May


'02 yapımı May, ne çok ii, ne de çok kötü, öyle arada bi yerde kalmış film.. Sorunu da, olaylar çok hızlı bi şekilde geliştiği için inandırıcılık sorunu yaşaması.. Önce hikayesini anlatiym, sonra bu kısmı yeniden ele alırım..

Film, ismini aldığı May'in seri katile dönüşmesini anlatıyor: Küçükken göz tembelliği yüzünden tek gözü kayan May, uzun yıllar bu "sorun.."la yaşadığı için kendine güvensiz, silik bi tip olarak kimselerin dikkatini çekmiyor.. Bi hayvan hastanesinde çalışan May'in tek arkadaşı, annesinin küçükken doğum gününde armağan ettiği Suzie adında bi bebek-
ki, o bebek de cam bi kutunun içinde duruyor sürekli..

May, bi çocuktan etkileniyor, bu öncekiler gibi diil: Onu kendine aşık etmek için çeşitli yöntemlere başvuruyor: Yeni aldığı lenslerle gözü eskisi gibi kaymıyor, çamaşırhanede 2 tane makine dışındaki tüm makineleri çalıştırıyor, hatta bi kafede çocuk uykuya daldığında May, yüzünü çocuun eline sürüyor-
filmin en can yakan sahnesi bu..

Ve tanışıyor çocukla: Ancak, farklılar.. Çok hem de: Çocuk da tuhaf şeyleri seviyor, hatta çektiği kısa film tutkusunu birbirini yiyerek gösteren bi çifti konu etmesine rağmen ("parmağın bi ısırışta koparılabileceğini sanmıyorum.."), May'in "tuhaf.."lıklarını "tuhaf.." bulabiliyor: May öpüşürken onu ısırdığında çocuk gidiyor..

May'le aynı hastanede çalışan diğer kızımızsa lezbiyen ve hayat dolu: May'den kedisine bi süre bakmasını istiyor-
ki, bu sahnedeki İngilizce esnekliği filmin en komik anlarını hazırlıyor..
Son derece aktif bi cinsel hayatı olan bu ablamız, May'i de baştan çıkarıyor ve sevişiyorlar.. Ertesi gün May, ona ziyarete gittiğinde evde bi başkasının olduğunu görünce yıkılıyor..

Kimsesi olmayan May, engelli çocuklara eğitim veren bi okulda gönüllü bile oluyor: Gözleri görmeyen bi kızla yakınlaşma çabası, okula götürdüğü Suzie'nin parçalanmasıyla son buluyor.. Erkek arkadaşı da bi daha görüşmemelerini söylediğinde May, önce kediyi öldürüyor, sonra bankta tanıştığı ve May'le arkadaş olmak isteyen bi çocuu evinde öldürüyor.. Ve cadılar bayramı geliyor..

Gerisini çok da yazmayayım ve fakat, film May'in kendine beden parçalarından yaptığı -yeni, bebeğinin yüzünü sevmesiyle son buluyor..

Filmin işlediği konu, daha doğrusu May karakteri oldukça ii işlenmiş sahiden.. Ve fakat, başlangıcında kağnı hızında geliş/emey../en olaylar, filmin ortalarından sonra öyle bi hızla akmaya başlıyor ki, May'e inanmakta zorlanıyoruz-
en basiti: Bu kadar ani bi şekilde öldürmeye karar verebilen bi karakter, çocuun evinin önünde beklerken, evdekilerin kendisi hakkında söylediklerini duyduğunda neden ağlamayı tercih ediyor-
dramatik yapıya hizmet etmekiçin: Eet, doğru cevap..

Suzie'nin parçalandığı sahne, May için dönüm noktası oluyor: O zamana kadar en yakın arkadaşı olan Suzie'yi kaybeden May, ilk cinayetini o gece işliyor-
işlemesine de, sembolizmi abartısız sevenler, Suzie'nin camını çatlatarak mesajlar vermesini filan çok ilkel bulabilirler-
bulduk, eet..

neysse,, ortalama bi film May, kaçan bi fırsat hakkaten..
Read more

Beden Parçaları Üzerine 3 Film: Taxidermia


'06 yapımı Taxidermia, zaman zaman oldukça zorlayıcı bi hal alıyor, bundaki en önemli faktörse belgesel gibi duran yapısı.. "Gerçek.." olmayı başardığı için seyirciyi provoke etmekte hiçbi şekilde zorlanmıyor film..

Hikayesi şu: Kısa bi prolog ardından 3 kuşaklık bi hikaye akmaya başlıyor: İlk hikayenin kahramanı Morosgovanyi bi köyde, çiftlik evinde yaşayan ailenin yanında uşak olarak çalışıyor: Ailenin iki kızı var ve abazanlıktan çıldıracak durumda olan Morosgovanyi, günlerini iş yaparak, kızları gözetleyerek, mastürbasyon yaparak filan geçiriyor.. Evin babasınınsa ondan aşağı kalır yanı yok: "Am.." konulu monoloğu hakkaten "ohaa.." dedirtiyor.. Ve fakat Morosgovanyi'nin sapık olduğunu anlıyoruz zaman geçtikçe: Kibritçi Kız'ı düşünerek mastürbasyon yapıyor ve domuz kesildikten sonra da zoofil (dahi nekrofil..) eyleme koyması sırasında evde yaşayan tüm kadınları hayal ediyor.. Ertesi sabah evde bi doğum gerçekleşiyor, kuyruklu doğan erkek çocuk bi sonraki bölümün kahramanı oluyor ve fakat kafamızda aynı soru yankılanıyor: "Ev sahibi Morosgovanyi'yi neden öldürdü??"-
akla tabii ki, ilk olarak çocuun Morosgovanyi'den olduğunun anlaşılması geliyor..

Sonraki bölümde, Kalman'ın büyüyüp, yemek yarışmalarına katıldığını izliyoruz, ki, cidden bu bölümdeki yemek ve kusma sahneleri fecii derecede iç kaldırıyor.. Macaristan adına yarışan iki yarışmacı da, aynı dalda ünlü bi yiyici olan ablamızı elde etmek istiyorlar.. Kalman yarış sırasında fenalaşıyor ve ablamızla işi ilerletiyor.. Düğün gecesi ablamız diğer adamla sevişiyor.. Balayında hamile olduğunu öğreniyorlar ve diğer çocuk doğuyor-
lajos Balatony..

Lajos'sa filme adını veren işle meşgul.. Kendine ait bi taksidermi dükkanı var.. Her akşam markete uğrayıp, babası, babasının kedileri için bişiiler alıyor (kasiyere de lolipop..) Fecii derecede kilo alan Kalman'ı eşinin de terk ettiğini öğreniyoruz.. Evde beslenen kedilereyse et yerine margarin veriliyor ve kediler bu yüzden fecii derecede sinirli bi şekilde dolaşıp duruyorlar.. Bi akşam Lajos ve babası kavga ediyor, kedilerin olduğu bölmenin kilidini açık unutan/bırakan Lajos yüzünden kediler oradan çıkıyor ve Kalman'ı öldürüyorlar.. Babasını dolduran Lajos, sonrasında muhteşem bi düzenekle kendisini de "sonsuz.." hale getiriyor..

Film, zaman zaman zor, eet, ve fakat sıkmadan kendisini izletme konusunda zaman zaman yalpalıyor.. Ancak ilk bölümdeki küvetin çeşitli anlamlar taşıdığı sahne/ler olağanüstü.. Son bölümde Lajos'un iç organlarını çıkardığı sahneler de oldukça ii.. Çok sevmesem de, garip bi şekilde "kötü.." diyemediğim bi film Taxidermia..
Read more

Moulin Rouge


'01 yapımı Moulin Rouge gösterimdeyken, ortalığı birbirine katmıştı, "müzikal dirildi.." gibisinden şeyler hatırlıyorum hatta.. Ve fakat, nedense bu filmi, çok da sevemedim ben.. Bikaç kere izlemiş olmama, o müthiş grotesk havasına/aurasına rağmen..

Biçim-içerik ya da teknik açısından hiçbi sorunu yok Moulin Rouge'un.. Klişe içeriğini postmodernliğin cümbüşüyle ters-yüz eden filmin bence en temel sorunu kimyası.. Nicole Kidman ne kadar çabalasa da, rolün içine girememiş gibi bi intiba bırakıyor.. Diğer karakterler için de aynı şeyleri söyleyebilirim-
ewan hariç tabii, eheh..

neysse,, hikayesi şu: 1900'de Paris'teki ünlü Moulin Rouge gösterilerinden biri, birisinin hazırlanma aşamasıyla bi aşk hikayesini paralel anlatıyor film: Satine, pavyonun prima donnası.. Beş parasız yazarımız Christian'sa dünyayı kasıp kavuran bohem çılgınlığına kendini kaptırıp Paris'e yerleşiyor ve daha ilk günlerinde Moulin Rouge'la arasında köprü kuracak olaylar zinciri üst kattan odasına düşen bi adamla başlıyor.. Olağanüstü bi sese (ki, Ewan McGregor'un rol aldığı filmlerden buna aşinayız zaten..) ve yazma yeteneğine sahip olan Christian, tesadüf aracılığıyla Satine'le tanışıyor ve aynı gece Dük, sahnelenecek bu oyuna "olur.." veriyor.. Tabii, Satine ve Christian birbirine aşık oluyor, ve fakat sorunlar bi tane diil: Satine tüberküloz hastası, aynı zamanda Dük onu istiyor.. Oyun provaları dolayısıyla her ne kadar Dük'ü oyalamak mümkün gibi görünse de, yazılan oyunun sığ alegorisini Dük çözmekte gecikmiyor ve oyunun finalini değiştirmelerini istiyor..

Satine, Christian'dan ayrılıyor, zira, çocuun yaşaması onun Dük'le birlikte olmasına bağlı.. Çaresizce kabulleniyor Satine ve çocuu terk ediyor.. Çocuksa buna karşı çıkıyor, bi ara ümidi yıkılır gibi olsa da, finalde bi araya geliyorlar ve fakat Satine'in bedeni hastalığa yeniliyor.. Aşk kazanmasına rağmen, Christian kaybediyor..

Görsel açıdan film büyülese de, şarkılar için aynı şeyi söylemek çok zor hakkaten.. Smells Like Teen Spirit, Material Girl, Like A Virgin gibi şarkıların sampleları dikkatinizi çekiyor ancak.. Roxanne var tabii bi de, eheh..
Ewan muhteşemken, Nicole konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim malesef: Ki, '01, onun kariyerinin zirvesi gibi bişiiydi: Aynı sene mamullerinden The Others'ta büyülenmiştim misal..
Read more

Coraline


The Nightmare Before Christmas'ın yönetmeni Henry Selick'in 3d stop-motion animasyonu Coraline, bi Neil Gaiman uyarlaması-
neil abimizin yazdığı Mirrormask'e oldukça yakınsayan bi film ayrıca Coraline..

Hikayesi, bu tür çocuk filmlerinden alışık olduğumuz bi alternatif gerçeklik dünyasıyla birlikte ilerliyor: Bildik tüm masalların, dahası Alice In Wonderland, Miyazaki'nin Tonari No Totoro ve Sen To Chihiro Kamikakushi, hatta El Laberinto Del Fauno gibi daha modern yapıtların ruhunu çağıran yapısıyla Coraline, oldukça bildik.. Zira, alternatif/paralel gerçeklik/dünya karakterler için sığınma ya da kurtulma amacı taşısalar da, büyümenin hikayesidir özünde.. Coraline da, başta ailesi kendisiyle yeteri kadar ilgilenmediğini düşünüp, buna üzülse de, filmin sonunda ailesiyle mutlu olmayı öğreniyor..

Coraline, ailesiyle birlikte Michigan'daki evlerinden Pink Palace adı verilmiş bi apartmana taşınıyor.. Oranın ev sahibiyse o eve girmek istemiyor, zira, küçük kardeşi yıllar önce ortadan kaybolmuş.. Coraline'ın ailesi tam bi işkolik, anne ve babası aynı işte çalışan (pff, ki cidden çekilmez bişii..) Coraline, onların kendisine yeterince vakit ayırmadığını düşünüp sıkılıyor.. Derken, bi gün evde gizli bi kapı buuyor ve aynı gece o kapıdan geçip, başka bi evrene çıkıyor: Ancak, bu evren kısmen tanıdık: Other-mother (fonetiği çok güzel olduğu için bu şekilde yazmayı uygun gördüm..) ve other-father'ı Coraline'ın gerçek anne ve babasına oldukça benziyor: Tek farkları var: Other-mother ve father'ın gözleri yerine düğmeler var.. Bu yeni ailesi Coraline'ın tam da istediği gibi: Annesi müthiş yemekler yapıyor, babası piyano çalıp onunla oynuyor vs.. Ertesi sabah "gerçek.." dünyaya uyanan Coraline, bundan anne ve babasına bahsediyor ve tabii ki, onlar kendisine inanmıyor.. O gece yeniden öteki-anne ve babasını ziyaret eden Coraline y-ine, şahane vakit geçiriyor ve ertesi sabah uyandığında iice bi grrlıyor..

Okul kıyafeti alırken annesi, Coraline'a istediği eldiveni almıyor ve Coraline o günkü ziyaretinde bu defa çok daha ii vakit geçiriyor-
ki, o bahçe sahnesi hakkaten olağanüstü bi işçiliğe sahip.. Öyle böyle diil..
Ve fakat, o gece anne ağzındaki baklayı çıkarıyor: Coraline, eğer sonsuza kadar bu mutluluğu yaşamak istiyorsa, gözlerine düğme dikilmesini göze almalı.. Tabii ki, bunu kabul etme/k isteme../yen Coraline, o geceyi geçiştirip, ertesi sabah eve dönme planları yapıyor ve fakar other-mother o kadar da kolay lokma diil: Gerçek anne ve babasını tutsak alıyor, dahası Coraline'ı bi süre hapsediyor-
kızımız, burada önceki tutsak çocukları görüyor..

Ve cadıya dönüşmüş olan other-mothera bi teklifte bulunuyor: Eğer anne ve babasıyla diğer üç çocuun gözlerini bulursa serbest bırakılmayı, eğer bulamazsa sonsuza kadar orada kalmayı kabul edeceğini söylüyor ve bilin bakalım kim kazanıyor.. Eheh, tabii ki izlediğimiz bi masal ve iiler kazanıyor..

Aslında teknik açıdan olağanüstü, hatta (eheh, Bülent-Ersoylaşırsam..) fevkaladenin de fevkinde bi iş ve fakat içerik olarak çok da doyurmuyor Coraline..
Read more

Phantom Of The Paradise


'74 yapımı bu film De Palma'nın en az bilinen filmlerden biri, birisi sanırım ve bunun nedeni de fecii derecede camp olmasında yatıyor galiba.. Çünkü hakkaten bu kadar biçim-içerik uyuşmazlığına az filmde rastlanıyor ve fakat bu (aynen Zardoz'da olduğu gibi..) bi engel teşkil etmiyor kimi bünyeler için..

Çekildiği dönemi kasıp kavuran acid etkisini filmin her anında hissetmek mümkün tabii: Öncelikle Operadaki Hayalet, Faust, Dorian Gray'in Portresi ve Notre Dame'ın Kamburu gibi eserlere göbekten bağlı olduğunun altını çizmek gerekiyor-
bi Palma klasiği olarak..

Hikayesi şu: Swan, Şeytan'la anlaşma yapmış ve ruhunu ona satmış bi medya patronu.. Müzik işindeyse desteklediği grupların hepsi zirveye çıkmakta.. Paradise adını verdiği yeni bi gösteri merkezi açmak istiyor ve fakat, açılış için muhteşem bi şarkı istiyor.. Winslow'sa Faust adını verdiği bi kantat yazmakla meşgul, Swan onu dinlediğinde vuruluyor ve açılış için ondan bestesini istiyor: Karşılık olarak da ona albüm yapmayı vaat ediyor.. Ve fakat aylar geçmesine rağmen Swan Winslow'u aramıyor, ofisine gittiğindeyse kovuluyor, dahası çantasında bulunan uyuşturucu sebebiyle (ki, bu da Swan'ın bi komplosu..) hapse gönderiliyor: Dahası, yine Swan'ın holdingindeki şirketlerden biri, birisinin sponsor olduğu bi deney programı sürecinde tüm dişleri (diğer mahkumlarla birlikte..) sökülüyor ve yerine metal dişler takılıyor.. Hapihanedeyken açık olan tvden Paradise'ın açılacağını öğrenen Winslow kaçıyor ve Swan'ın plak fabrikasındayken yüzü yaralanıyor..

Winslow, Paradise'ın açılış provoları sırasında bi araca bomba koyuyor ve Juicy Fruits grubunu öldürüyor, olayı fark eden Swan, Winslow'la anlaşma yapıyor ve kanla imzalıyor ikisi de: Ve fakat, Swan, besteleri ele geçirdiğinde -yine, Winslow'a tuzak kuruyor ve şarkıları Beef'in söyleyeceğini basın toplantısıyla açıklıyor.. Şarkılarını sadece Phoenix'in söylemesi için yazan Winslow, açılışı sabote ediyor (Beef'i öldürüyor..) ve Phoenix o gece yıldız oluyor.. Ve fakat Swan boş durmuyor ve Phoenix'le de anlaşma imzalıyor..

Evlenecekken Phoenix'in öldürülmesini emreden Swan'ın planını Winslow bi kez daha bozuyor ve Phoenix'in hayatını kurtarıyor..

Filmin en eğlenceli karakteri tabii ki Beef.. Yapılan bu değişiklik ii olmuş açıkçası.. Şarkılar çok da ii olmasa da, kendini dinletiyorlar.. Oyunculukların overacting olması dolayısıyla bahsedilecek bi yönü yok.. Kendine özgü, eğlenceli bi film.. Psycho sahnesini de unutmamak lazım, ahah..
Read more

Mary And Max


Çok ama çok güzel bi dostluğun filmi.. Zaman zaman can yakıyor, iki kez ağlama isteği uyandırıyor, acı kahkahalar attırıyor.. Hepsinden önemlisi gerçek bi olaya dayanıyor olması..

Mary, Avustralya'da yaşayan küçük bi kız, okula gidiyor: Doğum lekesi var alnında bi tane.. Arkadaşı yok.. Çay fabrikasında çalışan babası ve annesiyle birlikte yaşıyor.. Mary, bi gün annesiyle gittikleri postaneden rastgele bi kişiyi seçiyor ve ona mektup yazıyor.. Seçtiği kişi New York'tan Max.. New York'ta yaşayan bi adam, Asperger sendromu var, hiç arkadaşı yok onun da.. Mektubu yazmasındaki amaç, Amerika'da bebeklerin dünyaya nasıl geldiği.. Max mektubu okuduğunda anksiyete nöbeti geçiriyor ve ona cevap yazıyor.. Mary'nin annesi bu mektubu Mary'den önce okuyup çöpe atıyor ve fakat "son an.."da Mary mektubu okuyor ve bundan sonraki yazışma adresi olarak agorafobiden mustarip Len'i belirliyor.. Bölyelikle başlayan dostlukları, Max'in bi gece vinçle hastaneye kaldırılması dolayısıyla sekteye uğruyor: 8 ay hastanede "tedavi olan.." Max'i May unutmaya çalışıyor..

Mary, biriktirdiği parayı Max'in yanına gitmek için kullanmaktan vazgeçip, doğum lekesini sildirmek için kullanmaya karar veriyor.. Sonra Max, ona mektup yazmaya karar veriyor: Hapse girmekten kurtuluyor, lotodan büyük ikramiye kazanıyor, Ivy ölüyor.. Mary'yse aşık oluyor, babasını ve annesini bi yıl arayla kaybediyor, evleniyor ve üniversiteyi bitirip, tezini Asperger sendromu üzerine yapıp, vaka olarak Max'i inceliyor ve kitabı basılıyor.. Bu haberi Max'le paylaşması ve ona kitabın bi örneğini göndermesi bazı şeyleri bitiriyor: Buna çok kızıyor Max.. Mary de kitabı bastırmaktan vazgeçiyor, kocası onu terk ediyor ve depresyonun kollarına kendini bırakıyor.. Max'e özür mektubu gönderiyor..

Ve fakat Max, bunu kabul etmiyor.. Sonra bi gün, özür dileme-affetme bağlantısını çözüp, Mary'ye güzel bi affetme mektubu gönderiyor.. Ve Mary, onu ziyarete gidiyor..

O kadar içten bi film ki, her şey öylesine güzel ki.. Tekniğine, ayrıntılara, göndermelere, çikolatalara, kara mizahına, acıklı yanlarına filan giresim yok.. Gerçek dostluğun gözle diil de, kalple yaşandığını bilmek kafi..

Read more

Heavenly Creatures


Peter Jackson'ın bu ağır ve ciddi filmi, Braindead sonrası insanları şaşkınlığa uğratmış olsa gerek.. Türkiye'de gösterime girmediği için yakın çevremden feedback alamadığım filmi, Lord Of The Rings sonrasında izlemiştim ilk kez..

Film, Yeni Zelanda'daki Christchurch kasabasının tanıtımıyla açılıyor: Sonrasında filmin sonunu izlieyip, kararan ekranda çıkan yazıyla başa dönüyoruz.. Film, Pauline Yvonne Parker'ın, Juliet Marion Hulme'la olan arkadaşlığını Pauline'in '53 ile '54 yılları arasında tuttuğu günlüğü baz alarak bu iki genç kadının işlediği cinayeti anlatıyor.. Arada bi kullanılan dış-sesse, Pauline'in günlüğünden bire-bir alınmış..

Pauline, içine kapanık bi kız, pek arkadaşı yok.. Derken sınıfına yeni bi öğrenci, Juliet, geliyor.. "Aslında.." İngiliz olan Juliet'se, nasıl derler, hayat dolu, enerjik bi tip.. Daha dersin ilk dakikalarında hocasının hatasını düzeltiyor filan.. Sonra resim dersinde iki kız birlikte çalışmak zorunda kalıyor-
partnerleri yok zira.. Ve ilk kez o zaman konuşuyor Pauline..

İkili arasındaki dostluk gün geçtikçe ilerliyor.. Sürekli birlikte takılmaya başladıktan kısa bi süre sonra kitap yazmaya başlıyorlar: Kitaptaki karakterlerin kullandıkları üslupla birbirlerine mektuplar yazıyorlar-
ki, o mektuplar bilinçdışının bilince olan etkisini göstermesi bakımından işlevsel.. Oldukça..

Pauline'in ailesi pansiyon işletiyor, Juliet'se zengin bi ailenin kızı: O güne kadar genelde Julietlerde vakit geçirirken, bi gün Paulinelere konuk oluyor Juliet: O sahnelerde Pauline'in ailesinden utandığını anlıyoruz: Nefretin başlangıcı oluyor bu..

Derken, bi akşam Pauline, pansiyondaki bi çocukla yan yana uyurken babası onları "basıyor.." Ertesi sabah çocuk kovulurken, o günün akşamı Pauline, çocuun yanına gidiyor: Sevişiyorlar..
Juliet'se tüberküloz hastası: Ve Yeni Zelanda'ya gelme sebebi de oranın ikliminin kendisine ii gelecek olması.. Ve fakat onun ailesinde de işler beklenildiği gibi gitmiyor: Hastaneye yatırılan Juliet, babasının görevden alınmasını ve anne ve babasının boşanmasıyla da yüzleşmek zorunda kalıyor..

İki kız, birbirlerine Gina ve Deborah olarak hitap ederken, Juliet'in hastalığı için Güney Afrika'ya gitmek zorunda kalmasıyla çok daha fazla zorlanıyorlar: Birlikte gitmeyi düşünen çiftin karşısına önce aileleri, sonra da Pauline'in pasaport almak için ailesinin iznine ihtiyaç duyması ve son olarak da parasızlık çıkıyor: Son günlerini birbirleriyle geçirmek için "izin verilen.." kızlar, sevişiyor ve plan yapıp, eyleme geçiyorlar: Pauline'in annesini öldürmek için..

Film, yazılarla bitiyor.. Bu kısmı da fazlasıyla spoilera girdiği için yazmayayım.. Oyunculuklar cidden olağanüstü.. Film de.. De, Pauline rolünde Melanie Lynskey cidden çok başka..




Read more

Braindead


Peter Jackson'ın bu filmi, izlediğim en eğlenceli filmlerden biri, birisi, hakkaten öyle böyle diil..

Hikayesi de şu, Kafatası Adası'ndan Wellington Hayvanat Bahçesi'ne fare-maymun karışımı bi canlı getiriliyor (bu açılış sahnesi..)
Sonrasında filmin kahramanlarından Paquita'yla tanışıyoruz.. Bakkalda çalışan Paquita'ya babannesi tarot bakıyor ve hayatının erkeği karşısına çıktığında onu nasıl anlayacağına dair işareti gösteriyor.. Bu sırada dükkana Lionel geliyor ve onun sakarlığı o şeklin oluşmasını sağlıyor: Paquita hemen çocuua aşık oluyor tabii.. Ve fakat Lionel'ın annesinin bu ilişkiye sıcak bakmayacağını anlamamız çok da uzun sürmezken, bi gün her şeyler tersine dönüyor..

Lionel ve Paquita hayvanat bahçesini gezerken, onları takip eden Lionel'ın annesini fare-maymun ısırıyor-
ki, kadın da bunun altında kalmıyor tabii..
Ve fakat giderek tuhaf davranmaya başlayan ve yaraları iileşmeyen anne Paquita'nın köpeğini yediğinde ve hemşisreyi de ısırdığında Lionel, annesinin zombi olduğu gerçeğini kabulleniyor ve ikisini evin bodrumuna kilitleyip, onları sakinleştiricilerle idare etmeye çalışıyor.. Annesinin cenazesinde olaylar daha da kontrolden çıkıyor ve o akşam 5 kişi daha zombiye dönüşüyor-
pederin "Tanrı adına.." zombilerle savaşması da bi fayda etmeyip kendisi de zombiye dönüşüyor, ertesi gün hemşireyle sevişiyo bile, film hakkaten delicesine komik..
Evde, Lionel'ın amcasının partisi sırasında olaylar iice kontrolden çıkıyor ve Lionel'la Paquita tüm zombilerle savaşmaya başlıyor-
ki, kesintisiz süren bu sahneler hakkaten süfer eğlendirici..

Filmde en çok Lionel'ın bebek zombiyle parka gittiğinde meydana gelen olaylarla, Lionel'ın annesinin yemeğe hazırlanması, yemek sırasında kendi kulağını yemesiyle son bulan sahnelere yarılıyorum her seferinde..

Hakkaten müthiş bi film, Psycho parodisinin yanı sıra, filmin son sahnesindeki çocuunu yeniden içine alan anne ve yeniden doğum şeysi de tuhaf, adını koyamadığım garip bi hüzün taşıyor.. Paquita rolünde Diana Penalver hakkaten süfer..

Read more

Bad Taste


Peter Jackson'ın ilk uzun metraj filmi Bad Taste, gayet eğlenceli bi film.. Şu film ilk gösterime çıktığında "biliyo musunuz, 'bu adam..' ilerde Yüzüklerin Efendisi'ni çekecek, hem de muhteşem olacak.." deselerdi, sanırım herkesler b-film esprisi sanır ve gülerdi.. Ama işte, hayal gerçeğe de dönüşebiliyormuş, neysse,, konu bu diil, Bad Taste..

Filmde ilk göze çarpan, tam bi prodüksiyon faciası olduğu.. Ki bu his, film boyu peşinizden ayrılmıyor ve fakat, her b-filmin kendine has yapısı burada da var: Bad Taste de, son derece "özgün.." bi iş, en azından mizahı süfer..

Hikayesi şu: Bi grup uzaylı, Kaihoro kasabasına gelir ve orada yaşayan tüm halkı öldürür (75 kişi..), Astro Soruşturma ve Savunma Servisi'nden ilk olarak Barry ve Derek olayı araştırmak için oraya gittikten bi süre sonra uzaylıların bi tanesini rehin alırlar ve fakat Barry bi tanesini öldürür ve kovalamaca başlar.. Ozzy ve Frank de yine aynı servistediler ve ikisine yardım etmek için yola koyulmuşlardır.. Ayrıca Giles de var, ki kendisi bi yardım toplama kuruluşunda, kapıya bıraktığı yardım zarflarını toplamak için Kaihoro'ya geliyor..

Uzaylı grubu Derek'e saldırıyor ve kendisini bi süre öldü sanıyoruz, Barry diğer arkadaşlarıyla buluşuyor ve üçü uzaylıların yaşadıkları eve saldırma planları yapıyorlar.. Evde, bi fast-food yiyecek şirketinde çalışan uzaylıların insan etinden çeşitli ürünler (hamburger, nugget vs..) hazırlamak ve bu ürünleri piyasaya sürerek diğer rakip şirketi piyasadan silmek için dünyayı "istila ettiğini.." anlıyoruz.. Öldürülen kasaba sakinlerinin "yağları atıldıktan sonra.." bikaç koliye sığabilmeleri de hoş bi ayrıntıydı-
auckland'daki insanların öldürülmelerinin Barry için "kabul edilebilir.." olması gibi-
filmin mizahı hakkaten süfer..

Ekibimiz tüm uzaylıları hakladıktan sonra, ikinci aşama başlıyor; insan görünümünde olan uzaylılar, kendi formlarına geçip, yeniden saldırmaya başlıyorlar ve Frank'in arabası bundan zarar gören tek şey oluyor-
ekibimizden kimse ölmüyo tabii ki, eheh..
Yeniden çatışmaya başlayan ekibimiz, yine yüzümüzü kara çıkarmıyor (sadece Ozzy yaralanıyor..) ve uzaylı grubun başkanı yanındaki insan eti örnekleriyle kendi gezegenine doğru yol alıyor.. Ayıldıktan sonra tek derdi beynini kafatasının içinde tutmak olan Derek, başkanı öldürerek "yeniden doğuyor.."

Peter Jackson, Derek ve uzaylılardan biri, birisini canlandırıyor, oyunculuklar fecii tabii ki, de Barry'ye diğerlerinden daha çok kanım ısındı benim.. Şahane bi mizaha ve son derece yaratıcı ölüm sahnelerine sahip Bad Taste: Kötü prodüksiyonu vs..si de pek de önemli olmuyo tabii bu noktadan sonra..

Read more

37°2 Le Matin


Philippe Djian romanından uyarlanan filmin cidden hiçbi anlamı yok benim için: Bildiğin vakit kaybı.. Bi çiftimiz var, tanışıyorlar, sevişiyorlar, sonra kızımız (ki, Betty..) adamın yanına taşınıyor ve fakat adamın patronu Betty'nin orada kalması için ikisinin de çalışması gerektiğini söylüyor ve boyaya başlıyorlar.. Betty'nin çabasıyla oradan kurtuluyorlar ve arkadaşının otelinde kalmaya başlayıp, orada şahane vakit geçiriyorlar.. Betty, Zorg'un yazdığı kitabı daktilo ediyor ve yayınevlerine postalıyor, ama aşağılayıcı bi üslupla ret cevapları geliyor, bunlardan bi tanesini okuyan Betty, mektubu yazan kişiyi yaralıyor ve hapse girmekten başka bi yazar olma hevesi kırılan polis sayesinde kurtuluyorlar-
polis karakterlerinin öyküyü/filmi desteklemek için yaratılmış olmaları fikri fecii derecede demode olduğu için, filmi gülünçleştirmekten başka bi işe yaramıyorlar..

neysse,, süre ilerledikçe (ki, bu cidden sandığınız kadar kolay olmuyor..) Betty, deliriyor ve tek gözünü çıkarıyor, hastaneye yatırılıyor, "Josephine.." onu öldürüyor ve 2. romanını yazmaya devam ediyo filan..

Karakterlerini sever gibi görünen filmin, aslında onları "ilginç, di mi??" şeklinde pazarladığını düşündüm açıkçası.. Derin görünmek için çabalarken, küvette boğulan bi film bu..

*: Başlıktaki (ve burdaki..) ° işaretini copy-paste marifetiyle yaptım :))
Read more

Le Locataire


Polanski'nin Apartman Üçlemesi'nin son filmi olan Le Locataire, diğer filmler gibi başyapıt düzeyinde.. Roland Topor'un romanından uyarlanan filmde, Polanski, hem senaryo yazarı, hem oyuncu hem de yönetmen olarak karşımıza çıkıyor..

Filmi, iki şekilde yorumlamak mümkün:
i) Trelkovsky'nin Simone'u öldürdüğü ve Dostoyevski romanlarını (Suç ve Ceza özellikle..) aratmayacak şekilde olay mahalline geri döndüğü..
ii) Trelkovsky'nin şizofren olduğu..

İkinci yorumlama yöntemi bence kesinlikle çok da işlevsel, kaldı ki, filmin finali de açıkça bu noktayı işaret ediyor: Şöyle toparlayabiliriz hatta bu noktayı: Film, ilk şık gibi başlayıp, sonrasında ikinci noktaya geliyor..

Hikayesi ikinci maddeye göre şu şekilde gelişiyor: Şizofren olan Trelkovsky'nin alter egosu kadındır.. Başlangıçta alter egosunu kontrol edebilen Trelkovsky, zamanla alter egosunun yönetimi altına giriyor.. Kiraladığı dairenin önceki sahibinin intihar etmesi de kendisini kötü yönde etkiliyor: Paranoyasının kaynağı bence bu diil ama, gelicem birazdan bu noktaya..

Hastanede tanıştığı Stella'yla, Brucee Lee'nin Enter The Dragon filmini izlerken yakınlaşan Trelkovsky, bunun devamını getirmiyor o gece: Çalıştığı işyerinden arkadaşlarıyla filan kutlama yaparken de kendisine ilgi gösteren kadına karşı soğuk davranıyor.. Aynı gece, fazla gürültü yaptıkları gerekçesiyle komşusu Trelkovksy'yi uyarıyor: Alttan alan Trelkovsky, arkadaşlarını kovarak ve ertesi sabah ev sahibinden özür dileyerek konuyu kapamaya çalışıyor..

Trelkovsky'nin evinde tuvalet yok ayrıca: Evinin penceresinden karşıdaki tuvalete bakan Trelkovsky, hayaller görüyor.. Bi gün Stella ve onun arkadaşlarıyla yeniden karşılaşan Trelkovsky, o gece de tam sevişecekken uykuya dalıyor filan.. Bu sırada apartmandan sürekli şikayet geliyor kendisine, hatta karakolluk bile oluyor-
engelli çocuu olan anne hayalinin devreye girmesi daha önce olmuştu..

Trelkovsky, tüm o gürültü yapmama haline devam ederken, herkeslerin kendisini Simone gibi davranmaya zorladığına yönelik işaretler alıyor-
bi süre biz de ikinci bi Rosemary's Baby vakası sandığımız bu olayın gerçek olmadığını fark ediyoruz..

Trelkovsky, eet bi şizofren ve fakat semptomlarından biri, birisi de hadımlık endişesi: Bu endişesini sadece kesik kafa imgesi vermiyor: Dişlerin (zorla ya da kendiliğinden..) dökülmesiyle ilgili düş/kabuslar da psikolojide hadımlık endişesi şeklinde yorumlanır.. Dahası, Trelkovsky'nin kadınlarla cinsel ilişkiden (penisinin kopması/kesilmesi tehlikesini bertaraf etmek için..) kaçınması da bu bağlamda değerlendirilmeli diye düşünüyorum (vagina dentata..)

Kadın alter ego kavramı da bizi bastırılmış eşcinselliğe götürür ve fakat, Oedipus kompleksi açısından bakarsak, Trelkovsky'nin tam da hadım edilme kaygısıyla baş edebilmek için böyle bi çözüm bulduğu da fark edilebiliyor:
"Aşırı derecede boyun eğici bi insan mutlu, güçlü ve koruyucu bi ebeveyn imgesine boyun eğen bi kendilik imgesine dayalı bi birimin etkisi altında işlev görüyor olabilir.. Ancak bu temsilciler kümesi onu sadistik ve hadım edici ebeveyn imgesine isyan eden bi kendilik imgesine karşı savunmaktadır.." Otto Kernberg, Internal World and External Reality.. Object Relations Theory Applied..

Ve Trelkovsky'nin paranoyaları: Trelkovsky, s/avunma olarak yansıtarak özdeşleşmeyi devreye sokuyor: Bi noktadan sonra herkeslerin kendisini öldüreceğini düşünmesi, kendini "kurban.." olarak algılamasına yardımcı oluyor: İçindeki saldırganlıkla baş edebilmesinin/onu yok sayabilmesinin/kendisini "ii.." olarak algılayabilmesinin koşulu, kendi saldırganlığını dış dünyaya yansıtmasından geçiyor-
bu noktada, özellikle ev sahibinin yüzünü başka insanlarda görmesi de tesadüf diil: Baba figürü..

[Çok dağıldım -yine..]
Sevdiğim filmlerden Le Locataire..

*: Bu yazıyı Tool - Vicarious eşliğinde yazdım..

Read more

Rosemary's Baby


Polanski'nin Apartman Üçlemesi'nin ikinci filmi olan Rosemary's Baby, Ira Levin romanından uyarlama: Üçlemedeki diğer filmlerden farkıysa karakterin paranoyasının sebebi: Diğer iki filmde karakterlerin kendilerinden kaynaklanan bi "sorun.." varken, bu filmde baş karakter (ve bikaç kişi..) hariç, neredeyse tüm apartman sorunlu..

Hikayesi şu: Rosemary ve Guy, yeni evli bi çift, ve yeni bi eve taşınıyorlar: Adam oyuncu ve fakat şansı o kadar da ii diil: neysse,, Minnie ve Roman bu yeni çifte dadanıyorlar: Gayet zararsız görünen çift Rosemary ve Guy'ı yemeğe davet ediyorlar.. İsteksiz bi şekilde giden Guy, ertesi akşam yeniden gitmek istiyor komşularına.. Ve sonraki süreçte bişiiler olmaya başlıyor: Guy, seçmelerde alamadığı rolü, seçilen kişinin sakatlanması dolayısıyla alabiliyor..

Rosemary hamile kalıyor, ve fakat aynı gece çok tuhaf bi kabus görüyor.. Satanist ayin esnasında Şeytan'la sevişiyor: Ertesi sabah uyandığında vücudunda çeşitli izler gördüğünde kocasına soruyor ve o da "sarhoştum, kendimi kaybettim.." gibisinden şeyler söylüyor.. Hamileliği boyunca gideceği doktoru Minnie ve Roman'ın tavsiyesiyle değiştiriyor Rosemary ve onların önerdiği doktora gidiyor: Sancısı oluyor Rosemary'nin, doktora göre bunlar normal: Pelvisi genişliyor zira: Minnie'nin her gün kendisine getirdiği karışımı içiyor filan.. Yakın dostlarından bi adam (imdb'ye bakmaya üşenmek..), ve partisine gelen arkadaşları Rosemary'ye bazı şeylerin "tuhaf.." gittiğini söylemesiyle Rosemary şüphelenmeye başlıyor: Ve fakat, o arkadaşıyla görüşeceği gün adam hastanelik oluyor ve yolda Minnie'yle karşılaşıyor Rosemary-
Minnie bu sahnede cidden fecii bi korku figürüne dönüşüyor..

Endişelenmeye başlayan ve parçaları birleştiren Rosemary, bi Şeytan klanı olduğunu fark ediyor, muhtemelen kocası da o klana katılmış vaziyette.. Çıkış yolu arayan Rosemary, ilk görüştüğü doktora gidiyor (randevu alması o kadar kolay olmuyor tabii..) ve aynı gece apar topar kocası ve Roman tarafından eve getiriliyor.. Ve çocuu doğuyor..

Çocuunu bi süre göremiyor Rosemary ve fakat bi akşam diğer daireye bağlanan odadan geçtiğinde klanı karşısında buluyor: Önceden sakladıkları sırrı, artık Rosemary'den saklamıyorlar..

Film/oyunculuklar hakkaten olağanüstü, Rosemary'nin tek başına/arada kalmışlığı/hissi seyirciyi de bi zaman sonra içine alıyor..
Filme iki türlü yaklaşmak mümkün tabii: Rosemary'nin tarafındayken, olanlar hakkaten katlanılmayacak kadar korkunç, kocası yalan söylüyor, dahası onu Şeytan'a sunuyor, tüm komşuları onu kontrol etmeye çalışıyorlar filan.. Bu sıkışmışlık hissini Mia Farrow gayet ii yansıtıyor..

Diğer açıdansa ergenliğinde vaktini bolca Okültizme ayıran bi kişi için filmin değeri bikaç kat daha artıyo haliyle :))
Read more

Polanski'nin Apartman Üçlemesi: #1 Repulsion


Polanski'nin Apartman Üçlemesi'nin ilk filmi Repulsion, her biri başyapıt düzeyinde olan üçlemedeki filmlerden biri, birisi.. Başrolünde Catherine Deneuve'ün oynadığı film, üçlemedeki diğer filmlerden senaryosunun uyarlama olmaması yönüyle ayrılıyor..

Hikayesiyse şu şekilde: Carole, ablasıyla birlikte yaşayan, kuaför salonunda manikür yaparak para kazanan biri, birisi: Ablasının evli bi adamla ilişkisi var, kendisiyse erkekler konusunda oldukça tutuk: Kendisinden hoşlanan adam onun peşinde deli divane olmasına rağmen Carole, ona karşı herhangi bi yakınlık duymuyor-
hatta adam onu öptüğünde eliyle dudağını siliyor filan..
Ablasının sevgilisinden de hoşlanmıyor Carole: Onun tıraş bıçağını kendi diş fırçasının yanına koymasından tiksiniyor, dahası tıraş takımını çöpe atıyor.. Ablası ve sevgilisi ~2 hafta sürecek bi tatile gidiyorlar ve biz de Carole'un yavaş yavaş kontrolünü kaybedişini izliyoruz: Hayaller görüyor Carole: Kendisine tecavüz eden adamlar, duvarda çatlaklar, kendisine uzanmak/dokunmak isteyen eller vs.. Ve iki kişiyi öldürüyor..

Bu hikayeyi, daha doğrusu Carole'un deliliğini geçmişinde yaşadığı travmaya bağlayabiliriz: Küçükken taciz/tecavüz edilen kızımız, büyüdüğünde erkeklerden nefret eder, dahası tiksinir.. Ve fakat -bence tabii, bu yorum, Carole'un durumunu açıklamaya tam olarak yetmiyor.. O yüzden tecavüz/tacize uğramayı dışa bırakarak, Carole'un sorunun annesiyle olduğunu düşünüyorum: Annesine saplanıp kalmış bi karekter Carole..

Margaret Mahler'in anneyle ayrılma-bireyleşmeyle ilgili söylediklerinin üzerine James F. Masterson'ın söylediklerini eklediğimizde Carole'un durumunu anlamak kolaylaşabilir..
Mahler'in ayrılmayla ilgili özellikle ikinci ve üçüncü evrelerini kısaca şeyediym-
ilki zaten neredeyse geçerliliğini yitirmiş durumda..

Çocuun doğumdan bikaç hafta sonra çevresini (özellikle de annesini..) tanımaya başladığından bahseden Mahler, bu evredeki çocuun kendisini annesinden "farklı.." olarak değerlendirmekte güçlük çektiğini, dahası kendisi ve annesini (tümgüçlü..) tek bi birimmiş gibi algıladığını belirtir..
Üçüncü evre, farklılaşma: Çocuk, bu durumda annesiyle kendisinin farklı olduğunu anlamaya başlar ve fakat bu da çocukta yabancı korkusunun oluşmasına sebep olur-
Carole'un durumu da "tam.." olarak bu..

James F. Masterson, ayrılma evresini sınır durumların kaynağı olarak görür, üzerine de terk depresyonu sosunu döker: Bu evredeki çocuun çeşitli duygulara (depresyon, öfke, edilgenlik, suçluluk, boşluk..), savunmalarla (yapışma, inkar, bireyleşme uyaranlarından kaçınma..) cevap verirken, bunlar nevrotik, obsesif-kompülsif, fobik ya da şizoid özellikler gösterebilirler der..

Masterson, bazı sınır vakaların (sadece bpd'yi kastetmiyorum tabii..), inisiyatif kullanmaya bireyleşmeye ya da terk edilmeye zorlanmadıklarında yeterli işleve sahip olduklarını, çünkü uyum gösterdikleri yaşamın onları özgün travmalarından koruduğunu belirtir.. Başlangıçta gayet "normal.." bi profil çizen Carole'un ablasının "terk.."iyle, psikozun "sınır.."ına gelmesi bu açıdan bakıldığında gayet "beklenen.." bi durum oluyor..

Filmdeki erkeklerden ikisini cezalandırıyor Carole, sevgilisi olmaya çalışan çocukla, taciz eden ev sahibini.. Ve günler geçtikçe çürüyen tavşanın başını kesiyor: Simgesel olarak hadım ettiği kişi kim peki?? Babası, ablasının sevgilisi-
"tüm erkekler.." bence gereğinden fazla yorum olur: Çünkü Carole (annesi/ablasıyla..) bütünlüğünü bozma potansiyeli taşıyanlara karşı saldırgan bi turum takınıyor-
bu bağlamda duvardaki çatlaklar da "ayrılmayı.." simgeliyor bence..

Filmde sürekli damlayan musluk, filme müthiş katkı sağlıyor, Catherine Deneuve de olağanüstü..

Read more

Secretary

Mary Gaitskill'in hikayesinden uyarlanıp filme çekilen Secretary, s&m kültürünü romantik-komediye taşıyor.. Ya da, "romantik-komedide işlenmedik bi bu kaldı.." şeklindeki yaklaşım sonucunda s&m'i bünyesine dahil ediyor: Secretary, her ne kadar işin "komedi.." kısmını dışarıda bırak/ıyor gibi yap../sa da, basbayağı romantik-komedi şablonu doğrultusunda ilerleyen bi film-
"bağımsız.." olması hiçbişiiyi değiştirmiyor..

Biraz daha açalım: Bu filmde, her ne kadar s&m bi ilişkiyi "gözetlesek.." de (bu "sapıklık.." olayına bi ara gircem..), filmimiz karakterlerini çok da incelikli bi şekilde ele almıyor: Lee, gayet mazoşist, 7. sınıftan beri kendisini kesmekten, ya da çeşitli yöntemlerle kendine acı çektirmekten hoşnut: Hatta annesi, evdeki bıçakları dolaba kaldırıp, üzerine de kilit takabiliyor, dahası Lee tedai de oluyor uzun bi dönem: Ve fakat, mazoşizm bünyeden öyle kolay uzaklaşmıyor.. Tam bu noktada devreye yeni bi iş ve sadist bi patron giriyor: Lee, Peter'la olan ilişkisine devam ederken, yeni patronundan da bariz şekilde etkileniyor.. Patronu başlarda onu sert bi dille eleştirir ve Lee'nin kıyafetlerini, burnunu çekmesini vs..sini düzeltmeye yardımcı olur ve Lee de "köle.." olduğu için bundan hoşlanırken, hatta kendini kesmekten dahi grotesk bi şekilde (kendi mazoşizm malzemelerini ırmağa atmak..) vazgeçerken, bi gün patronunun poposuna attığı şaplaklarla "ilişki.."ye başlıyor..

Fakat, bi gün her şey tersine dönüyor, patronu Lee'yi kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor-
doğru tahmin: Eet, ondan hoşlanmaya başlıyor.. Bununla çeşitli şekillerde başa çıkmaya, bu durumu değiştirip eski haline döndürmeye çalışan Lee, her defasında geri püskürtülüyor, dahası kovuluyor-
ki, buna da, climax öncesi ayrılığı diyebiliriz..

Lee, Peter'ın evlenme teklifini kabul ediyor, gelinlik provasında Edward'a koşuyor, onu sevdiğini 3 günlük bi itaat gösterisiyle ispatlıyor ve mutlu son..

Aslında filme gayet yakınlık kurabilecek, dahası aramızdaki konjugasyonun keyfini çıkarabilecek, hatta filmi bağrına basabilecek bi insanken, nasıl oluyor da, bu filmi sevemiyorum diye düşündüğümde (eet, bunu çok kereler yaptım..), karşımda "eet, bu bi Amerikan estetiği ürünü ve izleyeceklerin de, işin "öz.."üne diil de, ambalajına odaklanıyor.."dan daha ikna edici bi cevap bulamadım-
yoksa, hakkaten, bu filmin sonuna doğru herkeslerin neden ofisi ziyaret ettiğini, dahası haber bültenleri kısmının ne kadar "gerekli.." olduğunu açıklamamız gerekiyor: Ya da, "sadist.." karakter yaratıcaz diye, adamı sadece spor yaparken ya da çiçeklerine bakarken göstermenin bi anlamı olmalı-
eet, karşımızdaki "sadist.." karakterimiz, fecii derecede karikatürize edilmiş, tek boyutlu bişii.. İnandırıcı bulup bulmamak size kalmış ve fakat, hiçbi şekilde inandırıcı bulamadım ben-
"dünydaki en yalnız adam.." kısmına hiç girmedim, dikkat ettiysen, eheh..

Lee'yse, görece daha derin bi karakter ve filmi hakkaten ii oyunuyla Maggie Gyllenhaal sırtlıyor.. Ve fakat, Secretary "yaramaz.." ofis hikayelerinden öte bi derinliğe sahip diil/olamıyor..

Read more
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NoDerivs 3.0 Unported License.