The King's Speech


Tom Hooper'ın '10 yapımı filmi The King's Speech, Akademi'nin çokça sevdiği türden bir dönem filmi.. Beniyse Colin Firth ve Geoffrey Rush'ın oyunculukları dışında pek tatmin etmedi.. Hatta filmle ilgili en güzel anım da en iyi film adaylarıyla ilgili hazırlanan Oscar skecinde Anne Hathaway'in söylediği "mikrofonlar küçülecek.." tespitiydi..

Film, oldukça dramatik bir şekilde başlıyor, geleceğin kralı olacak VI. George Wimbledon'da konuşma yaparken kekelemeye başlayınca ona dair umutlar sönüyor.. Kekemeliğinden kurtulmak isteyen Bertie, bu konuda tedaviler denese de başarıya ulaşamıyor, ta ki Lionel'la karşılaşana kadar: Birlikte zorlu bir sürece giren ikili çalışıyor, çalıştıkça George'un travmaları ortaya çıkıyor, babası ölüyor, kardeşi kral oluyor ve tahttan iniyor; kral olma sırası George'a geldiğinde Hitler iyice zıvanadan çıkıyor ve George, ilk radyo konuşmasını yapıyor..

Film her ne kadar biyografik bir dönem filmi olsa da, aslında çokça örneğini gördüğümüz bir "zorlukları yenerek başarıya ulaşma öyküsü.." Yakın dönemden My Left Foot'tan Billy Elliot'a, Million Dollar Baby'den Slumdog Millionaire'e kadar (ve şimdi saymaya üşendiğim..) bir sürü filmde işlenen bu temada ilerleyen filmin ne gibi bir farkı olduğunu birazdan açacağım ancak, Akademi'nin bur tür bireysel başarı hikayelerine karşı olan zaafı düşünüldüğünde filmin en iyi film ödülünü alması şaşırtmıyor..

Film tematik olarak saydığım diğer filmlerle aynı şablon üzerinde yükselse de, bir "kral.."ı konu etmesiyle tartıştığı ve söylemeye çalıştığı şeyler de var.. Öncelikle her ne kadar kardeş travması olarak gösterse de, alttan alta kraliyet ailesine dair eleştirileri de var: Yoğun baskı ve disiplin, eğitim, beri yandan başpiskoposun temsil ettiği katı dini kurallar, gelenekselcilik derken Bertie, adeta mengeneye sıkışmış bir profil çiziyor.. Üstüne bir de "özrü.."nü eklediğimizde Kral olma durumu istenmeyen bir şeye dönüşebiliyor.. İçinde büyük bir öfke taşıyan ezilmiş kralın sinirliyken teklememesi de dramatizasyon açısından işlevini yerine getiriyor..

Aslında filmin bir diğer ayağı da temsil üzerinde yükseliyor.. Konuşurken zorlanan bir kralın karşısında retoriği kuvvetli bir Hitler'in yerleştirilmesi boşuna değil.. Temsil sorununa eğilişiyle film, sosyolojik çıkarımlardan ziyade, (aslında pek de takipçisi olmak istemediğim..) "kitle psikolojisi.." üzerine bir şeyler söylemeye çalışıyor.. Açıkça gördüğümüz bir durum var ortada: Kral tüm İngiltere'nin süperegosu.. Ona yansıtılan "ideal.." kavramı geçiştirilebilecek bir şey değil, yaptığı/yapacağı "hata.."lar, kitlenin kendi süperegosunu zedeleyecek: Kekemelik ya da başka fiziksel/mental deformasyonların böylesi bir etkiye sahip olması/-abilmesi de bu yüzden.. Hitler'in neyi amaçladığının bir önemi yok burada: Kendi kitlesinin süperegosunu temsil ederken, onlara doyum da veriyor çünkü..

Kitlenin süperegosu: Önemli olanın bunu tatmin etmek, hangi durumda olunduğunun bir önemi yok ve bence filmin "asıl.." kurbanı tam da bu yüzden Bertie değil, diğer kardeş David: Ancak kitleler kaybedenlerle değil, kazananlarla ilgilendiği için kendisini kimse önemsemiyor..


1 yorum:

Alchemist dedi ki...

güzel bir kritik olmuş.

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.