Celda 211


[Bu sene festivalde anne ve sevgilinin "isteği.."yle izlediğim bi filmdi Celda 211: Pek yakın bulmamıştım açıklamasını okuyunca filan.. Da, işte neysse,, bi şekilde yerimizi almış olduk salonda haliyle-
bu giriş kısmı anneye itlaf edildi..]

Celda 211, hani nasıl derler, suyun/sabunun içinde olmasına rağmen, bi şekilde suya ve sabuna dokunmamayı beceriyor/-ebiliyor.. Bunu nasıl "başarabildiği.."ne gelmeden, hikayesini şeyediym..

Juan, gardiyan olarak bi hapishanede işe başlayacak biri, birisi: Ve fakat, sorumluluk sahibi olduğunu göstermek için işe bi gün önceden gidip, neler olup bittiğine bakıyor.. "Tam.." da "bu.." sırada binanın tavanından bişii düşüyor ve Juan yaralanıyor.. Juan'ı 211 numaralı hücreye götüren gardiyanlar onu orada bırakmak zorunda kalıyorlar zira, Malamadre'nin öncülüğünde hapishanede bi isyan çıkıyor.. Uyanan Juan, kendisini mahkum olarak tanıtıyor ve kısa sürede Malamadre'nin gözüne giriyor.. Ancak, mahkumların istediğini vermeye pek de yanaşmayan devlet görevlileri sebebiyle isyanın etkileri giderek büyüyor ve Bask "terörist.."lerinden biri, birisinin kulağını ne kadar ciddi olduklarını göstermek için kesiyor Juan.. Altı aylık hamile eşiyse dışarıdaki arbedede yaralanıyor, dahası hayatını kaybediyor.. Kaybedecek hiçbişiiyi kalmayan Juan, taraf değiştiriyor.. Ve film, umutsuz bi finalle bitiyor-
bitmeden önce, The Lord Of The Rings: Fellowship Of The Ring'de Frodo'nun Bilbo'nun terk ettiği Tek Yüzük'ü yerden aldığı sahnenin handiyse aynısını burada da görüyoruz-
bu noktada filmden kopuyorum ben..

Öhm, film, aslında gayet "zararsız.." Francisco Perez Gandul'un yazdığı romanını okumadım, belki o çok daha ayrıntılıdır ve fakat, filmin tavrını anarşist bulabilmek için ciddi bi efor sarf etmek gerekiyor: Olsa olsa bi "kaybeden.."in hikayesi bu film: Fazlası diil..
Adım adım gidelim: Film, özdeşleşmeyi "masum.." bi karakter üzerinden kuruyor..
Dahası, onun "dönüşüm.."ünü aşkını/karısını/çocuunu kaybetmesiyle açıklıyor: Başlarda kendini korumaya çalışan Juan, eğer karısı ölmeseydi orada tecrite hayır demezdi..
Filmde ETA sadece bi ayrıntı olarak işleniyor: Eet, o üç "terörist.."in (ki, filmin burada resmi-söylemi tekrarlaması da tartışmaya açılabilir bence..) kendisinden bile "önemli.." olduğunu anlayan Juan, onlardan bi tanesinin kulağını kesebiliyor ve ETA üyelerinin youn olduğu hapishanelerde başka ölümler de meydana geliyor, ancak film bu konuda öylesine "aman bi laf etmeyelim.." (apolitically correct gibi bişii diyesim var hatta tanımlamak için..) tavrına sahip ki, ağızda hiçbi tat bırakmıyor..
İşte bu üç şey bi araya geldiğinde filmden uzaklaştığımı, hatta aramızdaki mesafenin kapanmayacağını fark ettim.. Ama nedir, stili süferdir, "ciddi.." bi aksiyon filmidir, hepsi de budur-
ya da ben çok şey beklemişimdir..

*: Filmin açılış sahnesindeki intihar sahnesi antolojilere girsin.. Olağanüstü..
**: Bu yazıyı Tool - Parabola ve Tool - Schism eşliğinde yazdım..
Read more

A Single Man


"Hayatımda ilk kez geleceğimi göremiyorum: Her gün belirsizlik içinde geçiyor, ama karar verdim bugün farklı olacak.." diyor George.. İntihar edecek..

Kısa bi hikayesi: Profesör George, sevgilisinin ölümünden sonra yıkılmış durumda.. Sevgilisinin ölümünden ailesi onu haberdar etmiyor, dahası cenaze törenine dahi katılmasını "aile içinde.." olacağı gerekçesiyle istemiyorlar.. Film, George'un intihar etmeye karar verdiği günü anlatıyor sadece: Flashbacklerle geçmişi öğreniyoruz.. George tüm hazırlıklarını yapıyor..

Film, anlatım tekniklerini olağanüstü güzel kullanıyor, George'un ruh halindeki değişimleri renklerin soluk ya da canlı olmasından, ses bandına eşlik eden kalp atışlarından anlayabiliyoruz.. Hatta öyle ki, kendini dışarıya kapamış bu adamın genellikle ifadesiz yüzünü düşündüğümüzde bu tercihlerin yerinde olduğunu da söylemem gerekiyor..
Görsel ve işitsel anlamda seyircisini fena halde doyuran bi film ayrıca, fecii bi titizlik akıyor filmin her yerinden: Oyuncu seçiminden, bahçedeki portakal ağaçlarına kadar-
ki, hastası oldum..

Film, varoluş kaygılarına eğilmeden "Yaşlı Adam.." George'un hayatının aşkını kaybedişinin travması/hüznüne odaklanıyor gibi görünse de, aslında George'un içindeki boşluğa odaklanıyor-
yaşam nedeni diyebiliriz..
Gördüğü kabus bu açıdan çok manidar: Kendini denizde boğulurken gören George, sevgilisini ölmüş bi halde görüyor ve ona bi öpücük veriyor.. Yanında olamamanın (dahi olayı engelleyememenin..) yarattığı stres bi yana, kendisini denizde boğulurken görmesinin psikolojideki karşılığı narsisistik yaralanmayı, daha da genellersek ego problemlerini imliyor..

Kendisinin intihar etmek istememesi de bu açıdan oldukça önemli: Filmin, George'un intihar etme girişimlerini (Harold And Maude'u da akla getiriyor tabii bu sahneler..) slapstick bi halde "sulandırması.." da, George'un psikolojisinin dışavurumu.. İçindeki kronik boşluk/kaygının işaretçisi olduğu narsisistik yaralanmanın sebebi ihtiyaçları.. Bu ihtiyaçları genel olarak sevme/sevilme düzleminde ele almanın kolaycı bi yanı olduğu da muhakkak ve fakat film, bu konuda yeterli done vermiyor bize: O yüzden ben de sevme/sevilme düzleminde ele alacağım: George bu ihtiyaçlarını -en azından şimdilik, karşılayamayacağının farkında olduğu için kendini kötü hissediyor: Freud Inhibitions, Symptoms And Anxiety'de içgüdüsel ihtiyaçların karşılanmadığı zamanlarda yaşanan çaresizliğin kaygıya sebep olduğunu söyler-
boğulma/ölme korkusu..
Dahası, bu ihtiyaçların karşılanmayacağının farkında olan bünye de, s/avunma mekanizmalarını, özellikle de bastırmayı devreye sokar, der..

Hakkaten bu seneki İstanbul Film Festivali'nde oldukça güzel filmler izledim.. A Single Man de onlardan biri, birisi.. Colin Firth ve Julianne Moore ikilisi de süfer..
Read more

The Limits Of Control


Jarmusch'un en sevdiğim filmlerinden biri, birisi oldu The Limits Of Control.. Bunun sebebi yaptığı göndermeler tabii ki, Jarmusch göndermeden göndermeye koşarken insanın içi eriyor.. Ayrıca bilim, sanat konusundaki tavrı..

Filmin hikayesi aslında tek cümlelik: Öldürmek için "çalışan.." biri, birisi aldığı direktiflerle bunu başarır.. Bu kadar..
Ve fakat Jarmusch bunu öylesine güzel anlatıyor ki, müthiş bi oyuncu kadrosu ve Christopher Doyle'un kurduğu olağanüstü görsel yapı ve tabii ki olağanüstü soundtrack bi araya geldiğinde izlemesi orgazma eşdeğer bişiiye dönüşüyor The Limits Of Control..

Aslında bu suç hikayesi de bi metafor: Jarmusch'un derdi neo-noir çekmek diil-
hayalgücü ve algı: Ki, bu da "sinema.." deyince akla gelen ilk şeylerden..
Daha ilk sahnede Lone Man, konuştuğu ilk kişiden "hayal gücünü ve yeteneklerini kullan.." "direktif.."ini alıyor.. Bu, giriş biletimiz: Bundan sonra gördüklerimizin "gerçek.."in kendisi ya da "hayal gücü.."nün ürünü olmasının hiçbi önemi yok-
ki, final de hayal gücünün kullanılmasıyla gerçekleşiyor..
Hatta American'ın ölmeden önce çektiği brif de, onun "neden.." seçildiğini de açıklıyor: Gerçek dünyayla hayal dünyası arasına kesin çizgiler çekip, dahası hayal gücünü (bunun ucu nereye çıkıyor bi düşünün..) "boş.." buluyor..
Bu noktada, ölüm için direktif verenlerle, Lone Man'in arasında bi çizgi var: "Ben kimseyle diilim.." diyor Lone Man, biz/onlar ayrımı yapan kişiye.. Filmi sanat üzerine bi tez filmi olarak düşünürsek (bu belki biraz zorlama gelebilir..) düşünür/okursak, Lone Man'in seyirciyi, ölüm için direktifler verenlerin sanatçılar (bu konuya gelicem..) olduğunu düşünürsek, beyaz evdeki American ve korumalarının da (kapital..) sistemi sembolize ettiğini söyleyebiliriz: Eet, Jarmusch'un belki "hayal gücünü ve yeteneklerini kullan.."masını bilen/seyircilerden çeşitli beklentileri yok belki ve fakat, "bağımsız.." kişiliği/kariyeri düşünüldüğünde en azından kendi manifestosunu ortaya koyuyor demek çok da yanlış olmuyor bana göre..

Sanatçı mevzuu: Jarmusch'un özellikle Blonde ve Guitar aracılığıyla geçmişe yaktığı ağıt da bu noktada anlam kazanıyor: Kaldı ki Lone Man'in de ateşli silah kullanmaması (ki, aynı konsepte sahip Machete gelecek Rodriguez'den..) gibi öğeler de manidar.. Blonde, Hitchcock ve Welles filmlerine direkt, Tarkovsky'nin Stalker'ına dolaylı göndermelerde bulunuyor, Guitar'sa Kaurismaki'ye üstü kapalı atıf yaparken, yeni-nesil-bohemlerle eski nesilleri kıyaslarken kırıcı bi ton kazanabiliyor.. Ve Rita, aynen adını andığı "The Lady From Shanghai"deki gibi ölüyor-
"ihtiyarlara yer yok??"-
eet, abarttım, farkındayım..

Olağanüstü bi güzellik bu film..
Read more

Madeo


Joon-ho Bong'un '09 yapımı filmi Madeo, festivalde izlediğim en güzel filmlerden biri, birisi (daha..) oldu: Zira, öylesine usta işi bi film ki, her karesiyle büyülemeyi başarıyor..

Hikayesi şu şekilde: Aktar dükkanı olan ve kayıt-dışı akupunktur yapan "Ana.."nın Do-joon adında oldukça naif bi oğlu var: Açılış jeneriğinin hemen akabinde çocuua araba çarpıyor (Mercedes..) ve olaylar öylesine sarpa sarıyor ki, Do-joon kendisini cinayet sebebiyle hapiste buluyor.. Aynı kasabada yaşayan Ah-jung'sa, yaşlı ninesine bakan bi kız: Paraları olmadığı için fahişelik yapıyor: Erkeklerden nefret eden Ah-jung, kendisiyle birlikte olan erkeklerin fotoğraflarını çekiyor.. Ah-jung cinayeti Do-joon'un "üstüne kalınca.." Ana da, haliyle "gerçek.." suçluyu arıyor: Ve kim olduğunu öğrendiğinde kendisi de cinayet işliyor..

Film-noir köklerinden filizlenmiş haliyle Madeo, hakkaten kusursuz bi film: Öncelikle ana-oğul ilişkisinden başlayalım: Kocasına ne olduğunu bilemediğimiz Ana, yokluk ve çaresizlikle oğlu henüz 5 yaşındayken ona ilaç içirip, sonra da kendisi içip intihar etme girişiminde bulunmuş.. Oğlunun bunu hatırlamadığını düşünen Ana, görüşme esnasında bunu duyduğunda "sinir krizinin eşiğindeki kadınlar.."dan biri, birisine dönüşüyor: Umutsuzca kendini "aklamaya.." çalışan Ana, bunu başaramıyor-
akupunktur önerisi bile işe yaramıyor..
Sonrasında oğluyla yaşayan Ana (muhtemelen geçmişteki o travmanın etkisiyle..) oğlunun üzerine çok daha fazla düşmeye başlıyor: Hatta onunla birlikte uyuyor-
birlikte uyuduklarını gördüğümüz ilk sahnede, Do-joon Ana'nın memesini "tutuyor..": Bi benzerini La Pianiste'te gördüğümüz bu sahne, La Pianiste'kiyle benzer bi şekilde işliyor: Erotik okumalara pek de müsait olmayan bu sahne/ler, kontrolcü ve kısmen sadist "kötü-anne.."nin içinden "ii-anne.."yi bulmak isteyen çocukların dokunuşlarını akla getiriyor-
bölme/splitting, olayına boşuna gelmedik tabii: Bazı psikolojik "rahatsızlık.."ların sebebinin birincil sevgi nesnesi anne olduğu ortada bişii: İki karakter (Erika ve Do-joon..) farklı uçlara savrulmuş gibi görünseler de, "bu.." halde olmalarının sebepleri de -yine, anneleri..

Ve film twistle seyirciye gerçeği söylerken, Ana, buna inanmıyor: İnanmak istememek diil durumu: "Gerçek.."liği reddediyor: Ki, bu da -yine, bpdlerin psikotik gerilemelerinden bi tanesi Çünkü tek sevgi nesnesi oğlunu öylesine (ilkel..) idealleştirmiş durumda ki, bu "ii oğul.." ve "cinayet işleyen oğul.." imgeleri, zihninde aynı anda bulunamaz.. Bulunmamalı: Çünkü ikisi aynı anda yan yana gelirlerse bu defa kendisi çözülecek.. Bunu engellemeli..
Hakkaten de mükemmel çizilmiş bi portre Ana..

Filmin bürokrasi taşlaması da fecii şekilde yerini buluyor.. Joon-ho Bong giderek ilahlaşıyor bu yüzden gözümüzde..

Olağanüstü bi film Madeo, her şeyiyle: Ama en çok da yarattığı karakter ve Hye-ja Kim'in mükemmel performansı sebebiyle..
Read more

Kuki Ningyo


"Elleri soğuk olanların sıcak bi kalbi vardır.."
Filmin bi yerinde böyle söylüyor yaşlı bi amca Nozomi'ye: Bu, filmin taglineı olsun istedim..

Kuki Ningyo, benim gibi kısmen odun bünyeleri bile etkileyebilecek bi naifliğe sahip: Öylesine naif ki, ölüm anı bile olağanüstü güzel geliyor..

Kendisiyle aynı adı taşıyan mangadan uyarlanan filmin kısaca hikayesi şu: Hideo'nun Nozomi adını verdiği bi şişme bebeği var.. Nozomi bi sabah kalbiyle uyanıyor ve hayata atılıyor.. Yolda giderken ona elini uzatan küçük kız çocuunun elini tuttuğunda kız, elini "soğuk.." diye bırakıyor.. Bi film kiralama dükkanında çalışmaya başlayan Nozomi, dükkandaki Junichi'ye aşık oluyor.. Geceleriyse Hiedo'nun seksüel arzularını ikame ediyor.. Junichi'yle yakınlaşan Nozomi, gölgesinin farklı oluşundan, acıkmamasından, doğum gününün olmayışından üzülse de, Junichi'yle mutlu oluyor.. Derken bi gün yılbaşı süslerini yerleştirirken "patlıyor.." Nozomi ve Junichi "Uyuyan Güzel.."i uyandırıyor yeniden-
ki, olağanüstü bi sahne, her şeyiyle..

Hideo'dan giderek uzaklaşan Nozomi, Hideo'nun bi akşam başka bi ikame nesnesi aldığını görünce ortaya çıkıyor ve evi terk ediyor-
"eski sevgilinin adı, değil mi??"
Junichi'yle bi araya gelen Nozomi, ona ne isterse yapabileceğini söylüyor-
"aynıyız.."
Junichi ona nasıl hayat veriyorsa, o da Junichi'ye hayat vermek isterken, onun ölümüne sebep oluyor.. Ve Junichi'yi diğer eski şişme bebeklerin gideceği yere gitmesi için çöpe atıyor.. Kendisi de yavaş yavaş ölüyor..
Ama bu ölüm, başkasının kalbini bulmasını sağlıyor: Apartmanın hikikomorik kadınının..

Kuki Ningyo, hakkaten çok ama çok temiz bi iş: Tabii ki, bunda en büyük pay bi şişme bebeğe hayat veren Bae Doona'ya ait..
Filmin insanların içindeki boşluğa karşı takındığı tutum biraz sulandırılmış gibi olsa da, Nozomi'nin şişme bebekleri üreten yere gidişi, akla ister istemez Edward Scissorhands'i getiriyor..
Nozomi'nin kalbi olduğuna pişman olması, "seksüel arzu ikamecisi.." olmasının farkında oluşu ve buna uygun davranışı (özellikle de fleshlightını yıkadığı sahne..) ve finale doğru Junichi'ye "ne istersen.."le açık ettiği koşulsuz teslimiyeti (sevgi??) insanın içini fena halde dağlıyor..

Çok ama çok güzel bi film Kuki Ningyo.. Hastası oldum..
Read more

Hadewijch


Bruno Dumont'un son filmi Hadewijch, adını aldığı şair/rahibenin hayatına oldukça sağlam referanslar yapmasına rağmen açıkçası pek de sevmediğim bi film oldu.. Zira, iki radikal-dincinin hikayesini anlatan film, zaman zaman sıkıcı bi ton kazanıyor..

Hikayesi şu: Celine, ağır bi Katolik.. Öyle böyle diil ama.. Ailesi fecii zengin olmasına rağmen, manastırda yaşıyor: Teoloji eğitimi alıyor.. Ancak, bi noktadan sonra Celine, "şehit.." olmaya karar veriyor ve yemek yemeyi bırakıyor: Soğuktan korunmuyor, sürekli dua ediyor filan.. Celine'in şehit olmaya karar verdiğini anlayan manastır hocaları, onu manastırdan kovuyorlar.. Günlerini -yine, dua ederek filan geçiren Celine, bi kafede üç gençle tanışıyor: Müslüman olan bu çocuklarla konsere giden Celine (ki, bu sahnede çalan şarkı müthiş..), Yassine kendisini öpmek isteyince oradan ayrılıyor..

Sonrasında devreye Yassine'in abisi Nassir devreye giriyor.. Radikal-dinci olan Nassir, Paris'in gettolarında yaşayan Müslümanlara eğitim veriyor.. Bu eğitimlerin bi tanesine, Celine de katılıyor.. Ancak, başkası tarafından fazlaca bakıldığını hisseden Celine, oradan çıkıyor filan.. Ve Nassir'le geçirdiği vakitler sonrasında canlı-bomba eyleminde Nassir'e yardımcı oluyor Celine.. Ve metroda bomba patlıyor Nassir..

Bruno Dumont'un din olgusuna eğilmesine aşinayız: Da, bu filmde -sebebini hala bulamadığım, bişii var, ve bu da filmi sevmemi engelliyor..
Filmi sınıfsal açıdan ele alırsak, Celine ve Yassine'in kültürel/ekonomik/dini farklılıklarının bu kadar gözümüze sokulmasını mazur görebiliriz: İki dindeki ortaklıklar ve Nassir ile Celine'in "olmak istedikleri.."nin bu "farklılık.."ları yok etmesi ve ikisini de o mertebeye ulaştırdığını söylemek mümkün: De, bu bakış açısı, bizi "şehit olmak için her şey mübah.."a götürür ki, tehlikesi de ortada..
Diğer bi açıdansa, radikalizm eleştirisi olarak okumak isterdim bu filmi-
zorlama bi şekilde: Ve fakat, film radikalizmi eleştirmek şöyle dursun, bu şekilde okunabilecek bi done sunmuyor: Handiyse güzelleme şeklinde gelişen olaylar sonrası filmin görece "mutlu.." bi sonla bitişi, can sıkıcı olabiliyor haliyle..

neysse,, biz yine psikolojiye bağlayalım: Otto Kernberg, Borderline Conditions And Pathological Narcissism'de "yüzeysel olarak oldukça girişken görünen sınır hastalarda dahi, belli bi ölçüde koruyucu içe çekilme ve fantezi düzeyinde doyum vardır.." der.. Ki, bu da Celine'in durumunu gayet net bi şekilde özetliyor.. Bekaretini İsa'yla sevişmek için saklayan Celine, onunla sevişeceğinden o kadar emin ki, bu eminlik ve "ulaşılmaz erkek fantezisi.." doğrudan bizi Kernberg'e bağlıyor haliyle.. Ve fakat Nassir (ya da Yassine..) hakkında bu kadar açık diil film: Onların güdülenme sebeplerini öğrenemiyoruz-
buna rağmen, Yassine karakteri de en az Celine kadar başarılı çizilmiş..

High-concept tuzağına düşen bi film bence Hadewijch.. Dumont'un önceki işleri kadar ii diil..
Read more

White Material


Claire Denis'nin son filmi White Material, Afrika'da bi kahve plantasyonu etrafında gelişiyor.. Ülke ismi vermekten kaçınan film, bu yönüyle çok daha evrensel bi boyut kazanıyor haliyle: Zira, kahve yerine x'i, ülke yerine de y'yi koyduğumuzda öykünün anlatmak istediği değişmiyor..

Hikayesiyse şu şekilde gelişiyor White Material'ın: (Muhtemelen eski Fransız sömürgelerinden biri, birisi olan..) Bi ülkede isyan vardır: Film başladığında ordunun geri çekildiğini duyuyoruz: "Piçler.." karşı atağa geçiyorlar haliyle.. Ve kahve plantasyonunu işleten Maria'nın kasabaya inişini izliyoruz: Önce minibüsün arkasında, sonrasındaysa içinde kendine yer bulabilen Maria'nın (aslında koca bi toplumun..) bikaç günde hayatının nasıl değiştiğini flashbackler aracılığıyla izliyoruz..

Ordu geri çekilmeye karar verdiğinde Maria'nın işçileri plantasyonu terk ediyorlar.. Helikopterler bile kendisi için gelip, askerler "burayı terk edin.." diyor.. Tabii ki, bunu sorun yapmayan Maria, kasabaya yeni işçiler bulmak için iniyor-
yolda, kendisini durduran çocuunun beden öğretmenine rüşvet bile veriyor..
Bu sıralardaysa, "piçler.."in liderlerinden Boksör, Maria'nın evine sığınıyor.. Maria, yeni bi işçi grubu toparlayıp plantasyona geliyor, bi gün çalışıyorlar: Ve fakat, evin diğer çocuklarından bi tanesi kabloları kesiyor..
Ve Manuel: Evi "ziyaret eden.." iki "piç.."in peşinden giden Manuel, tecavüze uğruyor-
filmin bu kısmını Denis, sadece ufacık bi imgeyle (ve bi sözle..) özetliyor.. Ve bu, Manuel'i (Maria'nın rüyasındaki adamın deyişiyle..) "köpekleştiriyor.."
Maria'nın kocasıysa, plantasyonu şerife satıp, Fransa'ya kaçma planları yapıyor ve kasadan paraları çalıp yok oluyor: Maria'yı şerife bırakarak..
Eve gelebilen Maria, Andre'nin babasını öldürüyor..

Bu öldürmenin bikaç sebebi var haliyle: Öncelikle, Maria'nın "bu.." hale gelmesinin/bu halde olmasının tek sebebi o: Plantasyon Maria'nın olmamasına rağmen, kendininmiş gibi çalışıp didinen Maria, Fransa'ya dönmek istemiyor: Dönerse ne yapacağını bilemiyor..
Ayrıca, Henri, sistemi temsil ediyor bi yerde: Her şeylerden uzak (Maria'yı adeta bi maşa gibi kullanıyor..) ama, her şeyler de onun-
borcu olsa bile: "Sahip olmak.."tan vazgeçtiğinde, Maria'nın geride kalacağını biliyor.. Buna izin verdiği, Maria'ya ihanet ettiği için Maria, onu öldürüyor-
buz gibi bi şekilde..

Film, erkeklerin arasında adeta kapana kıstırdığı Maria üzerinden iktidar ilişkisini çok güzel özetliyor..
Ayrıca hikayenin üçüncü dünya ülkelerinde geçmesi ve Maria'nın Fransa'ya dönmek istememesi gibi sebeplerin dışında, erk kullanımıyla diğer davranışları da Maria'yı feminizmden çok uzağa savuruyor haliyle: Finale doğru Maria'nın Henri'yi öldürmesi bi "uyanış.."ın diil, intikamın sembolüne dönüşüyor-
bunlar ve filmdeki diğer imgeler yüzünden, filmin tam da bi anarka-feminist bakışın ürünü olduğunu iddia etmek mümkün olsa da, açıkçası ben Denis'nin bu bakışı, anarka-feminizmi incelemek (hatta eleştirmek..) için kullandığını düşünüyorum..

Film, sadece anarşist yaklaşımını çok ama çok net bi şekilde ortaya koyuyor: Finalinde de bu yüzden "piçler.."e adanıyor.. Süfer bi film White Material..

Isabelle Huppert'se olağanüstü -hep: Ayrıca sıkı bi soundtracki var filmin..

*: Bu yazıyı Der Baader-Meinhof Komplex soundtrackinin en sevdiğim şarkısı olan Shahbesuch eşliğinde yazdım..
Read more

Festival Şenliği #1: Einaym Pkuhot


Bu seneki İstanbul Film Festivali'nde en çok beğendiğim filmlerden biri, birisiydi Haim Tabakman'ın '09 yapımı filmi Einaym Pkuhot: Hatta öyle ki, en sevdiğim eşcinsel temalı filmlerinden de.. Bunun sebebi sadece finali diil, hikaye anlatımındaki ustalığı ve üzerine eğildiği konular-
sadece eşcinsellik diil mevzuu, eet..

Kısaca hikayesinden bahsediym: Aaron, babası vefat edince onun işlettiği kasap dükkanını devralıyor: Çırak aramaya başladığında tesadüfen bi gün Ezri onun dükkanına gelip, telefon açmak istediğini söylüyor: Ezri'nin aradığı "sevgilisi.." ona cevap vermiyor: Ezri'yse sadece onun için Kudüs'e gelmiş: Okuduğu okuldan atılan Ezri, o geceyi sinagogda geçiriyor.. Ertesi gün Aaron onu çırak olarak işe alıyor.. Ezri, resimler çizip, bi yandan da işi öğrenirken, bi gün sevgilisinin yanına gidiyor.. Sevgilisi onu reddederken Aaron da onu/ları görüyor..

Zaman geçtikçe Ezri hakkındaki dedikodular alıp yürüyor, ve fakat Aaron ve Ezri sevgili oluyorlar: Zamanının büyük bi kısmını Ezri'ye geçirmeye başlayan Aaron'un evinde de sorunlar baş gösteriyor: Ve film kırılıyor: İlk önce kaşer sertifikalı ürünler satmadığı yönünde bi bildiri dağıtılıyor Aaron hakkında ve bu yaklaşan fırtınanın ilk adımı oluyor.. Sonrası tufan: Ezri, kendini feda edip giderken, Aaron da ertesi gün intihar ediyor..

Film, İsrail'de geçiyor.. İkisi de Hasidik olan Aaron ve Ezri'nin yaşadıkları her kapalı toplumda olabilecek şeylerden ve fakat, film hiçbi şekilde kolaycı olmadığı için, tabuları birer birer yıkıyor: Cemaatin lideri misal: Eet, elinde çok büyük bi güç var ve fakat o, bunu suistimal ediyor.. İlk önce Ezri'nin okuldan ayrılmadığını, atıldığını öğreniyor, sonra Ezri'nin sinagoga gelmesini dahi engelliyor.. Kaşer tartışmasındaysa önce Aaron'un yanında gibi dururken, sonra onun hakkındaki gerçeği öğrendiğinde Aaron'a tokat atacak/-abilecek cesareti buluyor.. Sonra, Ezri'nin sevgilisi: Uzaktayken Ezri'ye aşk yaşayan adam, Ezri kendi muhitine geldiğinde hem Ezri'yi, hem de Aaron'u tehdit ediyor: Dahası bildiri dağıtacak kadar kendinden geçebiliyor-
ayrıca film ilanlar aracılığıyla öylesine mükemmel bi toplum kesiti çıkarıyor ki, Amen'deki dolu gidip boş dönen trenlerin yaptığı etkinin handiyse "aynı.."sını hiçbi söze gerek duymadan izleyici üzerinde bırakabiliyor..

Ezri'yse kendini feda ediyor: "Suç.."u üzerine alınarak.. Aaron'un eşiyse ne yapacağını bilemez halde kaldığında Aaron ondan af diliyor gibi yapıyor ama hayır: Ertesi gün kendini sulara bırakıyor Aaron, çünkü Ezri'den önce (ve sonra...) yaşa/ya../madığından o kadar emin..

Hakkaten uzun yıllardır izlediğim en ii filmlerden Einaym Pkuhot.. Meselesi sadece eşcinsellik diil çünkü, tüm sistem.. Müzikleri, oyunculukları, dengeli temposu her şeyleri yerli yerinde.. Katıksız bi başyapıt..
Read more

Brokeback Mountain


'05 yapımı Ang Lee filmi Brokeback Mountain'in fenomene dönüştüğü günleri hatırlamak zor diil, eet.. Kimileri filmi "gay kovboylar.." olarak etiketkeyip, dalga geçerken, kimileri de Hollywood'dan "böylesi.." bi iş çıktığı/-abildiği için filmin kayda değer yönüne odaklanmışlardı.. Şu an baktığımdaysa filmden geriye kalansa Heath Ledger'ın oyunu olmuş..

Eet, Ang Lee Hollywood'un bağrında Brokeback Mountain'i hayata geçiriyor, her anlamıyla pastoral olan filmiyle imkansız bi "gay.." aşkını anlatıyor anlatmasına da, her şeyler o kadar ii ayarlanmış ki, karşımızda her ne kadar "cinsiyetsiz.." gibi durmasına rağmen, bildiğin hetero bi anlayış var..

Filmin hikayesi şu: 19 yaşlarındaki iki genç olan Jack ve Ennis fakirler ve buldukları iş de, bi koyun sürüsünün çobanlığını yapmak oluyor.. Başlarda Ennis kampta kalır ve yemek yaparken, Jack koyunların yanında kalıyor: Zaman geçtikçe yakınlaşan çift, işlerini kaybedince farklı yönlere savruluyorlar: Ennis evleniyor ve iki kızı oluyor.. Jack'se rodeo gösterilerinde tanıştığı bi kızla-
imdb'ye bakmaya üşenmek..
4 yıl sonra karşılaşan çiftimiz, hemen öpüşmeye ve sonrasında da balık tutmak üzere Brokeback'e gidiyorlar.. Ve 20 yıl boyunca yılda bikaç kez görüşüp ilişkilerine devam ediyorlar.. Bu süreçte Ennis boşanıyor, başka bi kadınla birlikte oluyor ve fakat o da yürümüyor, Jack zengin oluyor filan.. Ve sonunda Jack öl/dürül../üyor.. Ennis'se onun evinde bulduğu gömleklere bakıp bakıp ağlıyor..

Filmde iki karakter de, birer sahneyle çevrelerine "erkek.." olduklarını ispatlıyorlar: Ennis, ailesiyle gittiği bi kutlamada, Jack'se Şükran Günü'nde konuk ettiği eşinin ailesine..

Açıkçası, filmin bikaç ayrıntısı olmasa, filmi bağrıma basıp, başyapıt olarak değerlendirebilirdim.. Ve fakat, küçücük görünen ayrıntılar, daha baştan filmin anlatmaya çalıştığı öyküsünü (ve derdini..) işlevsiz kılıyor.. Eet, Ennis "tuhaf.." bi karakter, konuşmuyor, kendi de söylediği gibi eğlenceli diil, korkuyor, sadece doğduğu yerde kalmak istiyor.. Ve bütün bunlar ona engel oluyor.. Jack'se çok farklı: Meksika'ya bile gidiyor ilişki için: Sonra bi başkasıyla hayalini gerçekleştirmek istiyor..

Filmin ortalarında, Ennis'in 9 yaşındayken tanık olduğu olayı anlatması boşuna diil: Bi çiftlikte birlikte yaşamaya başlayan iki kişiden biri, birisinin korkunç bi şekilde öldürülmesi, Ennis'in mazeretlerini haklı çıkarıyor hep: Bu yüzden Jack ne kadar öfke krizleri geçirirse geçirsin, ayrılmak istesin, bunun hiçbi anlamı olmuyor.. Dahası, Jack de "aynı.." şekilde öldürülünce Ennis (daha doğrusu sistem..) haklı çıkıyor -bi kez daha: İşte o an film, ne kadar "gay friendly.." olursa olsun, kurulu düzeni yenemeyeceğimizi fısıldıyor: Ve bu tavır, beni öylesine rahatsız ediyor ki, filmle aramdaki mesafenin temeli de buna dayanıyor..
Ölen Jack oluyor, Meksika'ya giden Jack.. Bi başkasıyla ilişkiye giren Jack..
Brokeback'ten ilk indiklerinde, Jack'le ayrılan Ennis'in bi kapının oraya çöküp ağlayıp, duvarı yumruklaması inandırıcı olamıyor benim için, ya da Jack'e neden "birlikte olamayacaklarını.." açıklarken de: Dahi onu başkasına söyleme ihtimaline karşı tehdit ederken de.. Ölümünün nefret cinayetiyle olmamasını istiyor Ennis: AŞkından bile daha önce geliyor bu: İki karakterin de "ben ibne diilim.." demesi bu yüzden..

Ve -yine, bu yüzden Brokeback Mountain sadece bi "film.." olarak kalırken, tüm "ibne.." cesaretiyle imkansız aşk nasıl olur ve sistem nasıl içselleştirilmez'i müthiş bi şekilde anlatan Einaym Pkuhot başyapıt olur..

Heath olağanüstü.. Hakkaten.. Jack de gayet ii bi iş çıkarmış..
*: Bu yazıyı Cat Power - Ice Water eşliğinde yazdım..
Read more

Enter The Void


[Her ne kadar İstanbul Film Festivali bünyesinde izlediğim/-eceğim filmleri festival sonrasında yazacak olsam da, bu filme Noe filmografisi açısından bi kıyak yaptım..]

Dün gece Noe'nin sunumuyla ve fecii psychedelic açılış jeneriğiyle başlayan Enter The Void, öncelikle çok uzun: 2.5 saat süren film, kurgusu her ne kadar mükemmel olsa da, haliyle zaman zaman tökezliyor.. Ama Noe'nin en başarılı/ii filmi olduğunu da söylemem gerekiyor: Zira, dramıyla handiyse göz yaşartan film, Noe'nin seksist tutumundan nasibini alıyor almasına da, bu defa o kadar sorgulamayacağım..

Film, bi abi-kardeşin konuşmasıyla açılıyor: Oscar ve Linda.. İkisi de henüz çok küçükken anne ve babasını kaybeden bu kardeşler, birbirlerinden hiç ayrılmayacaklarına dair söz veriyorlar birbirlerine ve fakat işler bekledikleri gibi gitmiyor: Linda'yla ayrı yetiştirme yurtlarına gönderilen Oscar, Tokyo'ya gidiyor ve orada uyuşturucu satıcılığı işine başlıyor.. Para biriktirdiğinde Linda'yı da yanına alan Oscar, iş ortaklarından Victor'un annesiyle yatıyor.. Bunu öğrenen Victor, bi akşam Oscar'ı Void adlı bara çağırıyor: Oscar bara gittiğinde polisler geliyor, çünkü Victor onu ihbar ediyor ve Oscar vurulup, ölüyor..

Oscar'ın ölümüyle "Gaspar Noe stili The Lovely Bones.." ya da "Gaspar Noe stili Ghost.." tandansı yakalayan film, bunu da Alex'in verdiği kitapla Budizm'e bağlıyor, ve fakat bu sadece bi trük: Ölüm anında geçmişin gözler önünden geçmesini flashbackle, ölüm anını bad triple bağdaştıran Noe, ölüm sonrasını mistisizme bağlıyor gibi görünse de, aslında kardeşine söz verdiği için "gidemeyen.." Oscar'ın kardeşini "gözetlemesi.."nin, kardeşine yaşam kaynağı olduğunu söylüyor: Zira, bi çatıda Linda "eğer Oscar'ın gittiğini hissetsem intihar ederim.." diyor..

Ve bu "kardeşlik.." bağını, Noe, şimdiye kadar hiçbi filminde olmadığı kadar "ince.." bi şekilde enseste bağlıyor: Hatta öyle ki, filmdeki bu örtük ensest ilişki, aklıma doğrudan (ve sadece..) Sartre başyapıtlarından L'age De Raison'daki Boris ve Ivich'i getiriyor.. Sartre da, kitabında iki kardeş arasındaki ilişkiyi ensest olarak kodlamaz, sadece hissettirirken, Noe de aynısını, ufak ve yumuşacık dokunuşlarla yapıyor..

Ve meme: Bu noktada Freud'dan ziyade Melanie Klein'a yakın duran Noe, ii meme ve kötü meme olarak iki anneyi izletiyor bize: Oscar'ın annesiyle, Victor'un annesi: Mükemmel geçişlerle birbirine karışan bu iki imgenin, dahası Oscar'ın Linda'yla olan ilişkisinin psikolojiye sürekli atıflar yapması (özellikle de oral/anal-saldırganlığa..) filmi çok başka noktalara götürüyor.. Linda'nın anneliği reddedişinin akabinde, başka bi erkekle anneliği seçmesi de paradokstan ziyade, Noe'nin dünyaya bakışıyla alakalı-
seksist şey, hıh..

Filmin anlatım stili sadece birinci ağızdan olduğu için, kamera da ona göre davranıyor haliyle, zaman zaman (kamera Oscar'ı arkadan takip ettiğinde özellikle..) belgesel-vari bi ton kazanmasına (bi de Sant başyapıtlarından Elephant'ı hatırlatmasına, eheh..) rağmen, genel olarak fecii orijinal olmuş: Efektlerin yarıp geçtiği filmden gözleri ayırmak mümkün olmuyor.. Bu açıdan süfer, ve fakat hayalet Oscar'ın bi mekandan başka bi mekana gidişleri bi zaman sonra sıkmaya başlıyor.. Ve filme en çok zararı da bu anlar veriyor, her ne kadar kamera açıları olağanüstü olsa da..

Filmin ilk bölümündeki trip sahneleri olağanüstü, Oscar'ın ayna karşısına geçtiği sahne de teknik açıdan mükemmel olmuş.. Noe'nin stil ve yönetmenlik konusunda oldukça yol kat ettiğini de gördük, hikaye anlatıcılığında da: Güzel bi iş Enter The Void..

Gelelim Noe'nin söylediklerine: Öncelikle kendisini dünya gözüyle gördük, ona fecii sevinmekteyim.. Sakal bırakmış ve azıcık da kilo almış.. Bunun dışında, filmi 20 yıl önce oluşturmaya başladığını ve fakat yapımcı bulmakta zorlandığını ve ancak şimdi hayata geçirebildiğini söyledi.. Ayrıca, filmin kurgusu hala tamamlanabilmiş diil: Cannes'da bitmemiş haliyle gösterilen filmin "son.." hali bu sanıyordum ve fakat, kendisi Japonya'da farklı bi versiyonun gösterildiğini söyleyince bi tuhaf oldum.. Finaldeki doğum sahnesindeki kişinin Linda diil, Oscar'ın annesi olduğunu (da..) belirtmeden geçemedi kendisi..
Read more

Irreversible


Gaspar Noe'nin '02 yapımı filmi Irreversible, hala kopardığı gürültüyle anılıyor: Filmin baştan sona akması, yangın tüpüyle adam öldürme sahnesi, filmi izleyenlerin kusarak/bayılarak salonu terk etmeleri, Seul Contre Tous'taki "Kasap.."ı yeniden görmenin getirdiği duygu-durumu/younluğu ve elbette ki 9 dklık tecavüz sahnesi (ve Monica Bellucci'nin göğüsleri/uçları..) Irreversible denilince akla ilk gelen şeyler.. Ancak bu filmi pek de sevmediğimi söylemem gerekiyor..

Önce hikayesi: Bi adam ve bi kadın var, bunlar sevgili: Kadın hamile olduğunu öğreniyor ve akşamında kadının eski sevgilisi de bunlara katılıyor ve koka-seks alemine dalıyorlar: Ancak kadın sevgilisiyle tartışıyor ve erkenden partiyi terk ediyor.. Alt geçitte tecavüze uğruyor ve tecavüz eden adam kadını komalık edene kadar dövüyor.. Deliren yeni sevgili, bunu yapanı bulmak için çabalıyor ve fakat bulduğunda adam bunun kolunu kırıyor; intikamı eski sevgili alıyor..

Filmin hikaye örgüsünde bence en dikkat çekici iki ayrıntı var: Bi tanesi: aslında tecavüz edenin kimliğini tesadüfen öğreniyor Marcus: Zira, sokak çetesindeki adamların alt geçitte bulduklarını söyledikleri çanta aslında Tenya'nın Alex'e tecavüz etmeden önce saldırdığı travestiye ait.. Fahişelerin takıldığı sokakta da kendisini soran Marcus ve Pierre'e (intikam almak için..) Tenya'yı işaret ediyor travesti.. Yani izlediğimiz sadece Marcus'un intikamı diil..
Diğeri: Alex ve Marcus yatakta uzandıklarında Alex'in ağzından dökülen ilk cümle "rüya gördüm.." oluyor.. Ve rüyasını anlatmaya başladığında "tünel.."de olduğunu söylüyor.. Ama yarım kalıyor anlatışı..
Belki de, tüm bu olup-bitenler Alex'in bilinçaltının tezahürü: Hiçbiri gerçekleşmemiş de olabilir..
Başka bi açıdansa, bu "tünel.." metaforu sadece alt geçitle bağlantılı diil: Noe'nin ilk uzun metrajı Soul Contre Tous'ta Kasap da insanların "tünel.."de yaşadıklarını savlıyordu: Yani bu monoloğu sadece ilk filmle bağ kurmak için eklemiş olabilir kendisi-
kasap'ı da filmin başına eklemesi gibi..

Film stil açısından ne kadar kusursuz ve temasına uygunsa, içerik olarak o ölçüde yavan: Özellikle ilk yarım saati görsel ve işitsel açıdan fecii zorlayan ancak olağanüstü "akan.." film, giderek sakinleşiyor.. Ancak, içerik konusu değişmiyor: En feciisinden bi homofobi deklarasyonu sunan film, seksist tavrını da olanca yıkıcılığıyla sergilemekten çekinmiyor-
suç-intikam düzlemine girmeyeceğim: Kendi adaletini fantezi dünyasında dağıtan (ve tahminimce bu şekilde "tatmin.." olan..) Noe, düşüncelerini ne zaman içi/altı dolu bi şekilde ortaya serecek, merakla beklemedeyim..
Read more

Seul Contre Tous


Gaspar Noe'nin '98 yapımı filmi Seul Contre Tous, kısmen zorlayıcı içeriğini -yine, aynı zorlayıcı tavırla sergiliyor: Adeta bi teşhirci var karşımızda (Gaspar Noe'yi kastediyor..)

Hikayesi şu: Bi "Kasap.." var, annesi onu terk etmiş, babasıysa öldürülmüş.. Yalnız: Bi kasap dükkanı işletiyor ve bi kadınla evleniyor.. Bi kızı oluyor ve fakat karısı onu terk edip gidiyor.. Kızı ilk reglinde korkup babasının yanına gittiğinde babası onun tecavüze uğradığını düşünüyor ve bıçağını kapıp bi işçiyi öldürüyor.. Hapse giren Kasap'ın kızı yetiştirme yurduna naklediliyor.. Sonra başka bi şehire başka bi kadınla taşınan Kasap orada da yapamıyor ve bi akşam karısını dövüp -muhtemelen, karnındaki bebeği de öldürüyor ve Paris'e geri dönüyor.. Orada geçirdiği süre boyunca "tutunamayan.." Kasap, sonunda bi gün kızını alıyor ve otele geliyorlar.. Orada önce Kasap'ın bilinçaltındaki tümgüçlü fanteziye tanık olurken, ardından "masum.." bi eyleme koyma gerçekleşeceğini ima eden finalle film bitiyor..

Film, daha açılış sahnesinde ahlak ve adalet kavramlarıyla Marquis De Sade'a selam çakıyor: "Dünya düzeni.." konusunda bissürü aforizma üreten Kasap'ın şizofren olmadığı çok açık: "Ben.." sınırlarından oldukça emin olduğu bariz olan biri, birisinin şizofrenliğinden söz etmek de mümkün diil haliyle.. Bu noktada, Kasap'ın s/avunma mekanizmalarından en çok yansıtmalı özdeşleşmeyi kullandığını ve alloplastik davranışlarını da bunun yönlendirdiğini söylemek gayet mümkün: İçindeki saldırganlığın farkında olmak istemediği için, bu saldırganlığını tamamen dış dünyaya yönelten/yansıtan Kasap, bu sayede kendini "kurban.." olarak algılayabiliyor ve bunun da, tüm o "fakir edebiyatını.." meşru kıldığını/-abildiğini düşünüyor..

Filmin bi diğer ayağı da kan: Kasap'ın her türlü hazzına kan eşlik ediyor, daha doğrusu kan haz almasını sağlıyor: Öldürme ya da bekaret bozma bu açıdan kilit öneme sahip iki olgu-
silahın fallik imgesine girmeyeceğim..
Prologda Kasap, ilk karısının "kızlığını aldığı.." otelde 15 yıl sonra bu defa kızının "kızlığını alıp.." onu kadın yapıyor.. Kızının ilk regl kanının "öç.."ünü -yine, kanla alıyor: Bunun dışındaki örtük ya da açık şiddete teşneliğini adalet ve intikam konulu bitmek bilmez monologlarıyla "destekliyor.." Kasap, kendisi kadar bizi de manipüle ediyor: Otel odasındaki o "iris out.." sahnesinde olan-biten Kasap'ın adeta kan banyosunda yıkandığının ve tümgüçlü olmak isteyişinin tezahürü: Kontrol edemediği dış dünyayı "yenemeyeceğini.." anlayan Kasap, kendini ve sevdiği (aslında adeta vücudunun bi uzantısı olarak gördüğü..) kızını dış dünyanın ona saldırmasından önce yok ederek, son hamlesini yapmak istiyor..

İşte tam bu noktada da "saf.." sevgi devreye giriyor: Açıkçası filmin bu bölümü bi trük-
ki, filmdeki onlarcasından biri, birisi (daha..)
Önceki sahnenin ardından Haneke-vari bi üslupla bandı geri sarıyor Noe: Sebebiyse Kasap'ın zararsız olduğuna bizi ikna etmek-
haneke'yse tam tersi bi amaçla geri alıyor anlatısını..
Böylesi bi film için fazlasıyla "naif.." kalan bu final sonrası film bitiyor.. "Seni seviyorum.."

Ensest konusunu tartışacak diilim, zira blogun sınırlarını oldukça aşan bi konu bu ve fakat, Noe, buradaki "ensest olgusu.."nun içini fecii şekilde boş bırakıyor: Daha doğrusu tüm yaşananlar Kasap'a adeta başka şans tanımayıp, onu buna "zorluyor.." Neden?? Çünkü başka kimsesi yok: Ay yazıık..
Noe'nin "insan düşünen bi hayvandır.." aforizması herkeslercek malum ve fakat, ensest olgusunun hayvan doğasının handiyse ayrılmaz bi parçası olduğunu bilen bi kişi, insanın kendi inşa ettiği "ahlak..", "yasa.." gibi kavramların üzerinden çok ama çok yüzeysel bikaç aforizmayla geçip, bunu da "yalnızlık korkusu.."na bağladığında inandırıcı olamıyor malesef..

Ve gelelim filmin/Noe'nin "teşhirci.." yanlarına: Özellikle o 30 snlik geri sayım öylesine boş ki, insan ne dese bilemiyor sahiden-
insanın aklına '50lerdeki korku filmi furyasında hazırlanan pazarlama taktikleri geliyor..
Anlatıyı bölen yazılar, didaktik pasajlar filan: Ve tabii ki kullanılan silah sesleri.. "Sarsıcı.." olmak için illa ama illa bağırmanın çok da ii bi yöntem olmadığını fark etti gerçi kendisi, eheh..

Öyle işte.. Fikir düzleminde uyuşamasak da gayet sağlam bi film Seul Contre Tous.. Bi de prequeli Carne var: Henüz izlemediğim..

*: Bu yazıyı Haris Alexiou - To Kima eşliğinde yazdım..
Read more

Neco Z Alenky


Jan Svankmajer'in '88 yapımı filmi Neco Z Alenky, Lewis Carroll'ın Alice's Adventures In Wonderland kitabından uyarlama..

Tim Burton için sakız gibi çiğnenip/uzatılıp duran bi söz (atasözü olacak neredeyse..) vardır: Farklı ve garip olandan olanı korkutucu bi figür olarak diil de sempatik gösterme konusunda fecii başarılıdır, diye.. Jan abimizse herkeslerin sempatik bulduğunu gayet karamsar bi şekilde resmetmeyi seçiyor..

Hikaye fazlasıyla bilindik olduğu için değinmeyeceğim: Filmin özelliklerinden bahsedicem.. Öncelikle romana fazlasıyla sadık kalan bi uyarlama Alenky: Her ne kadar jenerikte ilham alındığı belirtilse de, sıkı sıkıya romanı takip ediyor film: Tek bi farkla: O masalsı diyarı, bilinçaltı gezintisine dönüştürüyor: Mekanı da "gerçek.." bi şekilde diil, rüya/kabus olarak betimleyerek başarıyor ve film de gücünü buradan alıyor daha çok..

Çok fazla tekniği bi araya getiren filmde, en çok Svankmajer'in alametifarikası animasyon öne çıkıyor ve filmde Alice dışında oyuncu yok: Karakterlerin geri kalanı animasyon tekniğiyle hareket ediyorlar-
hatta zaman zaman Alice de: Küçüldüğü bölümlerde kendisini bi bebek "canlandırıyor.." zira..
Film, şimdi izlendiğinde plastik açıdan o kadar tatmin etmeyebilir belki ilk kez izleyecek olanları, çünkü karakterin hareketleri bazen çok keskin olabiliyor, bu ayrıntıya takılmayanlar içinse (ki, hiçbi şekilde şikayetçi diilim: olamıyorum..) muhteşem bi seyir zevki sunuyor Alenky.. Öne çıkan karakterlerse özellikle iki boyutlu The Queen Of Heart başta olmak üzere saraydakiler (süfer ötesi..) ve March Hare.. White Rabbit tasarım olarak "bi tuhaf.." olduğundan ısınma konusunda sıkıntılar yaşanabiliyo zaman zaman kendisine..

neysse,, filmde öne çıkan belirli bi sahne yok aslında, hepsi birbirinden güzel olan sahnelerden illa biri, birisini seçmek zorunda kalırsam Mad Hatter ve March Hare bölümünde monotonluğun deliliği andırmaya başladığı (kurgunun da rolü çok büyük haliyle..) sahne derim.. Ancak saray sahnesindeki iki boyutlu kağıtlardan hazırlanan animasyonlaraysa bittiğimi bi kez daha belirtmem gerekiyor..

Süfer film: İzlediğim en ii/güzel Alice uyarlaması bile diyebilirim.. Dedim..
Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.