'10 yapımı Rob Epstein ve Jeffrey Friedman filmi Howl, Allen Ginsberg ve onu bir şekilde meşhur yapan yargılanma süreci hakkında..
Film gayet belgesel: Ancak enfes animasyonlara sahip-
ki, asıl izleme sebebim buydu.. Ginsberg, '55 yılında Howl'u ilk kez okur, ardından kitap çıkar ve fakat kitabın yayımcısı hakkında dava açılır: '57 yılında sonuç çıkar.. Beat Generation'ın manifestolarından kabul edilen şiir hakkında herhangi bir yorum yapmayayım, zira şiire tahammül edemediğimi bilen bilir..
Eşcinselliğin "hastalık" olarak görüldüğü dönemde iki kez bu yüzden tedavi gören Ginsberg'ün meseleye yaklaşımını sorgulayacak değilim, bana düşmez de, çelişik bir durum olduğunu belirtmem gerekiyor.. Bununla birlikte Howl özelinde o zamanlarda böylesi bir söylemle ortaya çıkmayı da cesur bulmadığımı belirtmeliyim: Belki Amerika'nın içinde bulunduğu dönemin kendi bağlamı içinde düşünüldüğünde cesur gibi görünebilir, ancak dünya edebiyatı düşünüldüğünde "yeni" bir şey değil: Mesele de buradan filizleniyor zaten: Avrupa'da yayımlansa herhangi bir soruşturmaya uğramayacak şiirin, Amerika'da yılın olayına dönüşmesinin altında sistemin rolünü konuşmalıyız: Bir de benzer olayların başka ülkelerdeki (diyelim bir Türkiye) benzerliğine..
Bununla birlikte, filmin asıl derdini şiir ve Ginsberg'den koparıp çok daha kapsayıcı bir alana taşımak mümkün-
ki, öyle yapıyorum: Sansür.. Sansür hep vardı ve muhtemelen de hep var olacak: Çünkü her zaman saçma sapan nedenleri meşruiyet zeminine oturtma konusunda gayretkeş olanların çabalarını ciddiye alanlar çıkıyor: Bu kişilerin sebepleri çok çeşitli olabilir, ancak işi yasaklamaya götürebiliyor olmalarının, dahası bunu başarabilmelerinin yol açtığı durumlar zaman zaman geri dönülemez oluyor: Türkiye'de sürekli Demokles kılıcı gibi insanların üzerinde sallanan bu anlayış ne kadar çorak bir "sanat" ortamına sahip olduğumuzu açıklıyor.. Okuyucu/izleyici/dinleyici için sürekli sansürle iç içe olmanın etkisi ne kadar yıpratıcıysa, eser sahibi için çok daha korkunç etkilere yol açabiliyor.. Konu derin..
Allen Ginsberg'se hayat hikayesini anlatırken son derece rahat: Aslına bakarsanız son derece yapay duruyor-
bunda kendisini canlandıran James Franco faktörüne sonra geleceğim..
Şairliğin o kendine has havasını sindirip semirmiş bir vaziyette ortalığa saçtığı ahkamları dinlerken, sansüre karşı bir tavrı olan insandan ziyade, tipik Amerikalı bir yaklaşım buluyorum: "Nasıl kısa yoldan ünlü olurum??" Dönem düşünüldüğünde (gerçi hala değişen bir şey yok) tek derdi "keşfedilmek" olan yığına ait bir parça: Amacına da ulaşmış belli ki..
Filmin "sanatçı"ya bakışı da son derece karikatürize yalnız: Fransız şapkalar, kalın çerçeveli, büyük gözlükler ve sürekli sigara içen "Avrupai" tipler filmde cirit atmakta, ki artık beni bayıyor bu yaklaşım.. James Franco'nun sakallarının yeterince sık olmayışının takma-sakal ve bıyıkla kamufle edildiğini fark ettiğim ilk anda (ki filmin hemen başlarına tekabül ediyor) filmden uzaklaşıyorum..
En iyisi hiçbir şey düşünmeden filmdeki animasyonların keyfini çıkarmak: Querelle'e gönderme yapılan sahneyse filmin zirvesi..

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder