The Tree Of Life


Terrence Malick'in '11 yapımı filmi The Tree Of Life'ı Altın Palmiye'yi aldıktan sonra artık toplu histeriye varan gazlamanın etkisine daha fazla direneyemeyip bugün izledik.. Terrence Malick sektör bağlamında ilginç bir figür, 42 yıllık kariyerinde sadece 6 film olmasının her yeni filmi için yarattığı beklenti, filmlerine pazarda daha fazla yer açılmasına da olanak sağlıyor: The Tree Of Life'ı izlediğimde cidden buna kani oldum artık.. Daha Cannes'da başlayan bu dalga handiyse tüm dünyayı çevrelemiş durumda.. Ancak filmi sevdiğimi söyleyemeyeceğim, dahası fazlaca şiş/iril/miş bir balon olduğunu düşünüyorum..

Filmin hikayesi şöyle, evrenin başlangıcından Dünya'nın sonuna kadarki (hatta sonrasının da dahil olduğu) bir zamanı kapsayan film, merkezine '50li yıllar Amerika'sındaki 3 erkek çocuklu bir aile ve aynı aileyi zora sokan bir ölümü alıyor.. 

Belirtmem gerekiyor ki, sıradan bir aile dramını bu denli epik bir forma sokmak yönetmenin kendi tercihidir de, bu tercihin ne denli doğru olduğunu sorgulayabiliriz bir sinema-sevicisi olarak: Hakikaten de tüm o evrenin oluşumu, tek hücrelilerden amfibyumlara, dinozorlardan insanlara uzanan zamanı National Geographic tadında "belgelemek" evet estetik açıdan "ilginç" olabilir, ancak hepsi bu: Filme ne kattığı konusunda ciddi endişelerim var-
"ağır konulu, gösterişli bir hikayeye sahip" bir film intibası yaratmaya hizmet etme dışında.. 

Daha kısa sürede çok daha iyi anlatılmış başka bir hikaye için size Fatboy Slim'in '98 tarihli Right Here, Right Now klibini önerebilirim misal:

Bu kısımlar dışında geriye elimizde baba-oğul çatışması kalıyor: Kendisi 27 tane patent sahibi olma dışında hiçbir şey başaramamış (saygın bir piyanist olamamış misal) baba (ki bence Brad Pitt bu rol için yanlış bir seçim), bütün yapamadıklarını oğlunun yapmasını istiyor: Askerliğin etkisini hala üzerinde taşıyan (saç tıraşı bas bas bağırıyor) baba, bunu eve de yansıtınca etki-tepki devreye giriyor: Pasif bir anne, baskıcı baba ve ikisinin arasında kalan üç çocuk: Jack (biraz da ilk olması dolayısıyla) ne yapacağını bilemez durumda: Kendisinin de söylediği gibi, sevdiklerini yapması yasak olduğundan nefret ettiklerini yapıyor: Dönüşümünü özetleyen olağanüstü iki sahne var: İlkin kardeşinden ampulü çıkarılmış duya parmağını sokmasını istiyor, kardeşi parmağını soktuktan sonra "sana güveniyorum" diyor.. Diğeriyse birlikte ava gittikleri sahne: Jack, bu defa kardeşinin parmağını tüfeğin namlusuna tutmasını istiyor, kardeşi (ona güvendiğinden -yine) uzatıyor ve fakat Jack bu defa tetiği çekiyor..
Benim için filmin her şeyi bu kadar.. 

Filmdeki diyalogların çok büyük bir kısmı Tanrı'yla-
anne abartıp, seyirciye de konuşuyor: Jack'in iç-sesleri her ne kadar hikayeye katkı sağlar gibi görünse de, bu denli fazla olması bir yerden sonra sıkmaya başlıyor.. Ve müzikler: Evet, çok güzel klasik kompozisyonlara yer veriyor film, bununla birlikte öylesine çoklar ki (neredeyse her sahnede) yeter diyorsunuz: Kendi adıma dedim.. 
Kurgu konusunda da artık beni yeterince bayan bir tespiti yapmam lazım: Filmin sonlarına tekabül eden kısmı açılışta gösterip, ardından hikayeyi baştan anlatmak evet misal '94'te filan olsak çok etkileyici olabilirdi ve fakat, '11 yılında seyirciye kısa süreli kafa karışıklığı yaşatmaktan başka hiçbir işe yaramadığını belirteyim-
neden '94?? 
Ağaç leitmotiflerine hiç girmedim dikkat ettiyseniz..

Filmin görsel tercihleri de birçok alandan besleniyor: Evrenin, yaşamın oluşumuyla ilgili belgesel tandansının hemen akabinde, bizi reklam estetiği karşılıyor: Jack'in doğumundan pazar günü gidilen kilise sahnesine kadar her biri reklam filmi estetiğine sahip onlarca "Amerikan Rüyası" sahnesi izliyoruz.. Bu sahnelerdeki (reklam estetiğinin kendisinden kaynaklanan) kitsch de filmin lehine işlemiyor bana kalırsa: Ha tabii siz bunu "masumiyet"in simgesi olarak kodlar, sonra da bu Amerikan Rüyası'nı dağıtıp dramaya yelken açarsanız, filminizin de "büyüdükçe yitirilen masumiyet" olarak okunmasını talep edebilirsiniz, ona (da) bir şey demem..

Ancak filmin masumiyetle bir bağını göremedim ben: Süperegosunu yansıtarak özdeşleşmeye çalışan babanın çocuğunu kontrol etme ihtiyacı izlediğimiz.. Öyle bir mengene ki bu, sadece Jack'i değil, tüm ailenin bireylerini etkiliyor-
mutfaktaki kavga sahnesinde karşılığını bulan.. Olmak istemediği bir şey olmaya zorlanan çocuğun "olmak istemiyorum"u ifade ediş biçiminin doğrudan ol/a/maması da normal, zira çocuğun yaşadığı kastrasyon endişesi yer yer seyirciye işleyecek kadar güçlü olabiliyor: Jack bunu yan yollarla ifade ettiğinde (komşunun evinden kombinezon çalmak, sahipsiz binanın camlarını taşlamak, kardeşinin parmağına ateş etmek vs..) cezalandırılıyor ve Jack bundan kaçamıyor: Büyüyünce babasının istediği gibi biri olduğunu görüyoruz.. Da, adam mutlu değil, buna ne diyeceğiz baba??

neysse,, teknik açıdan Malick'in bir önceki işi The New World'le oldukça benzeşen bu film, bana kalırsa filmografisinin en zayıf halkalarından: Ama üzülmeyin, Akademi nasıl olsa iyi işlerinizi görmezden gelip kariyerinizin en kötü filmiyle ödül vermeye bayılıyor-
burada Martin Scorsese göndermesi var..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.