The Fountain


Aronofsky'nin üçüncü uzun metraj filmi The Fountain müthiş bi stile sahip olsa da, öylesine berbat bi film.. Bu berbatlığın sebebine gelmeden önce filmin çokça sorunlu geçen yapım süreci -ve tabii ki sonrasından, bahsetmek lazım..

Requiem For A Dream'den sonraki projesini "hayatının filmi.." olarak tanımlayan Aronofsky, projede Cate Blanchett ve Brad Pitt'e rol vermeyi istemesine, hatta Brad Pitt'in rolü kabul etmesine, 70 milyonluk bütçeyle yola çıkılmasına ve film için setlerin hazırlanmasına rağmen, Brad'in projeden çekilmesinin ardından, hazırlanan setler de çöpü boylamış haliyle.. Sonrasındaysa Russell Crowe düşünülmüş Brad yerine ve fakat, kendisi başka bi filmle meşgul olduğu için teklifi kabul edemeyince, Aronofsky projeyi ertelemeye karar veriyor: Ve fakat kafasında sürekli bu proje olan, hatta Batman serisinin yönetmenlik teklifini dahi geri çeviren abimiz, bütçesiz bi şekilde işe yeniden koyuluyor.. Warner Kardeşler projeye bu defa 35 milyonluk bütçe ayırmayı kabul edince Hugh Jackman'la anlaşılıyor ve fakat film de blue-box önünde çekilmeye başlanıyor.. Beklentiler en üst seviyeye çıkmışken (dile kolay 6 yıllık bi süreçten bahsediyoruz..), sadece Amerika'da 1472 salonda gösterime çıkan film tam anlamıyla "batıyor.."

Venedik'teki ilk gösteriminde yuhalandığı sır diil filmin: Hemen ardından "A Space Odyssey.." paralelliği kurulmasına rağmen ("eö, o da en başta anlaşılamamıştı ve fakat sonradan iade-i itibar edildi.."), film bütçesinin yarısını bile gişeden kaldıramayınca Aronofsky de sessizliğe bürünüyor haliyle-
bu bakımdan -şimdilik, son filmi oldukça manidar..

Filminse temel sorunu, konusu: Hepsi aynı kapıya çıkan tek bi söylemini, öylesine sakız gibi uzatıyor, leitmotiflerle seyircinin gözüne sokuyor, aynı şeyi farklı mizansenlerle onlarca defa ortaya koyuyor ki, tüm bu sıkıcı (ve fecii grotesk..) hali, bi noktadan sonra gülünç olmaya başlıyor.. Hikayeyi lineer olarak özetlersek mevzu şu:
Bi adam var, doktor.. Karısıysa beyninde tümör olan ve "The Fountain.." adlı kitabını bitirmeye kasan bi ablamız.. Ne var ki, eşinin durumu giderek kötüleşiyor ve tam da çözümü bulmuşken eşini kaybeden abimiz ne yapacağını bilemiyor.. Ana hikaye bu olmasına rağmen, iki yan hikaye daha var-
ki, bu iki hikaye birbirini tamaml/amaya çalış../ıyor..
Ablamızın yazdığı The Fountain 16. yyda geçiyor: İspanya kraliçesi oldukça zor durumda, zira Inquisitor Silecio kraliçeyi öldürmek istiyor: Kraliçe de emrindeki bi askeri bi Maya tapınağını bulmak için görevlendiriyor: Bu Maya tapınağındaysa Hayat Ağacı var: Ki, "ölümsüzlük bu hayatın usaresinde gizli.." Adam, uğraşa uğraşa tapınağı buluyor ve fakat tapınak koruyucusu onu yaralıyor: Bu noktada ablamız yazmayı bırakıp, eşinin kitabı "bitir.."mesini istiyor-
filmin-sevicileri neden bitiri tırnak içinde yazdığımı anlamışlardır herhalde :))

Ve fakat, adamımız korkuyor: Neden korktuğuna gelince: Ölüm.. İşte bu noktada da diğer yan hikaye karşımıza çıkıyor: 2500'te bi uzay yolcusu da bi nebulanın içine yolculuk ediyor: Yanında da ölmeye yüz tutmuş bi ağaç var: Ve fakat nooluyor, 1500lü yıllarla 2500lü yıllar kesişiyor ve adamımız ölmeyi "kabulleniyor..", niyçün: Sevdiğini yaşatmak için..

Bu kadar: Açıkçası filmin mistisizme böylesine referanslar vermesi ii hoş da, tüm bu çaba hakkaten sonuçsuz kalıyor: Filmin metinsel/görsel düzleminin sanki çok giriftmişçesine sürekli kendini tekrar etmesi öylesine boş ki, insan ne dese bilemiyor sahiden.. Bi noktadan sonra yönetmene "bitir.." diyesi geliyor insanın-
en azından benim..

Yanisi: Çok fazla şey söylüyormuş gibi yapabilmesini görselliğine borçlu olan film, ne yazık ki aslında hiçbişii söylemiyor..

11 yorum:

Adsız dedi ki...

2 saatte ölümü kabullenmeyi anlatabilmek bence çok şey anlatmaktır. alan ball six feet under'da senelerce uğraştı :)

aronofsky dahidir, sadece bu filmle. hatta yeni tarkovski diyip kaçıyorum. (odunları görür gibi oldum)

yucitek dedi ki...

tarkovski?? odun bile yetmez bu lafa karşı :P

Adsız dedi ki...

böyle bir yorum ancak bu filmden nasibini almamış,basit bir hayatı olan basit bir kişiden gelir.git çizgi film seyret dedirten bir yorumdur.

yucitek dedi ki...

sözlükte diiliz yahu, tanım yapmanıza gerek yok :))

Adsız dedi ki...

arkadaşım filmi nerenle izledin dedirten film eleştirisi.

eheh yok len bok gibi filmdi hakaten

Adsız dedi ki...

"Bi adam var, doktor.", "kitabını bitirmeye kasan bi ablamız." ciddi olmazsın. tamam sıkıldın izlerken ama kötülemek için bu kadar zorlama istersen.

Adsız dedi ki...

"Ve fakat" ı çok kullanman ve yine "grotesk" i gözümüzün içini sokman yazının kalitesini düşürüyor. Bu kelimeler çok fazla şey söylüyormuş gibi görünmesine karşın, ne yazık ki aslında hiçbiş'ii' söylemiyor

Revangelis dedi ki...

Ölüm ve ötesi, mistisizm, sembolizmi filan geçtim de; aşk, bağlılık, sadakat hakkında da zerrece fikri olmayan birinin yorumuna benziyor. Ota b.ka taksim koymak da daha fazla anlam ihtiva etmesini sağlamıyor yazdıklarınızın.

Adsız dedi ki...

Bu filmin hiç bir şey söylemediğini idda edebilmek için sinirleri alınıp dövülmüş bi parça etten farksız olmak gerekiyor sanırım :)

İlkin (buna hastayım zaten) "aynı şeyi farklı mizansenlerle onlarca defa ortaya koyuyor" dedikten sonra "hangi şey?" sorusunu havada bırakmak, zaten yapılan eleştirinin kofluğunu ortaya koyuyor.. ve eleştirenin filmden hiç bir şey anlamadığını da tabi :)

Kaldı ki, bir şeyi olabildiğince iyi anlatmak neden nazarınızda kıymetlendirilmiyor bunun da bir cevabı yok :)

Daldan dala atlayıp, amiyane tabirle "kafa siken" onlarca kasıntı filme karşın, aşk, ölüm, bağlılık benzeri insancıl kavramları konu edinen tek bir filmi biz sinema severlere çok görmeyin lütfen :)

Adsız dedi ki...

Aynı hüznü defalarca yaşarsın zaten.Bu kase içerisindeki bir çorba bile olabilir kase yalpalandıkça döken bir çorba.

burçak dedi ki...

bol ağdalı, ağlamaklı, 'damardan' bir film, nasıl sevilmez...

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.