Steven Spielberg'ün '11 yapımı (bir diğer) filmi War Horse, naifliğiyle belli bir kesimi mutlu edebilecek potansiyele sahip olsa da, beni ciddi anlamda sıkıntıdan patlatan filmlerden biri oldu.. Sözkonusu Spielberg olunca filmin her bir anının ne denli "muhteşem" görüneceğini bildiğimden, işin teknik kısmına girmeyeceğim.. Ancak, bu filmde de, tıpkı Tintin'de (ve bence A.I.'den beri diğer filmlerinde) olduğu gibi teknik/estetik olarak kusursuz bir iş çıkarırken, sıkıcılıktan da kurtulamıyor..
Birinci Dünya Savaşı öncesinde başlayan filmde, Joey adlı atın savaşla birlikte oradan oraya savrulan yolculuğunu izlerken, çeşitli kesitler de izliyoruz.. Beni en çok etkileyeni iki at arasındaki dostluktu, fazlası değil.. O aralara serpiştirilmiş, tek cümlelik hayatları olan onca kişiyi araya sıkıştırmak da ne yazık ki filmin temposunu fazlasıyla düşürüyor.. O düşmandan, bu düşmana hizmet eden, iki düşmanın da arasında kalan Joey, sonunda evine dönebiliyor dönmesine de, bu bize 2.5 saat kaybettiriyor.. Oysa, eminim ki filmin başlangıcındaki ailenin at aldıktan sonraki hayatına savaşı sokmadan da gayet "küçük" ama "etkili" bir film çıkabilirdi-
tabii o zaman Oscar'a aday olamazdınız, sori..
Filmin savaşa bir atın gözünden bakıyor oluşu filme duygusal açıdan uygun bir alan açıyor açmasına, ancak yeterli olmuyor ne yazık ki: Çünkü o şahane dikenli tel sahnesine gelinceye değin film, Joey gibi "tarafsız" kalamıyor ne yazık ki: Albert'a atını geri getireceğini belirten, cepheden mektup yazan İngiliz subayın karşısında, güçten kesilen atı vuran bir Alman subay koyan filmin hesapçılığı, gerçeküstü bir ton kazanıyor.. Bunları yaptıktan sonra iki düşman askerin Joey için seferber olmasını, tokalaştırmalarını göstermek de maalesef sizi hayvansever (artık hangi uygun sıfatı almak istiyorsanız..) yapmaya yetmiyor..
Emily Watson süper, özlemişiz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder