Jeux D'Enfants


'03 yapımı Yann Samuell filmi Jeux D'Enfants, açıkçası fazla şekerlenmiş-
reçel terminolojisi..

Romantik-komedi pek sevmediğim için izlemediğim filmi, seçki dolayısıyla dün izleme şerefine eriştim: Ki bu yazıda da filmden/aşktan ziyade, kurulan dünyalardan bahsetmeyi planlıyorum-
bilinç-akışı yazmanın böyle faydaları da oluyor, yazı iki cümle daha uzadı..

neysse,, hikayesi şu şekilde: Julien ve Sophie, aynı sınıfta okuyan iki çocuk, Julien annesinin kendisine verdiği atlı karıncalı kutusunu Sophie'ye hediye edince aralarında bir oyun da başlıyor: Birlikte büyüyen ikili birbirlerine aşık olsalar da bunu itiraf etmekte zorlandıklarından ayrı yollara savruluyorlar ve hatta birbirlerinden kopuyorlar, finaldeyse mutlu bir son karşılıyor bizi tabii ki..

"Masalsı atmosfer.."e sahip filmin Peter Pan Sendromu'nun her bünye için uygun olmadığını söylemek de gerekiyor: Film de bunun farkında olduğundan sadece kendi kitlesine hitap eden füg trükleri kullanıyor.. İşte bu zihniyetle ciddi problemlerim var benim: O bildik slogandan faydalanırsam kitlelerin afyonu bir filmle (daha..) karşınızdayız.. Çünkü gerçek dünya o kadar boktan ki, başa çıkmak için Jeux D'enfants gibi afyonlara ihtiyaç duyuyoruz: Her şeyin böylesine pembe, şeker pembesi olduğu filmde, tabii ki betona gömülmek de "güzel.." bir şey olarak kodlanıyor.. Buradan reklam estetiğine geçebiliriz: Tüm o göz alıcı renkleri, animasyonları ve elbette ki metal atlı-karıncalı kutuyu ustalıkla fetişleştirmeyi başaran film bittiğinde o dünyada yer almak istiyorsunuz: Bir metal kutunuz ve "ruh eşiniz.." olsun.. Olsun ki, sıkıcı karınızdan, kocanızdan, çocuklarınızdan, işinizden kurtulabilesiniz.. John Berger, Ways Of Seeing'de reklamların ürünü değil, o ürüne sahip olmanın yaşattığı kıskanılma hissinin verdiği mutluluğu sattığını imlerken bunu kastediyordu işte: Betona gömülmeyi bile kabullenecek hale gelmeyi..


Film bu hissi "satarken.." (hadi Fransızca kasalım..) folie a deux'yü sıçrama tahtası olarak kullanıyor: Reklamlarda içtiği sadece kola olmasına rağmen delicesine mutlu olan insanlar görüyorsak, bu filmde de oyun uğruna yapılanlardan sonraki hissin de aynı olduğunu belirtmemiz gerekiyor.. Durumun "saçmalığı.." ayan beyan ortadayken, nasıl oluyor da bunu kabulleniyoruz kısmına geldiğimizdeyse, "onlar gibi olmak.." karşılıyor bizi: Çünkü önceden belirlenen hedef kitleye uygun çekimler hazırlanır hep.. Üst segment gelir grubu için hazırlanan reklamlarda bu tür mutlu insan simgesi göremeyiz: Çünkü onlar zaten mutludur, onlar için daha farklı reklamlar hazırlanır, alt gelir grubunaysa mesaj direkt verilir: "Yarın şu ürün gazetenizle bedava..", "Yarın şu ürün şu kadar değil, bu kadar.." Bu kadardır.. Alt-orta ve üst-orta gelir grubunaysa bir üst seviyeye çıkacağı müjdelenir: Gerçekleşip gerçekleşmeyeceği önemsenmeden..

Bu film de bize Julien ve Sophie gibi olursak "mutlu.." olacağımızı söylüyor.. Gerçekleşip gerçekleşmeyi önemsemeden.. Ciddiye alıp almamaksa sizin bileceğiniz iş.. Onlar sadece ürünlerini satıyorlar..
Read more

Microcosmos: Le Peuple De L'Herbe


'96 yapımı Microcosmos, Claude Nuridsany, Marie Pérennou'nun ortaklaşa yönettikleri büyük bir proje.. Benimse genellikle uykum olmadığında uyumak için seçtiğim filmlerden-
sesini kısıyorum tabii..

Küçük bir çimenlikteki çeşitli böceklerin yaşamlarına odaklanan belgeselde birkaç cümle dışında dış-ses kullanılmıyor: Ki zaten bunun sebebi de belli: Görselliğin etkisini azaltmamak: Hatta film görsel gücüne öylesine güveniyor ki, tv için değil de beyaz perde için hazırlanıyor: Gösterime girdiğinde de öyle büyük bir etki oluşturuyor ki, bazı sahneleri antolojilere dahi giriyor-
"özellikle.." hangisini kastettiğimi tahmin ettiniz sanırım..

neysse,, aradan geçen yıllar ve özellikle Life adlı devasa belgesel-dizi filmin görsel gücünü oldukça azaltmış olsa da, "ilk.."lerden olması filmi hala benzersiz kılmaya yetiyor da artıyor.. Herhangi bir konusu olmayan, dahası herhangi bir porno filmin dahi sahip olduğu belirli bir kurguya dahi sahip olmayan filmin ana temasının yaşam döngüsü olduğunu söyleyebiliriz: Açılış ve kapanışın da başkalaşım sahnelerine ayrılması dolayısıyla: Yan temalar olarak, zorluklarla mücadele, kavga (iktidar: eheh..), üreme vs..ye yer veren filmin, "film.."den ziyade kolaja daha çok benzediği de aşikar: Sahnelerin birbiri ardına episodik bir şekilde dizilmesi izleme keyfini azaltıyor..

Ve bir eleştirim de, ses kurgusuna olacak yalnız: Ayrıntılı ses miksajıyla, abartılı ses miksajı arasında bence ciddi bir fark var ve fakat filmin ses ekibi bunun farkında değiller muhtemelen: Zaman zaman stüdyoda yaratılmış hissi veren "yapay.." sesler de izleme keyfini azaltan başka bir etmen..

-yine, neysse,, gelelim filmin asıl gücüne: Film genel olarak yakın-plan çekimlerden oluştuğu ve bu planların da korkunç derecede "yakın.." olması dolayısıyla gösterime girdiği her yerde büyük bir beğeniyle karşılanmıştı.. Hakikaten de olağanüstü bir işçiliğin yer aldığı filmin sahnelerini izlerken etkilenmemek mümkün değil.. Bununla birlikte stop-motiondan ve çeşitli efektlerden de yararlanan film, araya giren genel-planlarla konudan uzaklaşsa da, çok çok özel görüntüler sunuyor.. Size de keyfini çıkarmak kalıyor..

Salyangoz sahnesinin "bu.." kadar beğenilmesinde sevişmelerinin insan sevişmesini andırmasının ve dün biraz didiklediğim porno ve erotizm ayrımından erotizm ayağını temsil etmesinin payını yadsıyamayız: Yoksa uğur böceklerinin "pornosu.." da gayet şık bence..
Read more

Zack And Miri Make A Porno


'08 yapımı Kevin Smith filmi Zack And Miri için laflar hazırladım.. Ne zamandır aklımdaydı, gelen maillerde görünce "aa, işte bu.." oldum-
beklenen fırsat..

Hikayesiyse kısaca şöyle: Zack ve Miri, tee ilkokuldan beri arkadaşlar ve aynı evde kalıyorlar.. Her bir şeylerini bilen ikili, parasal sıkıntıları içinde yüzüyorlar: Borç yükünden kurtulamayan ikili, çareyi bir yapımcı bularak porno film çekmekte buluyor, ekip kuruluyor ve çekimlere başlamışken sıra Zack ve Miri'nin sahnesine geldiğinde işin rengi değişiyor ve film kırılıp, climax-öncesi-ayrılığı yaşıyor: Bir süre yalnız takılan ikili, sonunda mutlu sona ulaşıyorlar..

Gayet belli olduğu üzere romantik-komedi şablonunda ilerleyen filmin pornoyu çerez niyetine kullandığını söyleyerek hata etmeyiz: Ancak, işte burada konvansiyonel sinemanın bil/in../dik kuralları devreye girdiğinden, en "hafif.." tabirle "konvansiyonel sinema porno çekse nasıl olur??"dan öteye gitmeyen bir yapı karşılıyor bizi..

Öncelikle filmin seks bakış açısında ciddi sorunlar var: Son yıllarda sınırları iyice muğlaklaşan porno-erotizm ayrımını filmde de, üstelik son derece klişe şekliyle, görmek can sıkıyor: Hem de en feciisinden..
Porno ve erotizm ayrımı aslında uzun zamandır yok: Özellikle de son 10 yıldır çekilen porno sınırında dolaşan filmler Türkiye'de genel dağıtıma çıkamasa da, festivallerde bolca gösterilmekteler..
Sadece penis/vacayna göründü bu porno demekle ayrım yapılamayacağı için (sebebine geleceğim birazdan..) önceden bu ayrımı şu şekilde yapıyordum ben: Sevişme sahnesi grafikse, erotiktir: Sevişmede "gerçek.." bi birleşme oluyorsa pornodur.. (Geldim..) Zira, filmlerde kadın vücudu alabildiğine sergilenirken, penis gösterilmez/di: Çünkü sektör erkek egemen kodlarla işlemekteydi-
ki, hala batı cephesinde yeni bir şey yok..
Misal, aynı grafik sahne-gerçek sahne ayrımını şiddet filmlerine de uygulayabiliriz:
Hostel, Saw, A L'interieur, Frontiere/s gibi delice şiddet gösteren filmlerdeki sahneler de grafik: Şiddet gerçeğe dönüştüğündeyse, snuff oluyor-
ancak bu ayrım hala geçerliliğini koruyor..

Zack And Miri'de de, bu ayrımı en kaba-saba şekliyle görüyoruz: Film ekibindekiler dahi "öteki.."leştirilerek sevişmeleri duygusuz ve mekanik bir şekilde yapılıp, bu his seyirciye de geçiriliyor: Ancak Zack ve Miri'nin sevişmeleri öylesine "yoğun.." duygular barındırıyor ki, porno "olamıyor.." Ve bu ayrım, Otto Kernberg'in de makalelerinde sıkça yer verdiği noktaya götürüyor bizi: "Sevgi temelli aşk her türlü erotik unsurdan ayıklanmıştır ya da idealleştirilen değerli bireyler sözkonusu olduğunda erotizm hafif bir imayla geçiştirilir.. Genital cinsellik "bilinir..", ama ancak idealleştirilmiş kişilerin duygusal deneyimleri dışında hoş görülebilir.. Tipik olarak, aleni cinsellik konvansiyonel dramada değersiz, aşağılık ve saldırgan ilişkiler ya da "tuhaf.." insanlarla bağlantılıdır.."
Love Relations: Normality And Pathology..

Alıntının gayet güzel özetlediği gibi gördüğümüz tuhaf tiplemelerin mekanik seksiyle, aşıkların seksi aynı kefeye konulamaz.. İşte bu kasıtlı ayrım yüzünden film, her ne kadar Kevin Smithian ol/maya çalış../sa da, olamıyor-
star Wars göndermesi olağanüstü her zamanki gibi, ancak Kevin Smith'in de başarılı olduğu alan sadece buymuş gibi hissediyorum uzun zamandır-
clerks.'ü saymıyorum tabii..

neysse,, pornoyu hikayesine dahil etmekle zekice bir buluş yapan film, baştan aşağı öylesine bilindik şekilde ilerliyor ki, etkileyici olamıyor malesef..
Read more

Fight Club


David Fincher yönetmenliğindeki '99 yapımı Fight Club'ı birden fazla şekilde değerlendirmek mümkün..

Hikayesi kısaca şöyle: Anlatı çeşitli psikolojik destek gruplarının toplantılarına giden bir "turist..", ancak bununla birlikte insomniadan da mustarip, dahası kastrasyon endişesi duyan bir dissosiyatif.. Uyku problemini tam da çözmüşken, hayatına giren Marla, dünyasını adeta alt-üst ediyor: Ve her şey de bundan sonra başlıyor: Tyler’la "tanışan.." Anlatıcı’nın evinde bir patlama meydana geliyor, Tyler’ın izbe evine taşınıyor, Marla ve Tyler sorunlarıyla boğuşurken dövüş kulübünü kuruyor/lar bir yandan da.. Ve işler büyürken, Anlatıcı, önce dissosiyatif olduğunun farkına varıyor, sonrasında da bazı önlemler almaya çalışıyor, ama ne fayda..

Evet, zamanında kendine bolca hayran toplamış ve topladığı hayranlarını sürekli artıran Fight Club, bir fenomene dönüşmekte gecikmedi.. Başta da değindiğim gibi, birden fazla şekilde değerlendirilebilecek filmi, bir devrim öyküsü olarak görmek kadar, beri yandan "zararsız.." olarak nitelemek de pekala mümkün.. Görsel açıdan da oldukça oyuncaklı akan ve hikayesiyle adeta bütünleşen filmin asıl işleviyse toplumsal açıdan supap işlevi görmesi..

Biraz daha açalım: Hayatındaki tüm "amaç.."larından vazgeçip, o çok sevdiği mobilyalarını bile patlatan Anlatıcı, bastırdığı her şeyini içine boca ettiği Tyler aracılığıyla kendi gerçekliğini inşa ediyor.. Uzun bir süre bundan memnun olan Anlatıcı, bir zaman sonra işlerin kontrolden çıkmasıyla bundan vazgeçip, polise dahi gidiyor, Marla'yı korumak istiyor: Ancak Tyler hala ondan "bağımsız.." olduğu için başarısız oluyor, ta ki aralarındaki dinamiği çözene kadar.. Oyunun kurallarını öğrenen Anlatıcı, Tyler'dan kurtulup Marla'yla birlikte kendini feda ediyor.. Ve fakat -şimdilik, dissosiyatif kişilik bozukluğunu bir kenara bırakırsak, Tyler, daha çok reklam dünyasının kodlarıyla var olan ve oyununu buna göre oynayan bir karakter..
Reklamların en sık kullandığı temaların başında gelen "özgürlük.." mefhumunun ucunu Diesel "Be Stupid.." sloganıyla bir adım daha öteye taşısa da, reklamlarda kullanılan "özgürlük.."ün sözlük anlamına tekabül etmediğinin hepimiz farkındayız: Ancak sistemdeki (çok küçük..) çıkıntılıkların (göndermeli-oldu bu kısım..) ürün satışını artırdığının farkına varan kitsch dünyanın yaratıcıları bunu kullanırken ölçülü olmaya da olanca gayret ediyorlar.. Mevzuya geri döndüğümüzde Tyler'ın vaat ettiği özgürlük de bundan pek farklı değil açıkçası.. Mayhem'in eylemleri bu açıdan rahatlıkla değerlendirilebilir: Sıra son plana geldiğinde Anlatıcı'nın var gücüyle bunu engellemeye çalışması da bu yüzden: Reklamlardaki "özgürlük.." zımnidir ve hiçbir zaman da "gerçek.." bir özgürlüğü sunmazlar, Anlatıcı'ysa buna ulaşmak için yola çıkmasına rağmen, bilinçli bir şekilde karşı da çıkmaya da çalışıyor.. Ve orta-yolu bulan bir final izliyoruz..

Filmin tüketim kültürü üzerine söyleyecek pek çok sözü var, eh, bunların birçoğunun da hedeflerini bulduğunu söyleyebiliriz, adeta kendi müritlerini yaratan IKEA, Starbucks ve diğer kendi marka-toplumunu üretmeyi başarmış firmalar özelinden, iyi bir işe/kartvizite, tarz ve markalı kıyafetler giymekten, televizyona biat etmeye varıncağa değin pek çok "şey.." bu mesaj kaygısından nasibini alıyor: En büyük payıysa bankalar alıyor haliyle: Simgesel anlamda kapitalizmin simgesi olan gökdelenlerin yıkılmasıyla yeni bir "dünya geleceği.."nin bizi karşılayacağı aşikar-
filmdeki gibi flashback esprisi yapmak istedim bu noktada..
Da işte, film tüm bu meselesinin altını ne kadar dolduruyor?? Ya da şöyle soralım?? Bu film gerçekten bir devrim öyküsü mü, yoksa kopyanın-kopyasının-kopyası hayatlar yaşayan "uyuşuk.." bireyler için bir fantazma mı?? Hepimizin birer Anlatıcı olduğunun gayet farkında olan filmin üstündeki ironi sosu bence en çok Tyler'ın "beni yaratan sensin: Biraz sorumluluk al.." cümlesinde kendisini gösteriyor.. Çünkü bir noktadan sonra alter olan kontrolden çıkmaya başlıyor: Bastırılan tüm duygular (ki, eşcinsel okuması da var bunun daha..) vücut bulmaya başladığında, gerçekleştiğinde onu yaratanın bizzat kendisi korkmaya başlıyor: Kendisinden.. Ne yapacağını bildiği için önlemini alıyor, başlangıçta gayet memnun olduğu Mayhem eylemlerine silah karışınca korkuyor, ancak bir insan öldüğünde artık bir şeyler yapması gerektiğini fark ediyor.. Sancılı geçen kabullenme süreci, kendi kültünü inşa ediyor: Dövüş Kulübü'nü, ya da, "kabul edilebilir.." sınırlardaki sistem eleştirisini..

Dövüş Kulübü'nün ilk kuralının ondan bahsedilmemesi ama ne gam?? Bizzat Tyler franchising dağıtmaya, kendi ordusunu kurmaya başlıyor: Kurduğu ordunun gayet faşist bir yapılanmayı andırması vakit bulundukça didiklenebilir ancak, dövüş özelinden konuşabiliriz biraz: Karşımızda gayet homoerotik bir dünya var.. Anlatıcı'nın Tyler'la olan ilişkisinin barındırdığı örtük eşcinsellik de fazlasıyla tanıdık.. Tabii bir de kastrasyon konusu var: Kazınan saçlar, dökülen dişler gibi simgelerde izini sürmek mümkün olduğu.. Ve tabii gerçek bir erkek olma isteği (kendi inkarıyla birlikte..) de var..

Sonuç olarak etkili bir hikaye kuran film, tüketim kültürünün emniyet supaplarından birine dönüşüyor: Ya da şöyle diyelim: Herkesin Tyler'ı ve özyıkım öyküsü kendine..
Read more

Sizden Gelenler: (500) Days Of Summer


[Öncelikle uzun, upuzuun bir ara sonrası -yeniden, merhaba.. Okul, iş, sevgili yaratığıyla kavgalar, vizeler, projeler, tatiller derken ancak bugün, şu an müsait olabildim.. Tarkovsky filmografisine kısa bir ara vermekten bir şey olmaz sanırım..
*: Bir de gelen 56 mailden ilk 20sini yazacağım demiştim ancak, 56 mailden seçki yaptım, umarım bu da sorun olmaz..]

'09 yapımı Marc Webb imzalı (500) Days Of Summer, "ilginç.." bir film.. Bu kadar..

Hikayesi kısaca şöyle: Bir kızımız var, Summer, bir de esas oğlumuz: Tom.. Summer, aşka inanmayan, dahi zırvalık olarak gören bir ablamızken, Tom'sa hep o "doğru.." kişiyi beklemiş.. Summer'ın işe başlamasıyla tanışıp, kaynaşıyorlar, ancak aralarındaki "şey.."in adı kon/ul../madığından işler Tom için zorlaşmaya başlıyor.. Ve bir gün, Sid-Nancy metaforuyla ayrılıyorlar: Summer, başkasını bulup evlenirken, Tom bununla baş etmeye çalışıyor ve kişisel gelişimiyle birlikte yeni bir aşka yelken açıyor (mu??)

Evet: Bu filmi sevmedim ben, nedenlerine gelmeden önce öncelikle romantik-komediye biraz eğilmek lazım: Aynı şablonla üretilen Hollywood romantik-komedilerinden bayan bir kesim olduğu ortada, ki, böyle olduğu için Amelie el üstünde tutuluyor: Bununla birlikte Amerika'dan çıkan son dönem romantik-komedilerde iki eğilim karşımıza çıkıyor: İlki, klasik şablondan ayrılmayan (Gigli, ya da şöyle diyelim: Jennifer Lopez'i oynatmadan bir film çektiğinizde..) belli bir gişe garantisi olan romantik-komediler, diğeriyse daha "zeki.." olanlar: Bu eğilim aslında sadece romantik-komediyle sınırlı değil: Animasyondan, aksiyon filmlerine değin büyük stüdyo filmleri giderek daha çok zeki numaralar barındırıyorlar ve bu eğilim çok daha iyi olmasına rağmen, kendi "aynı.."lığını yaratmada gecikmedi..
Büyük stüdyoların bağımsız filmlerden devşirdiği bu anlayış daha ne kadar "trend.." olarak kalır, belli değil ancak, muhaliflerini de yaratmaya başladı çoktan: Stallone'nin '10 yılında The Expandables gibi bir film çekmesinin başka bir açıklaması olamaz zira..

neyse,, çok dağılmadan ana konumuza geri dönelim: (500) Days Of Summer'ın beni fena halde iten bir filme dönüşmesinde yukarıda kısaca değindiğim şeylerin çok büyük payı var: Daha açılış sahnesindeki nottan, final sahnesine kadar filmi izlerken içim şişti açıkçası.. Evet, gayet "orijinal.." dokunuşlar var senaryosunda, sıçramalı kurgunun gayet de eli yüzü düzgün bir örneği, müzikleri güzel, oyunculukları da başarılı (ancak hayır, Zooey'yden bahsetmiyorum burada..) ve fakat film öylesine mekanik ve öylesine hesapçı ki, yansıtmaya çalıştığı ruh hali hiçbir şekilde "gerçek.." görünmüyor desem, abartmış olmam herhalde..

X Kuşağı'nın son demlerinin ürünü karakterlerinin göndermeli-muhabbetleri evet "ilginç.." de, bu kadar: Ya da şöyle söyleyeyim, senaristleri de bu kuşaktan gelme olan bir filmin X-Kuşağı "gibi yapmak.."la, X Kuşağı "olmak.." arasında ciddi bir fark var: Filmdeki göndermelerin hikayeye ne gibi bir katkısı olduğunu hala çözememem de bu yüzden sanırım..

Kısa ve öz sahnelerle hızlı bir şekilde "akan.." filmi izlerken, tam da bu sebeple sıkılmıyorsunuz, ancak Tom'un istifa etmeden önceki (sosyal mesaj da verelim anlayışından kaynaklanan..) berbat tiratında olduğu gibi, bazı sahneleri fazlasıyla zorlama bulmak da olası: IKEA "setinde.." olanlar, tipik bir reklam sekansından hiçbir farkı olmayan (sorsan müzikal der..) Tom'un seks-sonrası-özgüven-patlaması-yaşayan-erkek tripleri var.. Ancak en kötüsü de dış-ses: Bildiğin Amelie taklidi..

Fazla mekanik buldum evet bu filmi: "Suç.." benim mi, yoksa son dönemde iyi bir çizgi yakalayan FoxSearchlight'ın bunu sürdürmek için fazla kasması mı bilemedim..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.