Trans Kimlikle/r: Travesti Terörü






'05 yapımı Aykut Atasay belgeseli "Travesti Terörü" ile yeni bir kimlik seçkisine başlamak istedim.. Daha önceden lezbiyen ve gay kimlikleri konu eden seçkilerden sonra, elimden geldiğince birkaç trans kimlik konulu filme yer vereceğim..


Lezbiyenlik karşısında sistemin bakışı hep iki uçlu oldu: "Sikilmediği" için sürekli nevrotik takılan butch bir tip, ya da "sikilene kadar" lezbiyen olan tip: Erkeklerin iki lezbiyenle kurdukları threesome deneyimler de kaynağını buradan alıyor zaten: Çünkü "aslında" "içten içe" bir erkeği arzuladıklarını filan..
Eşcinsel erkek imgesi de sistem açısından "büyük" bir tehlike: Ve yine karşımızda benzer prototipleri buluyoruz: Modadan anlayan, komik, "bilek hareketleri" yapan, kırıtarak yürüyen filan.. Bu açıdan şahane birer romantik-komedi dolgusu haline getirilmekteler nicedir.. Ya da "sert çocuk" aslında hiç de öyle değildir filan.. Sistemin bakışı da bu dışarıya yansıyan "sert"likle orantılı olarak işliyor: Pasif gayler suistimale daha açıkken, en azından görünüm/hareketleri "erkek" gibi olanlar daha az zorlukla karşılaşıyorlar.. 


Travesti/transseksüel kimlik ise sistem için çok daha büyük bir tehlike: Çünkü gizlenmek yerine her şeyiyle ortada olan biri var karşında.. Binyıllardır ürettiğin kodları umursamayan, normların dışında kalan.. Ve tam da bu yüzden hakim ideolojinin göz göze gelmek istemediği travesti/transseksüel kimliğin hayatta kalmak için seçenekleri çok az: İş bulamıyorlar, dahası yaşam alanları da sınırlandırılıyor, polis şiddetiyle her an karşı karşıya kalma ihtimalleri var.. Ve kaçınılmaz olarak "falçatalı travesti" "gerçeği" ile karşılaşıyoruz.. 


Aykut Atasay'ın Travesti Terörü, kimilerimizin sadece haberlerde gördüğü travesti ve transseksüeller hakkında nasıl da önyargılı bir "fikir" sahibi olduğumuzla ilgileniyor: Tuğrul Eryılmaz, Pınar Selek, Murat Çelikkıran gibi gazeteci ve sosyologların yanı sıra, Esmeray, Demet, Esin ve Özlem isimli travestilerle konuşarak meselesini açıklarken, aynı zamanda ana-akım medyadan örnekler de veriyor: Hepsi birbirinden berbat olan haber içeriklerinden en kötüsü de Takvim gazetesinden bir muhaberin duyarlı-gibi davranarak travestilerle konuşup, fotoğraf çektikten sonra bunu "Rezalet!" diye -üstelik manşet olarak, haber yapabilmesi.. Sistemin trans bireylere bakışı konusunda en azından fikir vermesi bağlamında izlenmesi gerektiğini önerdiğim filmi iki parça halinde aşağıdan izleyebilirsiniz.. 




Read more

Take Shelter



'11 yapımı Jeff Nichols filmi Take Shelter'ı izlemeyi bitirdiğimde cidden içimde hiçbir duygu uyanmadı.. Film boyunca da aynı hissizlikle boğuşup durdum: Öncelikle film, gerçekten çok uzun.. "Deliliğin" adım adım geliş ayrıntıları dahi maalesef filmin süresinin uzunluğunu açıklamaya yetmiyor..

Michael Shannon'un canlandırdığı Curtis, bir aile babası: Annesi şizofren olduğu için onları bir gün terk etmiş.. Curtis, deliliğinin "başladığını" hissedince geçmişindeki "bu" travma yüzünden paranoyasını en üst düzeyde yaşıyor.. Bu açıdan filmin kurduğu yaklaşan fırtına/delilik, sığınak yerleştirmesi son derece başarılı bir şekilde işliyor..

Filmin daha alt katmanlarındaysa, '08 ekonomik krizinin etkileri var.. Aslında film, süresini daha verimli kullanabilseydi (ki gerçekten bunun için fazlasıyla vakti var), şu ekonomi  konusunda çok daha etkili laflar edebilirdi.. Onun yerine orta sınıf Amerikalı anlayışı gelip filmin üzerine çörekleniyor: Birkaç sahnedeki "ekonomimiz çok kötü" lafı yeterli olmuyor maalesef..

Fırtına sahneleri hakikaten çok etkileyici, film boyu kocasına inanmayan kadının (da) aynı sulara çekildiği final de çok "şık" bir twist sahiden, ancak Michael Shannon'un her filmde aynı rolü oynadığını -bir kez daha, görmenin filme herhangi bir katkı yaptığını söylemek zor..


Read more

The Iron Lady


'11 yapımı Phyllida Lloyd filmi The Iron Lady, aslında biyografi filan değil.. İsminden (ve konu ettiği figürden) beklenmeyecek bir biçimde bir "kendini iyi hisset" çöpü.. Sindirimi kolay, şekerlenmiş ve hedef saptıran..

Film, Margaret Thatcher'ın alzheimerını "kendi" yöntemiyle "yenmesi" üzerine işliyor.. Araya sıkıştırılan birkaç geçmiş ayrıntı filme biyografi dememiz için yeterli değil.. Çünkü hakikaten döneminin ve sonrasının en tartışmalı figürlerinden biri, birisi olan kadını "feminist" bir ambalaja sarıp, süslemekle bu işler yürümüyor..

Filmi Margaret Thatcher faktöründen sıyırırsak eğer, yaşlı bir kadının delüzyonlarından arınması üzerine bir etüt olarak değerlendirmek mümkün, ancak burada da şöyle bir sorun var: Film, daha fazlasını becerebilecek bir yönetmene sahip olmadığından, "kendini iyi hisset" sularına yönelerek, "içimizdeki güç" geyiğine giriyor.. Yaşlı kadın da çözümü doktorlarda, alternatif tıpta falan değil "içinde" buluyor-
secret gibi, değil mi??

Çünkü Phyllida Lloyd için sinema yapmak, "bizim" algıladığımız şekilde gerçekleşmiyor.. Mamma Mia! gibi bir rezaleti "film" diye önümüze sunabilen bir insandan, Margaret Thatcher hakkında ayrıntılı bir biyografi beklemek de fazlaca naif bir çaba, ne yazık ki.. Ki, Llyod, sözkonusu The Iron Lady olunca her şeyi açıklayan en kısa söz oluyor.. Hep görkemli anlara odaklanmanın büyüsüne fazla kapılmış olduğundan, can damarı konuları "lütfen" gösterirken dahi seyirciye işin aslını söyleme gereği duymuyor: Çünkü Thatcher'ın ses eğitimi grevlerden, devreye sokulan programlardan çok daha önemli, çok daha "anlatılası.." 

Phyllida Lloyd, bir sinema-projesi çünkü.. Gerçekten sadece iki filme sahip olup da bu denli yozlaşmış ve kitleleri yozlaştırıcı bir vizyona sahip olan başka bir yönetmen görmedim ben..

Read more

The Woman In Black



'12 yapımı James Watkins filmi The Woman In Black, olanca vasatlığından twisti sayesinde görece uzaklaşabilen eski usul bir yapım.. Harry Potter'ın "bakın artık yetişkinim.." demek için atladığını düşündüğüm filmde yeni hiçbir şey yok: "Evet, korkunç bir şey olacak.." müziği, ani ses efektleri, yaşlı ve izbe evler filan.. 

Film şu şekilde akıyor: Harry Potter (filmi yaklaşık iki saat önce izledim, ancak ismi aklımda kalmadı..), karısını doğum sırasında kaybetmiş bir baba.. Hukuk bürosunda çalışıyor, sahibi ölen bir evin satış işlemlerini tamamlamak için oraya gidiyor.. Gittiğinde tabii ki korkunç olaylarla karşılaşmakta gecikmiyor..

The Woman In Black, seyircinin beklentilerine uygun adım giderken, final sahnesiyle ters köşeye yatıyor.. Çünkü biliriz ki, climaxte huzur bulan hayalet/ler, artık gönül rahatlığıyla öteki dünyaya geçiş yapabileceklerdir.. Fakat The Woman In Black'te öyle olmuyor, "asla affetmeyen" hayalet, mesaj vermek/travma-acılarından kurtulmak için insanları terörize etmiyor, bildiğin intikam almak için bu şekilde davranıyor"muş.." Aslında perdede de karşılığını buluyor bu fikir, ta ki, korku filmlerinin konvansiyonel mutlu sonunu, başka bir mutlu sona dönüştürene kadar..

Korku filmi manyakları illa ki izleyeceklerdir, biz de bu gruptan olduğumuz için dayanamadık haliyle.. Gelgit sahneleri muhteşemdi bir de..


Read more

Prömiyer: The Legend Of Boggy Creek



Charles B. Pierce'nin '72 (kimi kaynaklarda '75 diye geçiyor..) yapımı filmi The Legend Of Boggy Creek, Amerika'da dönem dönem "hortlayan" sasquatchlar hakkında bir docudrama: Filmi başlangıçta feci merak etsem de, izledikten sonra pişman oldum..

Fouke Monster adıyla da bilinen ve bir dönem ulusal bir mesele haline de gelen bigfootu konu edinen film, gerçek kişilere yer vermekle birlikte kurgudan da bolca faydalanıyor.. Ülkemizi de bir ara etkisi altına alan Van Gölü Canavarı düşünüldüğünde zaman zaman bu tür toplumsal histeriler yaşandığını kabul etmek lazım.. 

Mesele de son derece karışık aslına bakarsanız: Oldukça uzun bir süre boyunca sürekli görüldüğü, dahi vurulduğu iddia edilen sasquatchların varlığı henüz kesin olarak kanıtlanabilmiş değil: National Geographic'in araştırma konusu dahi yaptığı bu "canavar"lara inanıp inanmamak size kalmış, ancak filme bakarsanız bu canlılar "kesin" olarak varlar.. 

Film Fouke halkına yaşamı bir dönem zehir eden canavar hakkındaki çeşitli şikayetleri art arda görselleştiriyor.. Kendini göstermek için genellikle yalnız kadınları ve çocukları tercih eden canavar ("bu" özelliği incelenmeyi hak ediyor), bunun yanı sıra yetişkin erkeklerin de arada sırada karşısına çıkıyor: Canavar ise hayvanları korkudan öldürebilecek kadar etkili bir şey, film boyu sadece bir insanı yaralayan canavarın leşleri arasında inekler, köpekler vs.. var.. Canavarı bulmak üzere hazırlanan, muhitin en iyi avcı köpekleri bile geri dönüyorlar, örneğin: Filmde sadece Herb nicki adam canavarı ne gördüğünü, ne de duyduğunu söylüyor.. Onun dışında herkesin canavrla bir geçmişi muhakkak var.. Bir ara 8 yıl boyunca ortadan kaybolan canavar sonra -nedense, geri dönüyor.. Vay ki ne vay..

Bir dönem Türkiye'nin de bir numaralı gündem maddesi Van Gölü Canavarı olmuştu hatırlarsanız: Haber bültenlerinde "kanıt" diye onca saçma görüntü izlemiş olmamıza rağmen, canavarın varlığına ilişkin herhangi bir kanıt, aradan geçen onca yıla rağmen bulunabilmiş değil-
gayet ciddi moddayım, dikkat ettiyseniz..
Amerika'da da sadece Fouke bölgesinde değil, birçok eyalette sasquatchtların görüldüğü, ayak izleri bulunduğu bilgileri var: Ve  fakat, çok alakasız bir benzetme olacak ama, tıpkı bir g noktası gibi korkunç bir muammanın içinde hapsolmuş bir konu aynı zamanda bu: Fouke Monster da üç ayak parmağına sahip, oldukça kıllı, uzun boylu, yapılı bir bigfoot, tıpkı diğerleri gibi.. 

Peki, toplumun bir bölümünün böylesine gerilemeli tepkiler vermesine sebep olan şey ne olabilir?? Birisinin ortaya attığı iddianın, toplum katmanlarına yayılarak, dahası ulusal çapta bir mitomaniye dönüşümünü nasıl açıklayabiliriz?? Burada, görece daha kısıtlı grup çalışmalarına bakmak gerekiyor: Elimizde şöyle bir bulgu var: [Büyük grup süreçleri] "Paranoid bir önderin peşinde dış düşmanlara karşı saldırgan itkilerle hareket eden dinamik bir kitle oluşturabilirler.." 
Otto Kernberg, Psychoanalytic Studies Of Group Process: Theory And Applications..

Film ise, benzerine az rastlanır bir başarıya imza atıyor: 100.000$'a çıkan The Legend Of Boggy Creek, gişe başarının ardından iki devam filmini de peşinden sürüklemiş.. Eh, ne diyelim, paranoyayı fırsata dönüştürmek de böyle bir şey..


Read more

Ronal Barbaren



'11 yapımı Kresten Vestbjerg Andersen, Thorbjørn Christoffersen, Philip Einstein Lipski filmi Ronal Barbaren Oscar olayı vs.. sayesinde tüm o filmlere kilitlenmişken, hakikaten de uzun süredir ihtiyaç duyduğum/uz bir şeydi.. 

Bir efsaneyle açılan Ronel Barbaren, bir Barbar köyünde başlıyor: Ronal, genel Barbar profilinin dışında bir kişi, kasları filan yok.. Bir gün Volcazar tüm köyü yerle bir edip, tüm Barbarları kaçırınca onu yenmek tahmin edilebileceği üzere, Ronal'e düşüyor.. 

Terkel I Knibe'yle de bizi kendimizden geçiren ekibin elinden çıkma Ronal Barbaren, hızlıca ülkesinde külte evrildi.. Gösterime çıktığı diğer ülkelerde durumu nedir bilmiyorum ancak, en azından biz bugün kendisine bu payeyi vererek çevremizdeki barbarlara yayma kararı aldık.. Toplu gösterim bile düzenleyebiliriz, eheh.. Yönetmenlerle benzer zevklere sahipseniz, sizi de keyiften uçurması işten bile değil..

"Hangisinden başlasak??" diye düşünüyorum deminden beri: Hepsini anlatıp keyfinizi kaçırmaktansa, filmin gayet dozunda ilerleyen bir anakronik parodi olduğunu, izlediğiniz birçok filme pek şahane göndermeler  yaptığını (Conan the Barbarian ne ki, Lord Of The Rings serisi ne ki, şeker ne ki..), "Babes, balls and muscles" olan  sloganının -özellikle de taşaklarla ilgili kısmının, hakkını verdiğini, öldürücü bir Legolas ve Amazonlar parodisi içerdiğini ve '80ler metalini sevenleri sevindireceğini belirtmekle yetineyim..
Altta fragmanı var, izleyin.. Herkese iyi seyirler..




Read more

A Better Life



'11 yapımı Chris Weitz filmi A Better Life, Hollywood filmlerinden alışık olduğumuz Amerikan Rüyası'nı darmadağın eden filmlerden.. Genel olarak göz göze gelmekten kaçındığımız kişileri ve hayatları konu ettiğinden, tipik orta sınıf refleksleri devreye girdi: Film, Amerika'da sınırlı bir dağıtım imkanı bulup, zarar etti.. Oscar döneminde de sadece en iyi erkek oyuncu kategorisinde kendine yer bulabildi..

Meksika'dan Amerika'ya kaçak yollarla gelen Carlos, çocuğuyla birlikte yaşıyor.. Bahçe işleri yapıyor, derken kardeşinden borç alıp bir kamyonet alarak "daha iyi bir hayat"a sahip olmaya başlıyor.. Çok kısa sürüyor bu dönem, her şey giderek kötüye gidiyor, oğlu ise çete üyesi olmaktan vazgeçiyor.. Arabanın çalınması Carlos'un geleceğini yok ederken, oğlu Luis'in inkar ettiği geçmişini bulmasını sağlıyor.. 

Film adeta bir docudrama: Amerika'nın pek de işlenmeyen bir yönüne odaklandığından, sanki bir Werner Herzog filmi izliyormuşsunuz etkisi de yaratıyor kimi zaman.. Birçoğu kaçak yaşayan göçmenlerin, okulların, çetelerin, çalışmak "zorunda" olmanın, sınır dışı edilmenin vs.. Yalnız film bunları tokat gibi yüzünüze çarpmıyor.. Soğukkanlı kalmaya özen göstererek anlatıyor, sadece arada giren müzikler bu soğukkanlılığı bozuyor o kadar.. Demian Bichir ise döktürüyor sahiden..


Read more

Elena



Andrei Zvyagintsev'nın '11 yapımı filmi Elena'yı değerlendirirken sahip olduğunuz politik/ekonomik görüşün etkisinde kalıyorsunuz ister istemez.. Ele aldığı konuda belli bir tarafı tutuyor olması bizi şaşırtmıyor, çünkü Zvyagintsev'nın tarzına alışkınız..

Gerçekten de hep "en" yakınımızdakilerle kurduğumuz ilişkilere odaklanan Zvyagintsev, bu filminde de geleneği bozmuyor.. Yaşlı bir çift var: Önceki  evliliklerinden de birer çocukları.. İkinci evlilikleri ikisinin de.. Erkek zengin, kadın fakir.. Volodya her yerde ve her an iktidar sahibi, ancak bu iktidarının kaynağı penisi/erkek olması değil, para.. Elena ise hastanede tanıştığı bu adamın hizmetçi-karısı.. Erkeğin kendisine iyi bir miras bırakmayacağını anlayınca da harekete geçmeyi tercih ediyor..

"Sınıfsız domatesler" olmadığımız için hiçbirimiz, birbirimizi kandırmadan konuşalım: Elena'nın oğlu üçüncü çocuğunu yapacak kadar sorumsuz.. Volodya'nın kızı ise en azından üremeyle ilgili konularda belli bir bilinç geliştirebilmiş düzeyde.. Ki, bu da doğrudan ait oldukları sınıfların bir özelliği..
Bu iki karakterin ekonomik açıdan tam bir asalak olmaları, ortak yönleri.. Başa gelen çekilir o ayrı da, bu iki karakter evlat olsa sevilmez durumdalar.. Birini "hedonist" olarak tanımlarken, diğerini "ipsiz sapsız" olarak yaftalayabiliyoruz..

Volodya SSCB'nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni-zengin sınıftan.. Elena'nın muhtemelen yıllardır içinde büyüyüp duran sınıf kini "o" sabahki konuşmadan sonra harekete geçiyor.. Eyleminden sonra parayı almaktan, avukata "kasada para yoktu" demekten ve çoluk çoluğu, torun torbasını toplayıp kendi evine getirmekten pişman değil: Bunu anlayabiliyoruz, çünkü tüm bu eylemleri kendi içinde son derece tutarlı-
ekonomik açıdan..
Bununla birlikte eylemi sonuca ulaştıktan sonra ve elektrik kesildiğinde yaşadığı heyecan insani bir duygu: Vicdan azabı ya da yakalanma korkusu: Hangisini seçerseniz..

Volodya da, tıpkı Elena gibi kendi içerisinde son derece tutarlı bir karakter: "Kendi" çocuğuna her türlü yardımı yaparken, "başkası"nın çocuğu için kılını bile kıpırdatacak durumda değil.. Sadece kendini düşünüyor: Miras konusundaki tavrı da bu açıdan "yanlış" değil: Çünkü Elena da benzer bir şekilde yabancı..

Temel bir şekilde söylersek: Filmi devrim olarak değerlendirmek de mümkün, darbe olarak da: Bu sonuca nasıl vardığınızı, başta da dediğim gibi ait olduğunuz/temsil ettiğiniz ekonomik sınıf belirliyor.. 

Zvyaginstev'nın aile-içini deşmesi ilk iki filminde bizi kendimizden geçirmişti.. Bu filmi ise –metninden bağımsız olarak, aynı iştahla izleyemedim maalesef.. Hem ben bir baba üçlemesi bekliyordum.

Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.