Balans Ve Manevra




Teoman'ın yazıp yönettiği '05 yapımı filmi Balans Ve Manevra, büyük bir fiyaskoya dönüşmesiyle birlikte anılan bir film olageldi: Oysa Teoman, daha çekim öncesinde bile başka filmler de çekebileceğini söylemişti, ancak film batınca bu hayaline de bir süreliğine ara verdi..

Filmin hikayesini filan özetlemekle uğraşamayacağım, zira tuhaf bir kesişen hayatlar öbeği olan film, daha ziyade bir Gezelim Görelim: Bodrum tadında: İlginç olup olmadığı bile tartışmaya son derece açık bu enstantaneler arasında sadece Ali'nin ve kısmen de Ümit'in hikayesi bir yere varıyor.. Onun dışında filmin ana karakterleri Timur ve Zeynep'in "tribal" ilişkileri ölüm gibi bir "son"la noktalansa da anlam ifade edip etmediği bile sorgulanabilir: Ki sorgulayacağım.. Ruhi'nin ise filmde ne işi var, inanın çözemedim: 2. kuşak Alamancı çocuğu görünümündeki tecavüzcü kötü adam ve diğer "kötü"lerin de..

Öncelikle filmin merkezindeki ilişki son derece sorunlu: Daha doğrusu bildiğin kadın-düşmanı bir "şey" izliyoruz: Kendisi 2 kadınla grup yapmaktan çekinmeyen adam, sevgilisinin başka biriyle birlikte olduğunu öğrenince onu dövüyor misal: Filmin sonunda da benzer bir sahne karşılıyor bizi: Timur tek kurşunla öldürülürken, Zeynep'e (muhtemelen kurşun bile çok görüldüğünden) tekmeleyerek dahi tükürerek ölüm reva görülüyor.. "Bu babasını erken yaşta kaybetmiş erkeğin filmi"yle filan açıklanabilecek bir durum değil bu, bildiğin kasıt.. Ve hakikaten inanılmaz rahatsız edici..

Bununla birlikte Timur'un üzerine giymeye pek bayıldığı maço (sosyopat diyelim) imajın da altını kazımak gerekiyor sanki: Bıçakla göğsünü boydan boya kesecek kadar "ölümden korkmayan" (kendi cümlesi) bu adamın tripleri Teoman'ın (muhtemelen pek matah bulduğu) mekanik sesiyle ve saçma sapan tekrarlarıyla birleşince cidden katlanılmaz oluyor: Bunu örtmek içinse kılıf hazır: Babasından uzak kalmış erkek çocuk.. İşte bu argüman, kadın-düşmanlığını meşrulaştıracak bir araç görevi görüyor filmde ve hiç de öyle "ay yazık, içten içe üzülüyor aslında" denebilecek bir şey değil.. 

Zeynep'se: "Kadın sadece intikam için aldatır" sistem-önermesinin cisimleşmiş hali: Mutualliğinin parazitlik boyutuna gelişinin vurgulanması için hamile kalması gerekiyor örneğin.. Sürekli şikayet etmesine rağmen, hep aynı: "Çorbayı beğenmedin mi??" diye soruyor, silahın olmadığını fark edince deli gibi Timur'u arıyor: Bu sevgili-anne tripleri Timur'a da iyi geliyor belli ki, "o benim tek varlığım" gibisinden bir şeyler geveliyor.. Ancak değişen bir şey yok yine de: Tekme ve tükürükle öldürülüyor Zeynep: Film boyu canlandıran oyuncusunun bedeninin sömürülüşü gibi..

Ümit'in aforizmalarına filan değinecek değilim.. 


Read more

The Tree Of Life


Terrence Malick'in '11 yapımı filmi The Tree Of Life'ı Altın Palmiye'yi aldıktan sonra artık toplu histeriye varan gazlamanın etkisine daha fazla direneyemeyip bugün izledik.. Terrence Malick sektör bağlamında ilginç bir figür, 42 yıllık kariyerinde sadece 6 film olmasının her yeni filmi için yarattığı beklenti, filmlerine pazarda daha fazla yer açılmasına da olanak sağlıyor: The Tree Of Life'ı izlediğimde cidden buna kani oldum artık.. Daha Cannes'da başlayan bu dalga handiyse tüm dünyayı çevrelemiş durumda.. Ancak filmi sevdiğimi söyleyemeyeceğim, dahası fazlaca şiş/iril/miş bir balon olduğunu düşünüyorum..

Filmin hikayesi şöyle, evrenin başlangıcından Dünya'nın sonuna kadarki (hatta sonrasının da dahil olduğu) bir zamanı kapsayan film, merkezine '50li yıllar Amerika'sındaki 3 erkek çocuklu bir aile ve aynı aileyi zora sokan bir ölümü alıyor.. 

Belirtmem gerekiyor ki, sıradan bir aile dramını bu denli epik bir forma sokmak yönetmenin kendi tercihidir de, bu tercihin ne denli doğru olduğunu sorgulayabiliriz bir sinema-sevicisi olarak: Hakikaten de tüm o evrenin oluşumu, tek hücrelilerden amfibyumlara, dinozorlardan insanlara uzanan zamanı National Geographic tadında "belgelemek" evet estetik açıdan "ilginç" olabilir, ancak hepsi bu: Filme ne kattığı konusunda ciddi endişelerim var-
"ağır konulu, gösterişli bir hikayeye sahip" bir film intibası yaratmaya hizmet etme dışında.. 

Daha kısa sürede çok daha iyi anlatılmış başka bir hikaye için size Fatboy Slim'in '98 tarihli Right Here, Right Now klibini önerebilirim misal:

Bu kısımlar dışında geriye elimizde baba-oğul çatışması kalıyor: Kendisi 27 tane patent sahibi olma dışında hiçbir şey başaramamış (saygın bir piyanist olamamış misal) baba (ki bence Brad Pitt bu rol için yanlış bir seçim), bütün yapamadıklarını oğlunun yapmasını istiyor: Askerliğin etkisini hala üzerinde taşıyan (saç tıraşı bas bas bağırıyor) baba, bunu eve de yansıtınca etki-tepki devreye giriyor: Pasif bir anne, baskıcı baba ve ikisinin arasında kalan üç çocuk: Jack (biraz da ilk olması dolayısıyla) ne yapacağını bilemez durumda: Kendisinin de söylediği gibi, sevdiklerini yapması yasak olduğundan nefret ettiklerini yapıyor: Dönüşümünü özetleyen olağanüstü iki sahne var: İlkin kardeşinden ampulü çıkarılmış duya parmağını sokmasını istiyor, kardeşi parmağını soktuktan sonra "sana güveniyorum" diyor.. Diğeriyse birlikte ava gittikleri sahne: Jack, bu defa kardeşinin parmağını tüfeğin namlusuna tutmasını istiyor, kardeşi (ona güvendiğinden -yine) uzatıyor ve fakat Jack bu defa tetiği çekiyor..
Benim için filmin her şeyi bu kadar.. 

Filmdeki diyalogların çok büyük bir kısmı Tanrı'yla-
anne abartıp, seyirciye de konuşuyor: Jack'in iç-sesleri her ne kadar hikayeye katkı sağlar gibi görünse de, bu denli fazla olması bir yerden sonra sıkmaya başlıyor.. Ve müzikler: Evet, çok güzel klasik kompozisyonlara yer veriyor film, bununla birlikte öylesine çoklar ki (neredeyse her sahnede) yeter diyorsunuz: Kendi adıma dedim.. 
Kurgu konusunda da artık beni yeterince bayan bir tespiti yapmam lazım: Filmin sonlarına tekabül eden kısmı açılışta gösterip, ardından hikayeyi baştan anlatmak evet misal '94'te filan olsak çok etkileyici olabilirdi ve fakat, '11 yılında seyirciye kısa süreli kafa karışıklığı yaşatmaktan başka hiçbir işe yaramadığını belirteyim-
neden '94?? 
Ağaç leitmotiflerine hiç girmedim dikkat ettiyseniz..

Filmin görsel tercihleri de birçok alandan besleniyor: Evrenin, yaşamın oluşumuyla ilgili belgesel tandansının hemen akabinde, bizi reklam estetiği karşılıyor: Jack'in doğumundan pazar günü gidilen kilise sahnesine kadar her biri reklam filmi estetiğine sahip onlarca "Amerikan Rüyası" sahnesi izliyoruz.. Bu sahnelerdeki (reklam estetiğinin kendisinden kaynaklanan) kitsch de filmin lehine işlemiyor bana kalırsa: Ha tabii siz bunu "masumiyet"in simgesi olarak kodlar, sonra da bu Amerikan Rüyası'nı dağıtıp dramaya yelken açarsanız, filminizin de "büyüdükçe yitirilen masumiyet" olarak okunmasını talep edebilirsiniz, ona (da) bir şey demem..

Ancak filmin masumiyetle bir bağını göremedim ben: Süperegosunu yansıtarak özdeşleşmeye çalışan babanın çocuğunu kontrol etme ihtiyacı izlediğimiz.. Öyle bir mengene ki bu, sadece Jack'i değil, tüm ailenin bireylerini etkiliyor-
mutfaktaki kavga sahnesinde karşılığını bulan.. Olmak istemediği bir şey olmaya zorlanan çocuğun "olmak istemiyorum"u ifade ediş biçiminin doğrudan ol/a/maması da normal, zira çocuğun yaşadığı kastrasyon endişesi yer yer seyirciye işleyecek kadar güçlü olabiliyor: Jack bunu yan yollarla ifade ettiğinde (komşunun evinden kombinezon çalmak, sahipsiz binanın camlarını taşlamak, kardeşinin parmağına ateş etmek vs..) cezalandırılıyor ve Jack bundan kaçamıyor: Büyüyünce babasının istediği gibi biri olduğunu görüyoruz.. Da, adam mutlu değil, buna ne diyeceğiz baba??

neysse,, teknik açıdan Malick'in bir önceki işi The New World'le oldukça benzeşen bu film, bana kalırsa filmografisinin en zayıf halkalarından: Ama üzülmeyin, Akademi nasıl olsa iyi işlerinizi görmezden gelip kariyerinizin en kötü filmiyle ödül vermeye bayılıyor-
burada Martin Scorsese göndermesi var..


Read more

Recep İvedik


Togan Gökbakar'ın '08 yapımı filmi Recep İvedik, tv şovundaki kısa bölümlerinden kendi sinema film-serisine kavuşmuş karakterin macerasını konu ediniyor: Yönetmeninin, hatta canlandıran oyuncusunun bile önüne geçen bir film/karakterden bahsedince işler de değişiyor haliyle..

Filmin iki cümlelik hikayesi şu: Yolda bir cüzdan bulan Recep bunu teslim etmek için Antalya'ya gider ve orada çocukluk aşkıyla karşılaşır.. Onunla yakınlaşan Recep, kızın nişanlı olduğunu öğrenince bu hayaline veda ederek yola koyulur (başladığı yere döner..)

Tam anlamıyla kültürel bir fenomene dönüşen karakterin bu ilk filmi gösterime çıktığında Türk sinemasının kayıt altına alınan döneminin en çok izlenen filmi olma başarısını göstermişti.. Gördüğünüz gibi "halk bunu istiyor"dan daha farklı okumalar yapmak durumundayız, zira filmin daha afişinde işaret edilen bir "Halk Kahramanı" olma durumu var ve sosyolojik yapısı..

Şunda anlaşalım: Recep İvedik, örneğini bolca gördüğümüz yurt-dışı orijinli bir tuvalet komedisi veya politik doğruculuk oynamayan bir kara mizah örneği değil-
her ne kadar öyle görünse de.. Eğer mesele sadece osuruğa/geğirtiye/küfürlere gülmek veya insanların dış görünüşleriyle/karakterleriyle vs..siyle dalga geçmek olsaydı film bu denli bir fenomene dönüşmezdi.. Karakterin ve filmin yaratıcılarının ısrarla Recep İvedik üzerinden "samimi"/yet vurgusunu yapması da boşuna değil: Çünkü Recep İvedik'in içine belki farkında olarak belki olmadan enjekte edilmiş bir ahlak anlayışı var.. 

Filmi izlerken kahkahalarla güldüğüm anlar oldu.. Ki hakikaten hiçbir beklentiniz/sorgulamanız olmadan izlediğinizde filmi beğenmeniz mümkün: Sinema da bir entertainment işi olduğu için filmin bunun karşılığını verdiğini söyleyebiliriz.. Ancak, karakteri sorgulamaya başladığınızda işin rengi değişmeye başlıyor.. Abartıp sosyolojik çıkarımlara soyunacak değilim, ancak karakter özelinden birkaç kelam edebilirim..

Aslında Recep İvedik'in özü basit: Kaba saba ama naif bir Anadolu insanı.. Doğrudan temsil ettiği bir toplumsal taban olup olmadığı konusunda emin değilim, zira birçok tabanın kesişim kümesinde duruyor: Zira cüzdanı kendi eliyle götürmek için onca yol tepmesine cüzdanın sahibinin vergi rekortmeni olması sebep oluyor: Yanisi: Adamın vergi kaçırmaması onun iyi/dürüst olarak kodlanmasına yol açıyor: Verginin işaret ettiği başka şeyler de var: Devletine bağlılık.. Eh Türkiye gibi bir ülkede vergiler ödenmediği, dahası ödeyenlere keriz (bununla ilgili bir deyişimiz bile var) gözüyle bakıldığı için Recep'in de devletinden vergi kaçırmayan ve birçok kişiye iş imkanı sunan bu adamı sevmesi doğal.. 

Recep İvedik'i incelediğiniz zaman aslında Levent Kırca tarzı bir sosyal mesaj otomatından pek de farklı olmadığını görmek zor değil: Aralarındaki farksa şu: Levent Kırca'nın görece ve sembolik muhalifliği Recep İvedik'te yok: Bunun sebebini de Türkiye'nin değişen konjonktürü bağlamında ele almak gerekiyor bana kalırsa: Her mizah muhalif olmak zorunda değil tabii ki ancak, Recep İvedik'in AKP iktidarı sonrası değişen  ekonomik konjonktür sırasında ortaya çıkışı başka okumalar yapmama da sebep oluyor: Zira, Recep İvedik oteldeki bellboya "müdürüne kendini ezdirme" diye "sistem karşıtı" brifler çekmesine, müdür (ve temsil ettiği otoriteye) sürekli karşı çıkmasına rağmen, otelin patronuna karşı sevgi dolu: Vergi mevzuuyla birlikte değerlendirirseniz eğer, bu, son derece tipik bir yaklaşım aslına bakarsanız: Çünkü Türkiye'deki büyük holdinglerin sahiplerine karşı (hükümetlerden bağımsız bir şekilde) cumhurbaşkanından başbakanına, milletvekilinden halkına değin tuhaf bir "iyi adam" yaklaşımı vardır: En güzel örneğini Sakıp Sabancı'da bulmak mümkün bunun.. Sebepleri üzerine konuşabiliriz de, blogun sınırlarını aşıyor: Toparlayayım: Sisteme bu denli karikatürize bir şekilde karşı çıkan Recep İvedik'in bu denli patron-sevicisi olmasını ortaya çıktığı dönemin ekonomik durumuyla ilgili olarak ele almanın faydalı olduğunu düşünüyorum..

Diğer sosyal mesajlarına baktığımızda Recep son derece homofobik olmasının sistemin lgbtt bireylere bakışının izdüşümü olması da dikkate değer: Bununla birlikte sevdiği kadın/lar dışında son derece cinsiyetçi, "metalcilere, arabası bozulmuş "dekolte" giyinen kadınlara, şişman ve çirkin insanlara, sevdiği kadına sulandığını düşünen erkeklere, diving eğitmenine, turistlere karşı çok çok kuvvetli bir önyargısı var: Ancak işte tam bu noktada Recep İvedik diğer yurt-dışı orijinli tuvalet komedyenlerinden, kara mizahçılardan farklılaşıyor: Çünkü senaryo trükleriyle Recep İvedik her koşulda haklı çıkıyor: Diving eğitmeni o kadar da "iyi" değil mesela, çirkin diye aşağıladığı kadınlar ona "sapık" diyorlar çünkü, barda sevdiği kadına asılan çocuğun ertesi gün masaj salonunda "bu ellerden memnun kalmayan kadın olmadı" derken "aslında" neyi kastettiğini anlıyoruz: Recep İvedik'in bu denli bağırabilmesinin bir sebebi olmalı değil mi?? O kendi ahlak anlayışı içerisinde son derece tutarlı bir karakter çünkü: Yardım isteyen kadınlardan hoşlanmasa da arabasının aküsünü verip kendisi yolda kalmayı göze alacak, kendisine kötü davranan annenin canını kurtaracak kadar da "iyi:  İşte bu trükle film, güldürme amacını (da) aşıp kötü bir vaize, daha da açık söylersem sistemin kendisine dönüşüyor.. Recep İvedik her hareketiyle "zamanın ruhu"nu çağırıyor..

Gibi.. Çok uzadı ve yazmaktan çok sıkıldım.. 

Read more

Dünyayı Kurtaran Adam



Çetin İnanç'ın Cüneyt Arkın'ın senaryosundan çektiği '82 yapımı filmi Dünyayı Kurtaran Adam'ı içermeyen bir Türk filmi seçkisi düşünülemezdi, değil mi?? O yüzden listede sırası daha öncelerde olmasına rağmen, ısrarla erteledim ve ancak bugün yazıyorum..

Filmin hikayesini özetlemekle filan uğraşmayacağım: Star Wars'un edindiği başarı sonrası (tıpkı Lord Of The Rings uyarlaması sonrası her yerimizi fantastik evrenlerin sarması gibi) Türkiye'nin ilk bilim-kurgusunu çekmeye yeltenen ekibimiz, ortaya son derece "tuhaf" bir şey çıkarıyorlar.. Aslına bakarsanız, bu filme gelmeden önce karakter serilerini konuşmak lazım.. Tee '39 yılından itibaren devam eden bir Superman serisi var mesela.. Ya da daha eskiye gidersek Agatha Christie'nin, Arthur Doyle'un yarattığı dedektifler, Barbie gibi bebek serileri şunlar bunlar: Bu karakterlerin en önemli özelliği eğer trendleri kendileri belirlemiyorlarsa değişime ayak uydurmalarıdır.. Bu açıdan baktığımızda da sinemamızda bir Cüneyt Arkın gerçeği var: Kariyerine romantik filmlerle başlayan aktörün, uzun bir dönem Türk sinemasının tek aksiyon oyuncusu olmasının getirdiği bir Cüneyt Arkın serisi var: Canlandırdığı karakterlerin adları değişse de, biliyoruz ki onların hepsi aynı: İşte bu açıdan baktığımda Dünyayı Kurtaran Adam da "Kara Murat Uzayda" şeklinde değerlendirilebilir (ki ben öyle yapıyorum) Cüneyt Arkın'ın kariyeri düşünüldüğünde: Çünkü film her ne kadar çok farklı zaman/mekanda geçse de, Orta Çağ'da geçen Battal Gazi/Kara Murat serisinin şablonunu takip ediyor.. Tipik bir Superman, Hercule Poirot bölümü/kitabı gibi..

Ve buraya kadar filmle ilgili tek bir sorunum yok: Battal Gazi/Kara Murat serisi kendi içinde ne kadar tutarlı ve faşistse Dünyayı Kurtaran Adam da kendi bağlamı içerisinde o kadar tutarlı ve faşist (politik doğrucu günümde değilim malesefbugün..) Yani filmin kötü adamının Bizans Kralı olmasıyla, dünyayı ele geçirmek isteyen beyinsiz bir uzaylı (filmin açılışında uzaylıların tek eksiğinin beyin olduğu bilgisi verildiğinden söyledim bunu) olması arasında biçim açısından ne kadar fark varsa, içerik açısından hiçbir fark yok.. Cüneyt Arkın'ın canlandırdığı karakterler arasında tek bir fark olmaması gibi.. Teorim şu yönde: Yapımcılar Star Wars sonrası Cüneyt Arkın serisinin Orta Çağ'dan 2300lere sıçrayarak devam etmesini planlıyorlar ve fakat film batınca bu hevesten vazgeçiliyor.. 

Ki baktığınız zaman Dünyayı Kurtaran Adam'la Battal Gazi/Kara Murat'ın tiye alınma sebepleri hep aynı olmuştur: Hikayenin mantık sınırlarını zorlayacak şekilde akması, bütçesizlik yüzünden kötü çekilmiş sahnelerle alabildiğine dalga geçilmesi (hatta Gani Müjde Kahpe Bizans gibi saçma sapan bir projeyle bundan para bile kazanmayı başarmıştır), bütün filmlerde aynı olan dövüş sahneleri vs.. İşte burada şu sorunun sorulması gerekiyor: Neden diğer filmler yerine Dünyayı Kurtaran Adam kült olmuştur??

Bunun cevabı da son derece açık: Çünkü bu filmi Türkler kült statüsüne yükseltmedi.. Çok ilginç bir biçimde filmin yurtdışında delicesine taraftar toplamayı başarmasının akabinde filme ülkesinde iade-i itibar yapıldı.. Uzun süredir neredeyse her üniversitenin sinema günlerinde gösterimi yapılmasının sebebi de bu "yurtdışı onaylı" imajın etkisi-
tıpkı Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesi'nde olduğu gibi-
gerçi bu filme Türkiye'de gösterim düzenlenmiyor hala: Tarantino henüz hakkında yorum yapmadığı için olabilir mi??
O yüzden herhangi bir Türk gelip (de) bana Dünyayı Kurtaran Adam hakkında bir şeyler söylemeye başladığında ciddi anlamda yabancılaşıyorum o kişiye, sinemaya bakışımıza..

Her şeyden öte filmin asıl sorunu bunlar da değil: Açıkçası bu film sonrası Çetin İnanç'a yönetmen demek için akli melekelerini kaybetmiş olmak gerekiyor: Hiçbir izin almadan kullandığı görüntü ve seslerle ortaya çıkardığı "şey" belki bir film olarak adlandırılabilir, ancak bu, kendisinin bir intihalci olduğu gerçeğini değiştirmiyor: Çünkü ortadaki eylem ne bir gönderme, ne bir pastiş ne de Tarantino'nun yapmaya bayıldığı bir yeniden-üretim: Basbayağı görüntü/ses çalıyor Çetin İnanç, açıklamasını da "setleri sel basmıştı" olarak yapıyor bunun: Oha yani.. Hakikaten.. Senaryoda da aynı yaklaşımı görmek mümkün: Ali ve Murat'ın konuşmaları sanki daha demin Hollywood'daki 3. sınıf bir "birlikte çalışan iki polis" film setinden çıkmış gibi.. Korkunç.. Aralarındaki yakınlık da dikkate değer: İki sahne söyleyip ayrıntıya girmeyeceğim: Ali Murat'a bir sahnede "eğer akıllı olsaydın kadın ve şampanyayı severdin.." diyor, ikinci sahneyse Ali'nin öldüğü sahnedeki Murat'ın söyledikleri: Bu noktada şöyle bir durum var yalnız: Mizansen değil, Murat'ın dublaj sanatçısı bu etkiye sebep oluyor ses tonuyla..

neysse,, bu filmi kült yapan bizler değiliz, Avrupa/Amerikalılar: Lütfen boş yere sahiplenmeyin: Herkesin kültü kendine..

Read more

Bizim Büyük Çaresizliğimiz



Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanından uyarlanan Seyfi Teoman'ın '11 yapımı filmi Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i izlemeye büyük bir şevkle oturmuştum halbuki.. Derken ~5 dk sonra sıkılmaya başladım, film bittiğindeyse ciddi anlamda sevindim.. Bu "şey" sona erdiği için..

Uzun sayılabilecek bir süredir "edebi" eser okumuyorum, çünkü betimleme okuma/duymaya karşı ciddi bir önyargım var, kabul ediyorum.. Bununla birlikte Türk edebiyat tarihini de ortaokul ve lisede "zorla" okuduklarımdan biliyorum: Evet, Türk edebiyatı konusunda berbatım.. Ancak, bir arkadaşımın tavsiyesiyle Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i okumuştum bayağı bir önce.. Kimi son derece "edebi" anlar içermesi, Ender'in kompleksli bir narsisist olması, sadece Ender'in gözünden ayrıntılara vakıf oluşumuzun beraberinde getirdiği yanlılık hissi zaman zaman itici olsa da, kitabın görece naifliği idare ediyordu.. Ve genel kanının aksine, Ender'le Çetin'in arasında örtük bir eşcinsel ilişki olduğunu düşünmüyorum, aksine Ender'in Çetin'i hor gördüğünü düşünüyorum-
bu kısma geleceğim yine..

Film ise kitabın görece "samimi" dokusunu üzerinden tamamen sıyırarak adeta bir Haneke filmi formatına kavuşmuş: Haneke sadece bir örnek, "buz" gibi üslup asıl kastettiğim-
şu sıralar örneğini sürekli görmekteyiz.. Seyfi Teoman stile öylesine abanmış ki, (oyunculuk dahil) geri kalan her şeyi boşverip bir "Avrupa" filmi çekmeye soyunmuş: Ancak bana kalırsa bu formül, son derece etkili "yerel" unsurlarla bezeli kitabı sırtından bıçaklıyor.. Dahası, bu biçimci yaklaşım oyuncu yönetimini de öylesine etkilemiş ki, hiçbir mizansen/diyalog/monolog "gerçek" olamıyor, karakterler adeta programlanmış robotlar gibi hareket edip, konuşuyor.. Oyuncu ekibinden sadece Fatih Al kendisine ayrılan alanda bir şeyler yapmaya çalışıyor, bu sığlıkta karakterine görece bir derinlik kazandırabiliyor.. 

Ender ve Çetin meselesi: Açıkçası film/kitapla ilgili neredeyse bütün briflerde örtük bir eşcinsel ilişki vurgusu yapılıyordu: Kendi adıma öküz altında buzağı aramaktan farksız bir yaklaşım olarak görüyorum bunu: Zira Anadolu dostluğu diğer kültürlere oranla daha "samimi" bir boyutta yaşanıyor, Ender'in de "aşk" tiratları atarken, asıl kastettiğinin "bu" olmadığını ayan beyan okumak mümkün: Çünkü Ender kendini dışarıdan seyretmekle o kadar meşgul bir insan ki nefes almadan içini Nihal'e (okuyucuya) dökerken bu "aşk" vurgusunun kafasında kurduğu gibi bir feedback alacağını umuyor: Çetin'le olan dostluğunda da bu ayrımı görmek mümkün: İkisi de son derece farklı karakterler, hatta Ender ileri gidip Çetin'in sistemin kölesi olmasını (kendisi freelance çevirmen olduğundan) eleştirebiliyor, onun burjuva zevklerini ("etin var mı usta??") küçümsüyor.. Çünkü Çetin'in bunları yaparken samimi olmadığının farkında (olduğunu sanıyor..) Aslında bu, narsisistler için son derece tipik bir yaklaşım: Yansıtarak özdeşleşiyor Ender Çetin'le.. Ender'in  şiir üzerine "ağır" tiratlarının yanında Çetin'in Çiftlik'te Fidayda eşliğini oynadığı sahneyi düşünün bir: Ender'in üstün olduğuna -sürekli, inanması için Çetin gibi her an küçümseyebileceği birine ihtiyacı var: Kendi ego tatmininin yakıtını bundan sağlıyor çünkü..

Gerçekten "kötü" bir film olmuş BBÇ: Ve bundaki bütün sorumluluk da Seyfi Teoman'a ait: Başka bir yönetmenin elinde çok daha samimi ve etkileyici hale gelebilecek potansiyele sahip bir hikayeyi yönetmenlik kaygıları (şekilcilik diye okuyunuz) uğruna böylesine mahvedebildiği için.. 

Read more

Kaybedenler Kulübü



Tolga Örnek'in '11 yapımı filmi Kaybedenler Kulübü'nü sevmeyeceğim daha en başından beri belliydi: Zira söz konusu radyo programını zerre beğenmediğim gibi, bu şişirilmiş plastik rock'n roll lifestyle balonundan da tiksinti duymaktayım..

Film adını ve hikayesi bir dönem fenomene dönüşmüş aynı adlı radyo programından alarak, yarattığı impact'e (Türkçe tam karşılığı olmayan kelimeler dışında yabancı kelime kullanmayan benim, bu yazıya neden bunca yabancı kelime enjekte ettiğimi anlarsınız diye ümit ediyorum) vurgu yapıyor, araya bir aşk hikayesi ve binlerce broken heart da sıkıştırıyor.. Programın bitmesiyle de bir "devir" kapanıyor..

Şimdi, çıkıp da burada "onca zenginliğin içinde ne bu kaybeden tribi??" tribine girecek değilim, zira filmin daha açılış bölümünde işaret ettiği bir "entelektüel kaybeden" durumu var: Verilen örnek de şu: "Sen zirveye çıktığında bir de bakmışsın ki, etrafında kimse yok: O zaman kaybedensin.." Anlatmak istenilen dert (de) bu olunca o noktadan mevzuya lead in yapmak istedim: Hem daha çok malzeme çıkacak buradan, eminim..

Film tam anlamıyla bir aforizma çöplüğü: Yani "bu" cümlelerden -hala, etkilenen filan varsa, Cin Ali serisinden yeniden okuma serüvenine başlarsa kazanımları eminim çok daha büyük olacaktır: Bayağılığın dibi olmadığını hepimiz biliyoruz da, ortada bundan çok daha büyük problemler var.. Film 3 kadın karakteriyle (esas kız, djlerden birinin annesi ve yayınevindeki kız) diğer kadınları fecii kalın bir çizgiyle ayırıyor-
radyonun direktörü her ne kadar bir kadın tarafından canlandırılsa da cinsiyetsiz  olarak kodlanmış filmde.. Bu kadınlar "özel"ler, ve biliyoruz ki onlara hiçbir zaman "sizinle yatmış mıydık??" gibi bir soru sorulmamıştır hayatları boyunca: Ancak diğer kadınların isimlerini bile akılda tutmaya gerek yok nasıl olsa değil mi?? Filmin yeniden üretip dolaşımına soktuğu bu cinsiyetçiliğin tavan yaptığı nokta da sevişme sahnelerinde en çok kendisini açık ediyor: Basic Instinct'ten arak bir sahneyle açılan tutkulu sevişme, en romantiğinden bir görsellikle servis edilince anlıyoruz ki, esas kızımız pek kıymetli.. Kendisiyle misyoner, kucak ve lazy doggy'den başka bir pozisyon denenmiyor, diğer kadınlarla sevişirkense porno film dili/görselliği karşılıyor bizi: Eh, Yeşilçam filmlerinde de Türkan Şoray ya da Filiz Akın'ı bacak omuza sevişirken göremememizle aynı neden işliyor ne de olsa burada..

Filmin ortalarında artık bana "ohaa" dedirten bir cümle sanki çok normal bir şeyden, akşam yemeğinde tonbalıklı makarna yediğinden bahseder gibi dökülüyor bir karakterin ağzından: "Bizim '68'imiz de bu herhalde.."
He canım, sizin '68'iniz de bu sahiden: Belli ki senaristler, radyoda başlayan bu hareketi bu şekilde görmenin cazibesine kendilerini fazlasıyla kaptırmışlar: '68'i sadece içmek, sevişmek ve ortalığa kendi ağırlığını taşıyamayan aforizma saçmak olarak değerlendirirseniz, elbette ki kendi hareketinizi de bu çerçeveye sokabilirsiniz: Tıpkı deri montun, saç uzatmanın, Harley'in, Bukowski okumanın, fuckin' Jesus Christ diye ünlemenin, mezarlıkta ilham beklemenin sizi rock'n rollcu yaptığına inandığınız gibi: İçine girilen bu "imaj"  kızlara "adın neydi senin??" demek, içi doldurulmamış bir Marx göndermesi yapmak,  "herkes için adalet istiyorum" gibi popülizmin en dibinde/n s/eslenmekten ibaretse eğer, durup bir düşünmek gerekiyor: Neyin '68'i?? Pompaya devam edildiği sürece bunda da sorun edilecek bir şey yok: Nasıl olsa hala bunlara tav olanlar var..
Aslına bakarsanız ithal edilen her kültür için genelleyebiliriz bunu: '70'lerden ithal edilen rock'n roll/hippi "modası" yerini '80 ve '90larda metalciliğine, ardından da çok kısa süren goth/ic rüzgarın, rap/hip-hop dissçiliğine evrilişinin "piyasada"ki yansımasının yaz/kış bot, siyah pantolon, siyah tişört giyip Bodrum'a otostopla gitme, 2 kilo zincir taşıma;  tüllü/dantelli siyah elbiseyi file çorap ve ağır siyah göz makyajıyla taçlandırma ve en nihayetinde devasa bol pantolon ve tişörtlerin yan takılmış şapkalarla poz kesmeye tekabül ettiğini görmekteyiz:  "Bu" imaj dünyasına baktığımda,  kocaman bir hiçlikten fazlasını göremiyorum ben..

Beri yandaysa ısrarla kulağımıza sokulan bir "kendini ciddiye almayan iki adam.." imgesi olmasına rağmen, inşa ettiği personalarına delice tapan iki adam duruyor karşımda: Ve onlar gibi olduğunu düşünen/olmaya çalışan yalnız ve "kaybetmiş" bir yığınlar topluluğu..



Read more

Acıların Kadını



Ülkü Erakalın'ın '86 yapımı filmi Acıların Kadını, o yıl albümü tabir caizse peynir ekmek gibi satan Bergen'in popülaritesini paraya tahvil etmekiçin çekilmiş, son derece kof bir film.. Peki benim bu filmle işim ne?? Türk müziğinde kendine özel bir yer etmiş Bergen'i bir figür olarak incelemek.. Film de bunun bahanesi aslına bakarsanız..

Filmin hikayesi kısaca şöyle: Bergen ünlü bir şarkıcıdır, ve fakat onun bekaretini "alan" ve onu şöhret yapan gazino sahibi Necdet'in baskılarına maruz kalmaktadır, bu sırada annesi de boş durmaz tabii.. Bergen'in ne kadar "ucuz" olduğunu kardeşine kanıtlamak isteyen ceza avukatı Yalçın da Bergen'i kandırmakta gecikmez: Bergen'le giderek yakınlaşan Yalçın ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde tedavi gören eşinin sağlığına yeniden kavuşmasıyla eşine geri döner: Üstelik Bergen'in kız çocuğunu da evlatlık edinerek..

Tabii ki finaldeki bu acı combosu ertesinde Bergen aynı zamanda filmi açan Acıların Kadını'nı söyleyerek filmi kapatıyor: Oyunculuklardan, yönetmenliğe, senaryosundan diyaloglarına (ki en kötüsü de diyaloglar sahiden) kadar korkunç bir "çöp" film Acıların Kadını.. Ancak bu kadar kötü olması yine de ona kayıtsız kalacağımız anlamına gelmiyor..

Film, Bergen'in biyografisi değil tabii ki, ancak kezzap olayını işliyor: Halis Serbest'in eyleminin Necdet'te vücut buluyor oluşu, Bergen'in erkek çocuğunun filmde kız çocuğuna dönüş/türül/mesi sanırım çıkabilecek hukuki sorunları engellemek amacıyla gerçekleştirilmiş.. Hikayenin kurmaya çalıştığı bu kurmaca-gerçeklik ikiliği, dahası acı üstüne acı klişesi, bir figür olarak "Acıların Kadını" Bergen'le kurulan ilişkiyi de özetliyor..

Bergen'in hayat hikayesiyle ilgili çok çeşitli kaynak var, vaktim elverdiğince okumaya çalıştım hepsini: Bununla birlikte çok çelişkili ifadelerin de yer aldığını belirtmek gerekiyor: Öyle ki doğum tarihi konusunda bile farklı bilgiler var.. Eğer doğru bir adres ise, şuraya bakmanızı öneririm.. Bergen'in oğlu tarafından oluşturulan sitede aslında şarkıcının Halis Serbest'le resmi olarak evli olmadığı bilgi-iddiasının yanı sıra, Serbest'in sadece Bergen'i değil, ailesindeki herkesi tehdit ettiğini, hatta cinayetten sonra bile susturulmaya çalışıldıkları bilgisi veriliyor.. Ayrıca yine site sahibi Bergen'in oğlunun '10 yılında evinin kurşunlandığına dair bilgi de yer alıyor..
Her ne kadar resmi (olduğunu iddia eden) sitede bu bilgiler yer alsa da, genel kanı Bergen'in Serbest'le evli olduğu, şiddet yüzünden ondan kaçtığı, boşandığı, bıçaklandığı ve cinayete kurban gittiği yönünde..Kezzap olayı ise '82 yılına denk geliyor.. İşte bu farklı kaynaklardaki farklı bilgiler yüzünden ortada ciddi bir bilgi kirliliği var ve bana sorarsanız hikayede hala henüz anlatılmamış bölümler var.. Herkesin Bergen hikayesi kendine diye bitirelim bu kısmı..

~1 ay öncesine değin Bergen hakkında oldukça yüzeysel bir bilgiye sahip olduğumu söyleyeyim, ancak Türk sineması seçkisine başladıktan sonra sinemamızdaki kadın-erkek ilişkileri konusundaki hastalıklı yaklaşımların ne kadar benzeştiğini fark etmemle başlayan süreç, beni önce Türk filmlerindeki kadın karakterlere ve oradan da "pavyon" şarkıcılarıyla kurulan bipolar nefret-sevgi ilişkisine savurdu: Geldiğim son durak ise arabesk söyleyen kadınlar: Daha da ötesine gitmeyi düşünmüyorum açıkçası, ancak bir kültür olarak arabeskin özellikle kadın ayağı çok çok farklı söylemlere sahip-
evet, arabesk şarkılar dinliyorum, ne var??
Ancak şunu belirtmem gerekiyor, arabeskin kadın şarkıcı ayağıyla, erkek şarkıcı ayağı her ne kadar aynı görünse de, birbirlerinden illa ki ayrışıyorlar ve o dönemler ortalığı kasıp kavuran arabesk kadınların günümüzde esamelerinin okunmuyor oluşuyla, erkek starların günümüzde hala imparator olarak kutsanmasının daha önce bahsettiğim bipolar sevgi-nefret ilişkisiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum-
erotik sinema döneminin kadın starlarıyla, erkek starlarından günümüze hangilerinin gelebildikleri düşünüldüğünde tam tersi bir sonuç çıkması da bu saydığım nedene bağlı..

Bergen ise, bu arabesk kültürün cisimleşmiş hali olarak karşımızda duruyor: Gördüğü tahammül edilemez şiddetten kaçışı, çabalarının fayda vermeyişindeki trajedi onu bu hayattan alıp götürdüğünde henüz 29 yaşında olmasının hüzünlü bir yanı muhakkak var.. Ancak beri yanda tüm kariyerini bunun üzerine inşa etmiş bir kadın da var: Kurban olmakla, kurban rolüne bürünmek arasında ciddi bir fark var, malum.. İlki için söylenecek fazla bir şey yokken, ikincisi eleştiriye son derece açıktır: Arabeskte de "trend" dolayısıyla bu kurban rolüne bürünme, hala bile son derece etkili bir çözüm: Ticari açıdan.. Bu açıdan bakıldığında Acıların Kadını bir projeye dönüşüyor: Şöyle özetleyeyim: Kezzap travmasını gerçek hayatta yaşayan Bergen, niye aynı sahneyi filmde de canlandırmaktadır?? İşte bu noktada ortadaki şey tam anlamıyla bir pornoya dönüşüyor.. İzlerken "oha" derken buluyorum kendimi ve hayır, bu duygu acıma/üzülme/hüzün vs değil.. Utanmasam, Bergen'in trajesinden mazoşistçe bir zevk aldığını bile söyleyebilirim..

Sado-mazoşizm: Arabesk kültür incelendiğinde aslına bakarsanız bu konuya dair çok iyi referanslar bulabilirsiniz-
hayır, Müslüm Gürses dinlerken kendini jiletlemeden bahsetmiyorum..
Şarkı sözlerindeki acıya tapma, ondan adeta ihtirasla zevk almayla, delice nefret arasındaki salınımın kökeninde her ne kadar kader kurbanı olma gibi "arabesk" bir söylem bulunsa da, acıdan zevk almayı; ağır ah'lı/sitemli söylemlerse sevip de karşılık bulamamanın değil sadizmin başka bir biçimini imliyor bana kalırsa.. Bir s&m kült/ür/ü olarak arabesk konusunda hala kaynak dinleme/araştırmaya devam ediyorum..

Kader kurbanı ya da bipolar bir figür olarak Bergen: Hayat hikayesini kendi yorumumla film yapmak istiyorum..


Read more

Japon İşi


'87 yapımı Kartal Tibet filmi Japon İşi, Japon Başak'ın acıklı hikayesiyle beni her daim etkilemiş bir filmdir: Ancak film tabii ki Japon Başak'ı sadece bir unsur olarak kodladığı için üstünkörü geçse de, ben o robotu çok seviyorum.. Filmin geri kalanından nefret ediyorum..

Başak Billurses, ünlü bir şarkıcı, gazinoda bir programı var  ancak bir mektubun hapishaneden postalanıp postalanmadığını bile anlayamıyor: Bir de belalısı var: Deli Dilaver.. Hapiste olan Dilaver Başak'la evlenmek istemesine rağmen Başak istemiyor, tehdit yoluyla iknaya çabalıyor.. Dilaver hapisten çıkınca Başak Zürih'e diye yola çıkıp, İstanbul'daki bir havuz kenarına kaçıyor.. Veysel ise aynı gazinonun garsonu ve tabii ki Başak'a aşık.. Yardım ettiği bir Japon profesör Veysel'e yapay zekaya sahip bir humanoid gönderiyor.. Veysel'e aşık olan Japon Başak sayesinde Dilaver tehlikesi filan ortadan kaldırılıyor: Film görünürde mutlu sonla biterken, ben -hep, Japon Başak'a üzülüyorum..

Film aslında diğer Yeşilçam melodramları filan düşünüldüğünde senaryo klişeleri, anlatım teknikleri ve yönetmenliğiyle diğerlerinden herhangi bir fark içermiyor.. Tipik komedi sahneleri, tipik erkek egemen, seksist söylemleri, tipik Yeşilçam kitschi her şeyi yerli yerinde: Japon Başak hariç..
Filmde Japon Başak'ın İbrahim Tatlıses'ten Mavi Mavi söylediği sahne ise, antolojilere girecek kadar orijinal..

Bununla birlikte Veysel ve Başak'ın profillerine bakmak lazım: Başak, tek derdi kendini kurtarmak olan son derece pragmatist bir kadın: Filmin üzerindeki seksist söylem düşünüldüğünde karaktere bu denli itici bir profil çizilmesi normal aslına bakarsanız, ancak yine de rahatsız ediyor insanı izlerken..
Veysel ise tipik bir Kemal Sunal portresi: Rolün onun için yazıldığı o kadar belli ki, insan bir şey diyemiyor.. Performans açısından da diğer Kemal Sunal oyunculuklarından hiçbir farkı yok.. Karakterlerinin isimleri değişse de, her filminde aynı oyunu çıkardığı için kendisinin oyunculuğunu beğenmiyorum zaten..

Humanoid Başak ise işte bu iki "kötü" insanın arasında kalıyor: Kendinden başkasını düşünmeyen Başak yüzünden Dilaver'e veriliyor.. Veysel'in Japon Başak'a yaklaşımı ise son derece kötü aslına bakarsanız: Sevdiği kadının replikasını hizmetçi gibi kullanmasını geçtim, üzerinden para kazanmayı bile başarıyor, menajeri olarak.. 

Tabii, filmin mesajı "sahtesi gerçeğinin yerini tutmaz.." olduğu için Japon Başak'a yapılanlar önemsizmiş gösteriliyor ancak, hayır.. Filmin tek iyi karakteri kendisi..

Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.