izleyin derim.. Ben bayıldım..

*: Filmdeki tek sorun kimi yerlerde (muhtemelen tercüman yokluğundan) İngilizce çevirinin yer almayışı..




Read more

Kuyu


Metin Erksan'ın '68 yapımı filmi Kuyu, Türk sinemasının en güçlü ve etkili finallerinden birine sahip: Benim de en sevdiğim Erksan filmi..

Hikayesi ise şöyle filmin: Fatma ailesiyle birlikte yaşayan bir kız: Köyde talipleri çok, özellikle de Osman kaç kez istemiş: Ancak Fatma hiçbir zaman buna evet dememiş.. Derken bir gün Osman Fatma'yı silah zoruyla kaçırıyor, öyle ki kızın beline ip bağlayıp onu peşinden sürüklüyor.. Kaçma girişiminde bulunan Fatma'yı yakalayan Osman, ona tecavüz ediyor: Sonra bir daha.. Sonra bir daha.. Fatma'nın annesi Hatice bu sürede jandarmalara haber veriyor, Osman'ın evine taş yağdırıp beddualar ediyor.. Jandarmalar ikiliyi bulduklarında Fatma ailesinin yanına giderken, Osman hapse gönderiliyor.. Hapisten çıktıktan sonra Fatma'yı yine kandırıyor, yine bağlayıp, tecavüz ediyor, yine yakalanıp hapse gönderiliyor..
Bu sırada artık annenin de tavrı değişiyor, kızına ateşi gösterip sıtmaya razı eden bir anne tablosu: "Bunun ucunda kahpelik de var.." Çaresiz evlenme teklifini kabul ediyor Fatma.. Ancak düğün günü kaçıyor intihar etmek için.. Tam o sırada onu İdamlık Mehmet kurtarıyor: O da bir kaçak.. İkisi birlikte dağ tepe dolaşıp saklanıyorlar: Aşık oluyor Fatma ve birlikte oluyorlar.. Peşlerinde olan jandarma Mehmet'i öldürüyor, Fatma'yı da ailesine teslim ediyor..
Ancak ailesi kızlarını (bu defa) kabul etmiyor: Bir gazinoda içki servisi yapmaya başlıyor Fatma.. Hapisten çıkan Osman yine kaçırıyor, yine tecavüz ediyor.. Ancak filme adını veren kuyuda Fatma intikamını alıyor.. Ardından da intihar ediyor..

İnsanın boğazına düğümlenen bu hikayeyi Nisa Suresi'nin 19. ayetini alıntılayarak anlatmaya başlıyor Metin Erksan: "Kadınlara iyilikle davranın.."
Ancak çevresindeki kimsenin Fatma'ya iyi davranmaya niyeti yok; annesi bile yüz çeviriyor, babası "köpeğin kokladığı et" diye nitelemekte sakınca görmüyor, onu sev/diğini söyley/en adam istemediğini onlarca kez söylediği halde, onlarca kez tecavüz etmekten, hayvan gibi tasma takıp peşinde dolaştırmaktan çekinmiyor.. Tüm bunca dram bulamaç haline geldiğinde katlanılması imkansız bir pornoya dönüşme riskine de sahip: Ancak Metin Erksan buna müsaade etmiyor: Son derece mesafeli kamerasıyla olayları belgeselmişçesine aktarıyor, arada Fatma'nın yüzüne odaklanıyor..

Metin Erksan'ın bir diğer keşfi de Fatma rolündeki Nil Göncü: Vefatı nedeniyle kariyeri sadece 2 yıl süren oyuncunun bu ilk filminde oyunculuğu vasat olsa da, yüzündeki o yaban ifade filme çok şey katıyor: Benzer şekilde Aliye Rona da yüzünü kameraya döndüğünde harikalar yaratıyor..

Filmin final sahnesi dediğim gibi son derece güçlü: Kuyudaki Osman'ı yavaş yavaş öldürerek intikamını alan Fatma, son sahnedeyse bu hale gelmesine sebep olan/izleyen herkese, her şeye
isyan ediyor.. Hastasıyım..

*: Orhan Gencebay'ın hazırladığı müzikler de son derece güzel..
**: Ayrıca hala sansürsüz bir dvdsi çıkmış değil..



Read more

Sevmek Zamanı


Metin Erksan'ın '65 yapımı filmi Sevmek Zamanı, Türk sinemasının ilginç filmlerinden: Zamanında sadece tek salonda gösterime çıkabilen film, ancak televizyonun yaygınlaşmasıyla geniş kitlelere ulaşabilme imkanına kavuşabildi.. Filme ulaşmada yaşanan sıkıntılar sebebiyle kült statüsüne çıkan filmi sıkıcı bulanlar olduğu kadar, filme tapanlar da mevcut.. Ben daha iyi olabileceğini düşünenlerin tarafındayım..

Hikayesi şöyle: Halil ve arkadaşı Mustafa binaların iç süslemelerini yapan iki dost: Adada bir evde çalışırken Halil gördüğü resimden delice etkilenip "surete aşık oluyor"-
filmle ilgili her yazıda bunu kullanmak bir gelenek olduğu için ben de eksik kalmayayım dedim..
Bir yıl boyunca her gün resme bakan, onu sevip okşayan öpen Halil'in karşısına bir gün suretin aslı çıkıyor: Ancak bundan pek de hoşlanmayan Halil, kızı fırsat bulduğu her an tersliyor: Ben resmine aşık oldum, sana değil, diyerek.. Meral de bu "büyük" aşktan etkilenip ona her karşılık vermeye çalıştığında Halil tarafından engelleniyor-
adam te Maslak'a "buraya seni görmeye gelmiştim, ama şimdi görmek istemiyorum.." demek için onca yolu tepiyor..
Derken yakınlaşan çift evlilik için Meral'in babasından izin almalarına rağmen, Halil'in tavrı yüzünden (bir kez daha) ayrılıyorlar: Muhtemelen eh yeter diye düşünen Meral, Başar'la evlenmeye karar veriyor ve: Filmin en çok bilinen tekne sahnesi başlıyor..

Filmi farklı şekillerde değerlendirmek tabii ki mümkün: Referanslarını tasavvufa değin genişletebilirsiniz-
ilişkinin cinsellikten arın/dırıl/mış bir halde sunulması da elinizi güçlendirebilir.. Ancak ben daha farklı bir yol denemek istiyorum..
Bu bir fetişizm filmi.. Biliriz, fetiş objesi öylesine güçlü bir ikame nesnesidir ki, bazı vakalarda fetişist bu nesne olmadan tatmin sağlayamaz.. Fetiş seçimi de bu yönden farklı yaklaşımları beraberinde getirse de, temel olarak uzlaşılan kısmı vardır: Oedipus dönemindeki nesnelerin yer değiştirmesi.. Sevmek Zamanı zaten meselenin köklerini deşmekle uğraşmıyor, kendisini kötü hisseden, kötü göründüğünü düşünen Halil, resimdeki Meral'in onun içine baktığını düşünüyor.. Devreye giren idealleştirme, onu çok yükseklere konumlandırmasına sebep oluyor, öyle ki gerçek Meral'in bile resimdeki Meral'in yerini dolduramayacağına dair çok güçlü bir inanç geliştiriyor..
Aslında burada devreye uyaran giriyor: Çok basit bir örnekle başlayalım: Coca Cola Light'ın reklam kampanyaları yüzünden "kadın içeceği" olarak kodlanmasının ardından firma başka bir light ürününü bu defa son derece maskülen bir kampanyayla piyasaya sürdü ve böylece kadınların da erkeklerin de kendi light içecekleri oldu.. Benzer şekilde psikolog Deirdre Barrett teorisinde özellikle endüstriyel yemek sektörü reklamlarındaki gülen yüzler, mutlu aileler imgesinin bu kurumlarda yenen yemeklerin (et, peynir ve şeker gibi imgelerin) toplum tarafından sağlıklı nesiller yetiştirmek için yeterli olduğunu düşündürdüğünü söylüyor..
Verdiğim örnekler alakasız gibi görünse de, aslında Halil'in de resimden aldığı uyaran benzer bir işleve sahip: Onu koşullandırıyor ve başka bir şeyin de onun yerine geçemeyeceğini düşündürüyor.. Adına aşk demesi bir şeyi değiştirmez..
Halil'e benzer bir uyaranı gazetede gördüğü gelinlikli Meral imgesi veriyor: Ve Halil bir gelinlik firmasından manken çalıyor: Başka bir ikame nesnesi daha bulan Halil, ikisini de alıp tekneyle açılıyor.. Ancak devreye giren gerçek Meral, iki imgeyi de hem fiziksel hem de zihinsel (Meral'in Halil'in aşkını kazanmak için film boyu verdiği mücadele) açıdan yok edince ancak Halil onlardan vazgeçiyor..

Film görsel açıdan çok güzel evet, ancak öylesine fazla müziğe boğulmuş durumda ki, bu müzik yoğunluğu filmin görsel gücünü oldukça azaltıyor, hatta filmin çok çok önüne çıkıyor ve bir yerden sonra sıkıcı olmaya başlıyor-
aslında nerede üzülüp, nerede sevineceğimizi, nerede gerilip, nerede korkacağımızı sinemalarda bize "bildiren" şey müzik olduğu için yukarıda verdiğim örnekleri bu açıdan da değerlendiriniz..



Read more

Susuz Yaz


Biraz dağınık gitse de, Türk Sineması seçkisinden oldukça memnunum: Çünkü çocukken izlediğim filmlere aradan geçen onlarca yıl sonra yeniden bakmak beklediğimden de güzel bir şeye dönüştü: Öyle ki günde iki film izleyip, yorum yazdıracak kadar şevk doluyum: Ve bu yüzden seçkiyi biraz daha genişletmeye karar verdim..

Metin Erksan'ın '64 yapımı filmi Susuz Yaz, aslında Türk sineması seçkisi içinde kendi ufak seçkisini yaptığım Metin Erksan'ın seçtiğim 3 filminden ilki.. Son dönemlerinden hiç hazzetmesem de, er vereceğim 3 filmini de severim: Ancak bunlar içinde en az sevdiğim de Susuz Yaz.. Herkesin bildiği gibi Berlinale'de altın ayı kazanan, dahası uluslararası camiada ödül alan ilk filmi olması dolayısıyla, açılış ve kapanış jeneriklerini ihtiva eden makaralarının kaybolması dolayısıyla teknik ekip (hatta oyuncular) hakkında elimizde handiyse hiçbir bilgi olmaması, Türkiye'de sansüre takılması, sonradan eklenen erotik içerikle amacından sapması ve tabii ki Metin Erksan'ın hem ödülü, hem de kompleksi haline gelmesiyle ilginçliğini korumayı sürdürüyor..

Filmin hikayesi şu şekilde gelişiyor: Hasan ve Osman iki kardeşler, anne-babaları yok.. Osman'ın karısı ölmüş, Hasan ise bekar, ancak köyün en güzel kızı Bahar'la birbirlerine aşıklar: Kaçarak evlenen ikili daha ilk gerdeklerinde Osman'ın sevinme bahanesi altına saklanmış tacizleriyle bölünüyor..
Bir de su meselesi var: Hasatlarını sulamak için suya ihtiyacı olan köylüler, suyu şimdiye dek ortaklaşa paylaşırken, o sene Osman'ın aldığı suyu paylaşmama kararıyla zor günler geçirmeye başlıyorlar: Gözdağı veren, birbirleriyle kavga eden, mahkemelik olan taraflar, en sonunda Osman'ın birini Veli'yi öldürmesiyle duruluyor: Ancak hapse giren Osman'ın telkiniyle suçu üzerine alan Hasan oluyor.. Sonra başka bir cezaevine naklediliyor..
Daha ilk günden beri Bahar'dan hoşlanan Osman, sürekli Bahar'ı gözetliyor.. Osman'ın bu ilgisinin farkında olan Bahar da mümkün olduğunca uzak duruyor, ancak Osman Hasan konusunda onu kandırınca, bir gece Hasan'ın tecavüzüne uğruyor.. Genel afla çıkan Hasan, abisini öldürüp, suyu köylülerle paylaşıyor..

Hiç gereği yokken sinemamıza Hülya Koçyiğit'i kazandırması gibi bir işlevi olan filmde oyunculukların çok da iyi olduğu söylenemez: Aynı şekilde diyalogların da: Bununla birlikte filmin görsel dili ve teması oldukça etkili..

Özel mülkiyet kavramını son derece evrensel bir şekilde sorgulayan film, bunun için de en temel iki öğeyi kullanıyor: Su ve kadın.. Suyun tapulu arazilerinden çıkması, suyu sadece kendi tasarrufuna almasına yardımcı oluyor Osman'ın: Bu konuda kardeşini bile karşısına alan Osman, birini öldürmesine sebep olacak kadar bunu "hak" oluyor görüyor.. Suyu kullanmak isteyen köylü, bunun için sonunda para ödemeye bile razı oluyor-
tanıdık geldi mi??
Çok klişe olacak ama, ileride dünyadaki savaşların petrol yüzünden değil de su yüzünden çıkacağı teorilerine aşinasınızdır: Şu sıralar gözümüzün önünde yaşanan Somali (genellersek dünya nüfusunun büyük çoğunluğu) gibi ülkelerde insanların temiz su ihtiyaçlarının karşılanamadığının farkındayız: Suyu kontrol etmek amacıyla ülkesinden geçen akarsulara devasa barajlar kuran ülkelerin olduğunun da: Suyu elinde tutarak kontrol etme politikalarının bizi götüreceği yer neresidir bilinmez ancak, dünya kaynaklarının adil kullanımı konusunda sıkıntılar olduğu çok açık..
Çünkü bir şeyin sahibi olduğunuzu düşünürseniz onun üzerinde sonsuz hakkınız olduğunu da düşünebilirsiniz: Ve bu özel mülk/iyet kavramı açgözlülüğü de beraberinde getirdiğinde/n sonuçları yıkım olabiliyor.. Yağma kültürünü ortaya çıkaran ve onunla başat giden bir süreç..

Filmin fiğer bir özel mülkiyet ayağıysa Bahar, yani kadın: Osman, kardeşini de kendi malı gibi gördüğünden onu gözetleme, taciz etme cüretini kendinde bulabiliyor; ondan kurtulduktan sonra da Bahar'ı taciz etmeyi sürdürüyor-
inekli sahne çok yaratıcı bu arada, kabul edelim..
Bahar buna direnç gösterse de, devreye tecavüz girince gücü kalmıyor ve Osman'ın mülkü oluyor-
kaba bir sembolizmle karşılığını bulsa da, ayak yıkama ve Osman'ın "kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır" sahnesi her şeyi özetliyor..

Ancak film, özel mülkiyet/çin/in tarafını tutmuyor, Hasan kendi mikro-devrimini yapıyor: Abisini öldürüyor, karısına da kavuşuyor.. Ve bu final hala umudun olduğunu fısıldıyor..



Read more

Selvi Boylum Al Yazmalım


Atıf Yılmaz'ın '78 yapımı filmi Selvi Boylum Al Yazmalım, son derece gerçekçi bir film.. Buna karşın bence gayet doğru bir seçimle biten finaline rağmen "İlyas ve Asya birleşemedi" diye yığınları ağlatabilme başarısını da göstermiştir.. Açıkçası filmi yeniden izleyinde "oh kapak olsun" diye bir daha (bir daha) sevindim..

Filmin hikayesi şöyle: Bir baraj inşaatının taşeronluğunu yürüten firmanın şoförü olan İlyas, barajın inşa edileceği köyün en güzel kızı Asya'yla tanışır ve birlikte kaçarak evlenirler: Bir çocukları olur, bu döneme kadar gayet mutlu olan çift, bir gece İlyas'ın yolda kalan insanlara yardım etmesi yüzünden (kamyonuna çekici halat bağlayıp yolda kalan minibüsü çekti diye) görevi değiştirilir: Kamyonu elinden alınan İlyas sırf çocuğu ve karısı için bu görevi kabul eder: Ancak "onlar olmasaydı böyle olmazdı" pişmanlığı yakasını bırakmaz: Bu duruma üzülen Asya müdürle konuşur, ancak bunu yanlış anlayan İlyas Asya'ya tokat atar, içmeye ve eve gelmemeye başlar: İlyas'ın eski sevgilisi Dilek'le takıldığını öğrenen Asya evi terk eder ve Cemşit'le tanışır: Uzun yıllar geçer aradan, İlyas deli gibi Asya'yı arar, Asya İlyas'ı bekler: Cemşit de ilmek ilmek bir aşk örer: Ve emek kazanır..

Öncelikle filmin finali son derece yerinde bir tercih: Zira baktığınız zaman İlyas aslında son derece sorunlu bir karakter: Sevdiği kadına resmi nikah bile yapmayan, kendini aşıp müdürle konuştu diye eşini döven, hemen ardından eski sevgilisine sığınan bir adam portresi var karşımızda: Ki bu eski sevgiliye sığınma sebebinin sadece karısının onun erkeklik gururunu çiğnemesini (hadi abartalım, simgesel kastrasyonunu) öyle devasa bir problem haline getiriyor ki: Her şeyi geçtim aylarca eve uğramıyor: Bu kadın ve çocuk ne yapıyor ne ediyor diye düşünme, sonra karşına çıkınca vay efendim "ah benim al yazmalım.." O kadar kolay değil işte bebeğim: Bir oyuncak tüfek, kamyonla çocuğun sevgisini kazanma trükleri, dahi bir kaçırma girişimi: Genel olarak İlyas'ı seven (kan çekmesi diyelim) Samet'in babasını gördükten sonra ağlamaya başlaması bile son derece etkili bir sahne.. Ancak İlyas'ın bunu anlamasına imkan yok tabii..

Asya ise sevgisini yüreğine gömüp, Cemşit'le yaşamaya başlıyor: İki çocuğu ve eşini kaybeden adam uzun yıllar boyunca tek bir zorlamada bulunmadan Asya'nın onu sevmesini bekliyor: Resmi nikah kıyıyor (ve muhtemelen Samet'i de kendi nüfusuna alıyor..) Asya'nın dediği gibi Samet onu baba olarak seçiyor: Ki son tercihi de aslında Asya değil Samet yapıyor..

Filmde en iyi oyunculuğu beklenenin aksine Ahmet Mekin çıkarıyor..

Son derece mantıklı bir film: Hiç öyle romantikler gibi "aşk maşk" diye zırlamaya gerek yok..


Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.